30 Ağustos 2007 Perşembe

Şehirden uzaklaşmak...

Şehirden uzaklaşmak ne kadar da iyi geliyor... Hele de iş günüyse... Hele de ajanstan kaçarak, zar zor izin alarak çıkmışsan... Muhteşem bir şey... Bu arada bugünün 30 Ağustos Zafer Bayramı olduğunu unutmuş değilim ama doğrusu bencilce keyfime bakmayı seçtim, yalan yok!

14:00 gibi ajanstan çıktım, motorla yola çıktık, Üsküdar'a, oradan Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kandilli... Kanlıca'da mola verdik. Kanlıca yoğurdu, bana göre artık hiç eski tadında olmasa da ve oradaki çay bahçesi (tabii yoğurt da satılan çay bahçesi) içindeki insanlar ile birlikte hiç ama hiç aynı olmasa da yine de oturduk, yoğurt yedik, biraz da denize baktık. Ucundan acık çünkü çok çok kalabalıktı.

Oradan ver elini Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz... Ara yollardan ve köylerden geçerek kendimizi Anadolu Feneri yoluna attık. Allahım o yol, orada motorla gitmek (arada biraz korktuğum anlar olduğunu itiraf etmeliyim) o kadar muhteşem ki, bir noktaya geliyorsunuz, karşınıza Boğaz'ın Karadeniz çıkışı geliyor... Oradan küçücük Fener kasabasına iniyorsunuz. Manzara muhteşem, hele Fener'in dibindeki minik plaj ve oranın denizi daha da muhteşem. İnsanlar sakin, mutlu, hayat yavaş. Şehrin gürültüsünden uzakta insan büyülenip sanki orada kaybolmak istiyor.

Neyse gerçek hayata dönelim... Fener'den çıktık, Anadolu Kavağı'na. Denizin kenarında minik bir restoran'da, adını da nasıl unuttum; İsmail'in yeri galiba, biraya, son zamanlarda yediğim en güzel midye tava, kalamar tava ve midye dolmayı ekleyerek minik yemeğimizi yedik... Anadolu Kavağı'na giden yol, ağaçlık, hafif virajlı nasıl güzel bir yoldur, oldum olası çok ama çok sevmişimdir. Dönüş yolu da bir o kadar güzeldi ama dönmek değil elbette. Neyse ki motorun en güzel yanı; onlarca yol tamiratına çok da fazla takılmadan, sağdan soldan kaçarak gelmek... Ha, bu arada Vaniköy'de verdiğimiz molayı unutmayalım. 2 köprünün arasındaki bu çay bahçesini de çok severim, yazık ki güneşin batışına kalamadık...

Motoru çok seviyorum, muhteşem bir özgürlük duygusu... Yollar kalabalık, insan dolu ve keşmekeşti. Şehre geri gelmek de hiç güzel değildi ama bütüne bakarsak bugün çok çok güzeldi...
Bizim VD ile 5 saatlik kaçamağımızın kısa öyküsü bu işte...
Yarın yine iş var ama bugün de yanımızda kâr. :)

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Küçük sorunlara çok basit çözümler!!!

Bugünkü Günaydın Gazetesi'nde gerçekten memleketin en önemli sorunlarına değinmişler... Ben de sizlerle paylaşayım dedim, maazallah görmeyen falan olur!

Küçük Sorunlara Çok Basit Çözümler
Her kadının bir derdi vardır. Kimisi şeytan tırnağına takar, kimisi de sivilcelerine. Ama kadınların gözünde büyüttüğü bu sorunların çözümü o kadar basit ki!..

Maskara yüzüme neden dökülür?
Maskara altı haftada kurur. Suya dayanıklı bir maskaranız varsa ve ağzını sıkıca kapatmadıysanız bu süreç daha da hızlı gelişir. İçindeki bu nem kaybı da maskaranın ufak parçalara ayrılmasına neden olur. Ayrıca fırçanın üzerindeki fazla maskarayı sıyırarak kirpiklerinize çabuk çabuk uygularsanız fazlalığı önlemiş olursunuz. Böylelikle kirpiklerinizin üzerindeki fazlalık pullanarak elmacık kemiklerinize dökülmez. (Kafayı yemiş karılar olarak 6 haftada bir gidip maskara alacağız, kendimizi maskara edeceğiz, paramız çok bizim! Tövbe estaaağfurullah...)

