25 Ekim 2007 Perşembe

Nasıl büyük bir adam bu!




Yaşam sürüyor...

Yaşam sürüyor... Gencecik çocuklar ölüyor, ellerine 3-4 kere silah almış, umutları, hayalleri, korkuları, anaları olan çocuklar... Amansız bir hastalık buluyor birini... Elden birşey gelmiyor... Başka bir hastalık haberi ile sarsılıyor insan sabahın bir saatinde... Çok uzun yıllardır görmediğin bir arkadaş mesaj atıyor facebook'ta... Yağmur yağıyor, yatağın güvenliğinde yağmurun sesini dinliyor insan... Trafikte Açık Radyo dinliyorsun, Nobel İktisat Ödülü'nü almış 3 Amerikalı iktisatçının kuramlarını, birinin yaşı ne kadar ileri ve yıllara rağmen hala yapacak şeyleri olması güven veriyor insana... Günlüğe yorum yazıyor biri, mutlanıyorsun... Fatura kesiliyor bir dolu, ödemeleri ne zaman gelir diye merak ediyorsun bir yandan, hesaplayarak ay başında verilecek maaşları... Bir elma alıyorsun evden çıkarken yolda yerim niyetiyle... Ajansa gelip az şekerli bir kahve içiyorsun, iptal edilmek zorunda kalınan toplantıyı haftaya hangi güne alsak diye tartışarak bir yandan... En yakın dostun arıyor, Cuma akşamı ne yapsak diye konuşuyorsun... Hangi kredi kartına ne yatıracaktım ve hangi fatura gelmiş dertleri, hiç bitmeyen... Yeni kampanyanın hazırlıklarına bakıyorsun ekiple, sevinerek çıkan işin başarısına ve sunuma güvenle gidecek olmanın rahatlığı ile... Bir yandan yeni evde hangi çamaşır makinesinin kullanılacak olması, perdelerin yıkanması, iyi bir temizlik yapılması gibi neşeli dertler... Bir yandan Kuzey Irak'a havalanan F16'lar... Başka canlar da gidecek mi... Başka yürekler yanacak mı... Bütün bunlar son mu... Yoksa zaman yok mu... Yaşam sürüyor, herşeye rağmen ve tüm güzelliği, tüm kötülüğü, tüm kahpeliğiyle... Yaşam bir yol, dikenli çalılar var, yemyeşil ağaçlar, doyumsuz nehirler, lezzetli meyveler ama durmak yok... Yol sürüyor... Sonu nerede bilmeden...

15 Ekim 2007 Pazartesi

Güzel şeyler...

Dünyada en güzel şeylerden biri kedi yavruları... Hani her canlının yavrusu güzel derler ya, elbette öyle ve elbette insan yavruları da muhteşem de, kedi yavrularının kendine has bir başka güzelliği var. Onları böyle sıkmak, bağrıma basmak ve saatlerce oynamak istiyorum. Hele de şu resimdekine özellikle bayılıyorum. O diken diken olmuş minicik tüyleri, masum bakışı, beni çok sev diyen gözlerine bitiyorum tek kelime ile... Hayvanlar muhteşem varlıklar. Kaplumbağaları da çok seviyorum, minik kertenkeleleri, kirpileri, sincapları, kuzuları daha bir çok sayabilirim ama hiç bir şey minik kedi yavrularının yerini tutamaz işte... ZB ile biz, ne zaman sokakta yürüsek, hele de Ortaköy'de çalışırken, minik yavruları sevmekten gidemezdik bir türlü gideceğimiz yere... Ama şuna baksanıza allahaşkına. İnsan bunu nasıl sevmez? :)

Bayram bayram, bayram da geçti...