Sivilce neden yaraya dönüşür?
Çünkü bir noktada mutlaka sivilcelerinizi sıkmaya çalışıp, cildinizi zedelersiniz. Bu yüzden bunu yapmayı bırakmalısınız. Dermatologlar; sivilceyi zedeledikten sonra, yüzünüzde yara oluşumuna sebep olabileceğinden dolayı, kabuğuyla oynamaktan kaçınmanızı tavsiye ediyor. Bunun yerine günde üç kez kabuğun üzerine antibakteriyel bir merhem sürmelisiniz. Kabuğu yumuşatmak daha çabuk düşmesini sağlayacaktır. Böylece yandaki gibi temiz bir cildiniz olur. (Fotoğrafı da koymadım artık, çüş! Ne iğrenç bir açıklama yahu!)

Şeytan tırnağının çaresi var mı?
Bir şeytan tırnağınız oluşursa onu dikkatlice kesin. Böylelikle onu koparmaya yeltenmezsiniz. Daha sonra üzerine bakterileri öldürmesi ve derinizi nemlendirmesi için antibiyotik sürün. Çıkmalarını engellemek için ise ölü derinize nemlendiricili bir kremle masaj yaparak, haftada bir onları geriye doğru itebilirsiniz. (Manyaksınız siz, yapacak işiniz gücünüz yok, buna mesai harcıyorsunuz!)

Kirlenen saç nasıl daha güzel kokar?
Saçlarınızı yıkamaya fırsatınız yoksa ve saçlarınızın koktuğunu düşünüyorsanız, bunun da bir çözümü var. Herhangi bir koku zerreciğini saçınızdan atmak için birkaç dakikalığına fön tutmanız yeterli olacaktır. Daha sonra saçınıza hafif bir parfüm ya da bir saç kokusu sıkabilirsiniz. (Leş bir insansınız siz! Ankaralıları tenzih ederim tabii.)

Allah hepimize akıl fikir versin ne diyeyim!

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Hükümet Çalışıyor...

Bakın olayı tek ciddiye alan Hükümet Sözcümüz VD oldu. Tabii kendisi aslında Kadın, Aile ve Çocuktan Sorumlu Devlet Bakanı. Buyrun programı ile ilgili fikirleri:

- Çocukları aile yanında yetişmekten kurtaracağım... Çocuklar mutluluk adası adını verdiğim trollerde bilinçli pedagoglar eşliğinde büyüyecek... Kimse onlara saat 19:00'da evde ol, bu yemeği yemezsen sofradan kalkamazsın, arkadaşında kalmak yok, oraları karıştırma demeyecek... Çocuklar daha 7 yaşından itibaren küresel ısınmayı, mevsimlik ibnelikleri, futbolun afyon olduğunu ogrenecek...

- Çocuk mülkiyeti kalkacak, doğum yapmak 10 yıl süreyle yasaklanacak, bu süre içinde milletvekili, avukat, doktor, mühendis, el bombası olacak değil adam olacak çocuklar yetiştirilecek...

- Bütün çocuklar dört dini, diğer temel felsefe öğretileri ve dinsizliği aynı anda öğrenecekleri bir eğitim ve inanç programından geçirilecek... Çocuk mahkemelerinin yargıçları yine çocuklar olacak, çocuktur çocuk lafı tarihe karışacak...

- Kadınlara 4 koca alma hakkı getirilecek, duygusal ve cinsel performansı yetersiz erkek anında boşanabilecek... Erkeklerin trafiğe çıkması yasaklanacak... Turkcell Süper Lig yasaklanacak yerine ağdalı kadın ligi başlayacak... Mafya kadınların eline geçecek, böylece sokak ortasında kurşunlanmak yerine sokak ortası cırmalamaları olacak...

- Aile reisi kadın olacak, kadınlara özel bilimsel çalışmalar yapılacak, kodu mu oturtan gücünün kadınlara geçmesi için erkeklerin et yemesi yasaklanacak... Pırasayı erkekler, Kobe danasını kadınlar yiyecek...

- Erkek genelevleri kurulacak, bu genelevlerde erkek çimdiklemek yasalara uygun olacak... Vizite 1 lira olacak...

- At avrat silah atasözü, kaş kirpik ağda olarak değişecek...

- Ataerkil toplum yapısını oluşturan bütün değerler birer birer yıkılacak, bereket tanrısı kaldırılarak her eve bir kybele heykeli konulacak... Erkek tanrı anlayışından dişi tanrı anlayışına geçilecek...

- Erkeklere o güne kadar yaptıkları için 3 gün süreyle su ve şefkat verilmeyecek... Kadınların senede 20 gün baş ağrısı izni olacak...

Ne diyeyim, Türkiye cennet olacak. En azından kadınlar ve çocuklar için :))

26 Ağustos 2007 Pazar

Hükümeti ben kurmalıyım!..

Evet. İddia ediyorum. Hükümeti ben kurmalıyım. Kendim için birşey istiyorsam da namerdim. Gerçekten bak! Ama ben başbakan, seçtiğim kişiler de kabine olursa (hatta cumhurbaşkanı da var kafamda) o zaman bu memleket kurtulur. Bu kadar eminim kendimden...

Şimdi kabineyi açıklıyorum: Buradan kendilerine de çağrı yapıyorum. Herkes bana programını, hedeflerini yazacak, ben de buradan yayınlayacağım. Çok da ciddiyim, bak bu meseleyi ciddiye alın tamam mı? Güleni yolarım!

Cumhurbaşkanı: Annem; bu görevi ondan daha fazla hakkıyla yapabilecek bir insan tanımıyorum gerçekten. Topunu atar diğer ülkelerin, anayasanın, protokolün. Ona çok güveniyorum bu görev için.

Başbakan: Bendeniz. Gayet planlı, programlı ve onurlu bir başbakan olacağıma söz veriyorum. Mal varlığımı da açıklayayım: Hiç bir şey. İki dönem sonunda hiç bir şey olarak kalmazsa da asın beni. Yemin ederim, mutlu ölürüm, "ulan hakettim ben bunu, şerefsizmişim" diyerek...

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Teyzem DK. Beni, ben müsait değilken de en iyi temsil edecek kişi olacaktır. Üstelik diğer bakanları da idare edebilecek yönetim yeteneği kendisinde fazlasıyla var. Memleketin bana göre en önemli 3 sorunu olan; adalet, milli eğitim ve maliye bakanlıkları da direkt kendisine bağlı olacak. O da bana tabii. :)

Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı: BS. Yemin ederim kendi parasıymış gibi idare eder hazineyi. Kime ne gerekiyorsa o kadar, yok öyle devletin parasını çarçur etmek. Herkes üzerine düşen vergiyi ödesin bak nasıl artıya geçiyor hazine. Basamaklı vergi sistemi getireceğiz. Bütün vergi memurları, kontrolör ve tahsilatçılarının maaşlarını da 7.000 lira yapacağız, bugünün parası ile. 5 yılda bütün faiz borçlarımızı da öderiz. IMF'nin kıçına da bir tekme atarız. Güle güle!

Hükümet Sözcüsü ve Kadın, Çocuk ve Aileden Sorumlu Bakan: VD. Objektif ve insalcıl bir bakış açısıyla bu görevi hakkıyla yapacağından hiç şüphem yok. Zaten bu bakanlığın adı aslında "Toplumsal İlişkiler Bakanlığı" olmalı bana kalsa ama şu meseleleri halledelim de önce. Öyle inşallah... Kendisini aynı zamanda "Hükümet Sözcüsü" olarak da atıyorum. Çünkü yerli yabancı gazetecilerin saçma sapan sorularına en güzel cevapları kendisinin vereceğinden hiç şüphem yok! :)

Adalet Bakanı: SY. Annemin arkadaşı ve Türkiye'nin en iyi avukatlarından. Düşüncenin suç olmadığı, saçma sapan 5 kuruşluk tazminatların olmadığı, adil ve hızlı bir yargılama sisteminin oturtulması konusunda çok başarılı olacağına inanıyorum. Yargıç ve savcıların eğitimi, çok yüksek yaşam standartlarına kavuşması, açık çek maaş almaları, tüm yasaların yeniden gözden geçirilip düzenlenmesi, insan mutluluğuna ve suçu minimuma indirmeye dayalı bir sistem hayal ediyorum. Suçtan delile değil, delilden suça ulaşılan, son teknolojinin kullanıldığı bir sistem. Davaların bir kaç hafta içinde tamamlandığı bir sistem.