Allahım ne bekledim; heyecanla, sabırsızca, iple çekerek... Bu bayramı o kadar çok istedim ki, hem hayatımın erkeği ile 20 yıl sonra geçireceğimiz ilk bayram olmasından (biliyorum biliyorum bu tip konuşmalarla çok dalga geçtim ama işte insanın başına gelince söylüyormuş!), hem tembellik yapmaya susamış olduğumdan, hem Ekim'i çok sevdiğimden yani Ekim ve tatil birbirine pek yakıştığından. Gerçi pek kısaydı sadece 4 gün, onun da 1 gününde çalıştım, sadece 3 gün oldu ama yine de güzeldi, hem de çok güzeldi... Bu bayram ilk kez, doğru dürüst kimseyi aramadım. Allah biliyor ya aramadım. Büyük teyzeme bile gitmedim, onun da sabırsızca beni beklediğini bile bile. Onun yerine sevgilimle gelecek planları yaptık, ND ve MD ile yemek yedik, ayrıca bol bol yemek yedik, gazete okuduk, kitap okuduk, kendimize yeni kanepeler aldık Tepe Home'dan, özenle seçtik kumaşlarını ve birlikte yaşayınca neler yapacağımız ile ilgili hayaller kurduk... En sevdiğim filmlerden biri "Snatch"i seyrettik. Sahilde yürüdük, çay bahçesinde oturduk, denizi seyrettik, Moda'ya gittik, Moda Çay Bahçesi'nde kitap okuduk... Çok ama çok güzel bir bayramdı. Gerçek bir bayramdı, kelimenin tam anlamı ile ve ben çok, çok mutluyum...

8 Ekim 2007 Pazartesi

Bize "salaklık madalyası" taktılar...

04:30'da kalktım yataktan bu sabah... Bir duş, küçük bir bavul hazırlama, giyinme, kahvaltı falan derken; 05:40'ta evden çıkış. Ne o? Bizim uçak 08:15'te. Arnavutluk'a geliyoruz yine. Güya tabii... 06:30'da havaalanına vasıl olduk. Güvenlik kontrolü boş, oohh, geçtik. Kontuar boş, ohh, yine geçtik. 5 dakikada da pasaporttan geçtik. İçeride, freeshop'un hemen karşısındaki cafe'ye çöktük. Çay, kaşar peynirli croissant, yine çay falan derken, bir ara saatin 07:20, bir ara da 07:45 olduğunu gördüm. :) Demem o ki, kalktık, sigara aldık freeshop'dan ve bankadakilere çikolata, kapıya doğru yürüdük, yürüdük, yine güvenlikten geçtik, manasız bir uygulama ile zaten 15 dakikada açılan bilgisayarımı açtım, neyse bütün bu işkence bitti; kapıya gittik ki kapı duvar. Saat 08:05 idi ve boarding bitmiş, herkes uçağa gitmiş, uçağın kapısı kapanmış, uçak taksiye çıkmış, biz aptal gibi kapıda şaşkın şaşkın kalmıştık. Uçağa binme umutlarımız çok kısa sürede tükendi. Nasıl bir çare buluruz diye düşünmeye başladık, yukarı kattaki danışmaya gidin, sizi yönlendirirler dedi birileri, elimizde prezentasyon çantası, bilgisayar çantası, yok bilmemne çantası, freeshop torbaları, koştura koştura oraya, oradan pasaportlarımıza çıkış iptali yaptırmak için yine bir alt kata, bir kapıyı açtırmaya, oradan transit deskine, oradan bizi alan bir görevli ile sadece bizim gibi şaşkınlara nasip olan hiç kimsenin bilmediği özel bir pasaport ofisine, oradan uçaktan indirilen bavullarımızı almaya, oradan Albanian Havayolları Satış Ofisi'ne... Tabii öyle bir satış ofisi yokmuş, elimizde çantalar bavullarla yine bir cafe'ye çöktük. Hırsımı yemekten almak için vişneli muffin ve portakal-havuç suyu aldım. Öğlen 12:30'da kalkacak uçak için yeni biletler aldık. Sabah kaçırdığımız uçaktan ne kadar zarar ettiğimizi hesaplarken, çıkış vergilerini yeniden yatırmamıza gerek olup olmayacağının derdine düştük ve çıkmadığımıza göre yatırmamamız gerektiğine hükmettik. Artık havaalanında yaşamaya karar verecektik ki, yeni uçuşun kontuarı açıldı. Aynı işlemleri, deliler gibi yeniden yaptık, bavulları ver, boarding kartlarını al, pasaport kontrolünden geç... Bu kez cafe'ye oturmadık, gittik yukarıdaki özel bir "lounge'a oturduk. Bildiğiniz salon işte. Ama kurabiyeler süperdi allah için, kendimi zaten yemeye vermiştim, 5 tane falan da onlardan yedim, bir de vişneli mekik ki çok severim. Ama küçük boydu. Yine çay içtik, artık yemek içmekten kusacaktık ki, bu kez geç kalmamak için erken erken boarding kapısına gittik. Bir de çok komik, herkes erken geldiği için uçak erken kalktı. Böyle şeyi de ilk defa gördüm hayatımda. Albanian Havayolları ile uçunca da Türk Hava Yolları'nın gözünü sevdim. O ne kötü bir uçak yahu. Ama pilot iyiydi allah için, kuş gibi kondu Tiran'a... Uçakta sızmışım, gözümü Adriyatik kıyalarında açtım. Çok ilginç bir doğası var. Heryer dağlar, kıyı boyunca ise kusursuz düzlükler ve Ege gibi dantel kıyılar... Arnavutluk'ta daha keşfedilecek çok şey var da, tabii hep iş için gelince pek bir anlamı kalmıyor. Ama ahdettim gideceğim Gjirokaster'a...