Dışişleri Bakanı: ES. Sadece 3 yabancı dil bildiği için değil, hem uluslararası politikada uzlaşmacı ama onurlu bir yol çizebileceğine güvendiğim, hem de kültürüne, görgüsüne, bilgisine kefil olabileceğim için.

Milli Eğitim Bakanı: ND. Fikirleri, adil bakış açısı ve anlayışı ile bence yeni nesillerin hakettikleri eğitimi almasında en iyi çözümleri geliştirecektir. Hem zarif, hem de demir bir lady olacağından hiç şüphem yok. Bütün öğretmenleri özel eğitime tabii tutacağız, maaşlarını mutlu yaşayacak seviyeye getireceğiz, yaşam standartlarını yükselteceğiz. En küçük köye kadar fırsat eşitliğine dayalı bir eğitim sistemi getireceğiz. Mesleki eğitime ağırlık vereceğiz. Araştırmacı, analiz yapan, sorgulayan bir eğitim olacak. Sınıflarda en fazla 20 kişi olacak. Gerekirse memleketin en önemli kaynakları buraya akıtılacak. Din gibi, müzik gibi, resim gibi göreceli ve şahsi konularda zorunlu eğitim olmayacak. İsteyen bunları seçmeli ders olarak alabilecek... Ve daha binlerce şey tabii.

Milli Savunma Bakanı: AA. Dayımdan daha iyi bu işi yüretibilecek adam olamaz. Tecrübeyse tecrübe, zekaysa zeka. PKK falan, 6 aya kadar tepeler hepsini. Biter gider o iş. Askerliğin daha profesyonel olarak, daha teknolojik olarak yapılan ve sadece "ha, ha!" demeye dayalı birşey olmamasını, öldürmek değil, savunmak için yapılmasını sağlayacağını düşünüyorum. Bir de işinde gücünde olan insanların zorla hayatlarından zaman çalarak asker yapılmasının engellenmesi de önemli tabii...

Maliye Bakanı: HG. Ona da bu görevde çok güveniyorum. BS ile çalışmaya ne der bilmiyorum ama aynı tarafta çalışınca çok başarılı olacaklarını biliyorum. HG çok başarılıdır bu konuda, Ali'ninki Veli'ye, Veli'ninki Mehmet'e. :) 2 seneye kadar düzlüğe çıkarız yemin ederim.

İçişleri Bakanı: GG. 3 aya kalmaz asayiş berkemal olmazsa hiç bir şey bilmiyorum. Muma çevirir herkesi. Cezaevleri öyle sıkılaşır ki yemin ederim kimse suç işlemek istemez. :) Polisin eğitim ve kültür düzeyini artırmak için büyük bir seferberlik başlatılması, hümanist ve adil bir sistem kurulması için Hazine desteğinin maksimuma çıkarılması ve bu insanların yüksek bir yaşam standartına kavuşturulması için çalışacak bir bakanlık olacak burası.

Bayındırlık ve İskan Bakanı: HS. Sadece mühendis olduğu için değil tabii. Hem çalışkanlığı ile hem de bu işteki bilgisi ile bence bu görevi hakkıyla yapacak kişidir. Burada yapılacak öylesine çok iş ve o kadar komplike projeler var ki. Gecekondulaşmanın tamamen engellenmesini, o insanların insanca yaşanan özel siteler yapılarak oralara yerleştirilmesi, yeşil alanların arttırılmasını mı diyeyim, devlet arazilerinin mide bulandıracak şekilde dağıtıldığı yerlerden geri alınmasını mı?

Sağlık Bakanı: NÖ. Evet bu onun alanı. Ama sadece bu yüzden değil insana değer verdiği için onu bu göreve atıyorum. Herkesin eşit muamele gördüğü, insana insan gibi davranıldığı hastaneler, mutlu doktor, hemşire, hastabakıcılar ve son teknoloji. En ücra yerlere kadar herkesin aynı hizmeti alabildiği bir sistem yaratacağız el birliği ile.

Ulaştırma Bakanı: MAY. Karayollarının hakimiyeti kalkacak bir kere. Demiryolu yapılacak, metro yapılacak, hava taşımacılığı yaygınlaşacak. Ulaştırmanın insan taşımak da demek olduğunu yeniden hatırlatacak çözümler geliştireceğiz. Her konuda temel felsefemiz "insan mutluluğu". Sal kamyonları sokağa, tıkıştır insanları minibüslere, yok öyle yağma...

Tarım ve Köyişleri Bakanı: OS. Buraya Osmanlıca Hocamı uygun gördüm. Kendisi ne der bilemem ama bu görevin altından hakkıyla kalkacağından eminim. Tarihçi olmanın da artılarını kullanacaktır mutlaka. Şu ağalık sistemini ortadan kaldıracak, toprak reformu yapacak, tarım yapana hakkını vereceğiz ve mutlaka ve mutlaka insan sağlığını önemseyen, son teknolojiyi devreye sokacağız.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı: SG. Kendisi teyzem olur. İnsanca bir çalışma sistemi ve emeklilik sistemi konusunda kendisine çok güveniyorum. Zaten maliye bakanlığının sisteminin iyi işlemesi ile bu konularda çok büyük gelişme kaydedeceğiz. Kimsenin utanmaz bir şekilde sahtekarlık yapmasına, işverenlerin SSK'dan para kaçırmasına, insanların ölen babasının maaşını almasına da gerek kalmayacak kadar adaletli ve insanca bir sistem olacak.

Sanayi ve Ticaret Bakanı: Buraya benim eski başkan yardımcım TE'yi uygun gördüm. Hem kafasının ticarete inanılmaz yatkın olduğunu bildiğimden hem de yaratıcı ve gerçekçi çözümler üretebileceğinden. Bir kere ülkenin her yerine sanayileşmeyi yayacağız, yok öyle ülkenin en verimli topraklarına hoop fabrika kondurmak. Çorak yerlere fabrika, verimli topraklara tarım, orman vs.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı: İşte zurnanın zırt dediği yer. HU. Bu bakanlık, Türkiye'nin elinde olan ama millete peşkeş çekilen, üzeri kapatılan, iyi değerlendirilemeyen tüm kaynaklarını ne pahasına olursa olsun devreye sokacağı gibi komşularımızla da onurlu bir ilişki içerisinde kaynaklarımızı eşit paylaşmamızı sağlayacak.

Kültür Bakanı: MH. Bu da en önemli bakanlıklardan biri bana kalırsa. Sadece öz kültür değerlerimizin bunca yozlaşmasına acilen bir son verilmesi değil, toplumsal gerilememizin en önemli sebeplerinden birinin kendi kültürümüze yabancılaşmamız olması. MH'nin terazi adaleti ile hem batılı anlamda çağdaşlaşmaya giden yolu çizecek çözümler üreteceğine hem de öz kültür değerlerimizle barışmamız yolunda adımlar atacağına güveniyorum.

Turizm Bakanı: Bence kültür bakanlığı ile birlikte çalışamayacak kadar önemli bir bakanlık. O kadar çok yapabileceğimiz şey var ki. Bürokrasiyi azaltarak, kaynaklarımızı doğru kullanarak, sadece denizi güneşi değil, elimizdeki muhteşem cephaneyi doğru yerlere aktararak dünyada en fazla turizm geliri elde eden ülke olmamız işten bile değil. Bu göreve EE'yi uygun gördüm. Hem bu konudaki bilgisi ile hem kültürü ile bence çok başarılı olacaktır. Büyük kampanyalar yapacağız hem de çok büyük...

Çevre ve Orman Bakanı: MG. Kendisi eniştem olur. Konuyla direkt ilgisi olmamasına rağmen, araştırmacı kişiliğiyle, sakinliği ile konuya hemen hakim olacağına, çalışmak için doğru insanları seçeceğine ve acil sorunlara başarılı çözümler üreteceğine inanıyorum. Yakında çöl olacağımızı göz önünde bulundurursak en büyük sorumluluklardan birini de kendisine yükledim, vallahi kolay gelsin, ne diyeyim...

Kabine hep benim seçtiğim insanlar olunca tabii akrabalar, arkadaşlar oldu. Kadrolaşma dedikleri böyle oluyor sanırım. Ama ne yaparsın, kaçınılmaz. Güvendiğim insanlarla çalışmak istiyorum, ben de haklıyım. Haydi bakalım, projeleri bekliyorum. Göreve ben adayım diyen başkaları olursa da açığım, gerekirse kadro değişiklikleri yaparız. :) Kim daha heyecanla, canla başla çalışacaksa o gelsin valla, bilemiyorum...

Gezentinin Allahı...