3 Ekim 2007 Çarşamba

Arnavutluk dönüşü, grip ve Madagaskar...

Evet, evet, tamam, biliyorum, günlüğü çok ihmal ettim, artık okumayı bırakmışsınızdır hatta ve belki bir şans yeniden girerseniz yeniden kazanabilirim az sayıdaki okurumu. Ve, fakat; ciddi nedenlerim vardı bu ara için... Hayat öyle hızlı akıp geçiyor ki, ben yetişemedim, günlük de arada gümbürtüye gitti diyeyim, bir başlangıç yapayım bakalım gerisinde neler gelecek...

Arnavutluk hızlı geçti, en azından günlüğe yazdığımın ertesi... 70'li yıllarda kalakalmış bu ülke ve insanlarını çok sevdim, medyasının ilkelliğine şaşırıp, biraz da takdir ettim çünkü muhtemelen herkesin sokaklarda yaşamasının önemli bir nedeni televizyon yayınlarının ilkelliği. Bu kadar güzel espresso, machiatto vs. yapılabilmesine şaşırdım, ikinci gecemizde gittiğimiz restaurant'ın yemekleri, bahçesi ve bardaktan boşanan yağmurla ıslanan ormanlardan gelen mis gibi toprak kokusu ile delirdim, Gjirokaster'e (bana anlatıldığı kadarı ile) aşık oldum, en kısa zamanda oraya gitmek istedim, hemen CC'ye söyledim, "götür beni orayaaa" dedim, bütün şımarıklığıma nazikçe katlanarak "elbette" dedi o da, Cumartesi sabahı oldu bir kalktım, fena halde şifayı kapmışım, burnum nasıl akıyor, hastayım, minik bir toplantı yapacaktık ama yatacağım dedim ben, uçak saatine kadar yattım. Sonra bir baktım, hoop İstanbul'dayız. Allaha şükür!

O gece hastalık, sevgilim, ben, yemek, muhabbet, uyku, hastalık geçti, Pazar iyice beterdi, tamamen yatakta geçti. Çocukluk günlerim gibi, gece annem beni 2 kere terletti, giysi değiştirtti, yıkadı, bir daha yatırdı, Tylolhot kürü yaptım derken Pazartesi sabahı oldu, baktım yok, kalkamıyorum, azıcık ateşim var, tel tel dökülüyor vücudum, işe gitsem bir türlü gitmesem bir türlü. Eh, tabii vazife bizi bekler, kalkıp gittim ama saat 14:00'e kadar dayanabildim. CC beni aldı, ilaçlar verdi, baktı, ilgilendi. Ertesi gün hoop, o da hastalandı. :) Hastalıktan başımızı alamadık, nazardır diyerek güldük geçtik, kocakarılar gibi...

Bu kadar açıklama niye günlükle ilgilenemediğim için, vallahi billahi bahane değil. :) Eski performansıma kavuşmak üzereyim bak söz. Aklımda yeni güzel şeyler, yeni yazılar, Arjantin, Madagaskar, bayram tatili, mendil satan önlüklü kız, bizim bakkal çırağı Bayram ve daha bir çok şey var. Bekleyin geliyorum. :)