Annemin yanına taşındığımdan beri gezentinin allahı oldum. Eskiden insanlar yalvarırdı gel diye, şuraya gidelim, bunu yapalım, yok, ben mümkün değil evden çıkmazdım. Şimdi de kendimi sokaklara atmış durumdayım... İyi ki Cuma akşamı iş çoktu, çok geç çıktım ajanstan yoksa kesin yine takılırdım bir yerlere...

Ama dün akşamı boş geçmedik tabii. :) Ne yapacağım evde? Gerçi ND'yi çok ikna etmeye çalıştım, bak bana gel, annem de yok bu gece, balkon süper, mehtap muhteşem, üstelik MD ailesinin yanına gitti Didim'e, yani komple bekarız! Ama yok, bana mısın demedi. :) Ama haklı, diyecek lafım yok, bütün gün dükkanda, bir de 21:00'da çık, kalk gel Göztepe'ye, sahiden zor... ŞE tatilde, yazlıkta, Silivri'de. O yüzden o yoktu dün akşam... EE de gündüz annesinin zoru ile bir yere gitmiş, Cuma akşamı da dışarıda olunca; perişanım paramparça diye mızmızlandı ama biz yemedik tabii... :) Neyse dün bütün günü Facebook'ta fotoğraf albümü yapmakla geçirdim, itiraf ediyorum. İnsan bütün hafta o kadar yoğun çalışınca, sanırım kafayı boşaltacak bir şeyler arıyor. Bu da çok iyi geldi. External diskimdeki bütün fotoğrafları kurcalayıp, en sevdiklerimi oraya koydum, hepsine tek tek yazı yazdım derken, ooo, saatler geçmiş. Bir baktım akşamüstü olmuş, hava nasıl sıcak, aptala dönmüşüm, bir de notebook'un altı da yanıyor. Herneyse, niye bu kadar uzattım lafı bilemiyorum ama, attım kendimi duşa, oradan da Kadıköy'e... 20:30 civarı dükkandaydım. ND'nin İddia mağazasında yani. :)

Ya, bu iddiacılar çok komik insanlar. Ben bu kumar meselesinin bu kadar ciddiye alınmasını sahiden çok komik buluyorum. Hayat memat meselesi gibi davranıyorlar. Aman davransınlar tabii, arkadaşım da para kazansın, lafım yok da... Ne bileyim? :) Komik işte. Dükkanlarda bilgisayar ekranlarında maçlar sürekli geçiyor, insanlar geliyor soruyor, sonra kupon yapıyorlar, hop makineye sokuyorsun, aa maç başlamış mesela, nasıl bozuluyorlar görmeye değer. :)) Ama NÖ dün bir kupon yaptı, 4 maç ve tutturdu vallahi. 777 lira aldı hem de. Allah bereket versin de hiç bana göre değil bu işler. Ben de sayısal oynadım, ND'nin dükkanına her gidişimde oynarım zaten. 2 liralık bir kupon, sonuç sıfır ama olsun, bir gün bana çıkacak... :)))

21:00'de dükkanı kapattık, alarm da bir acaip ki, kurduktan sonra 40 sn içinde dükkanı terk etmen gerekiyor, yoksa maazallah ortalık ayağa kalkabilir. :) Bayağı stresli bir iş haa, koş koş kapıyı kapat, anahtarlar kilitle, demiri tak falan. :)) İkimiz de açız... Önce Kırıntı'ya gidip bir şeyler mi yesek diye konuştuk ama aslında kararımız da Moda İskelesi'ne gitmek çünkü mehtap süper ve tam denizin kenarında oturup bira ve bira tabağı söyleyeceğiz. Bira tabağı süper; içinde elma dilimli patates, minik köfteler, minik sosisler ve yine minicik sigara börekleri var. Bayılıyorum ben ona. Tavsiye ederim yani. Ve fakat bir gittik; Moda İskelesi tıklım tıklım. Hiç boş masa olmadığı gibi, garsona "kalkacak masanız var mı? diye nazikçe bir soru yöneltince "yok!" cevabı alıyorsun, müdanaa da yok yani. O yüzden vazgeçtik. Baktık, Koço çekici geldi, yer yoktur dedik, Cibalikapı Balıkçısı da iyi olabilir, bahçe falan ama sonra dedik bir şansımızı deneyelim. Ben, mehtap seyretme derdindeyim ya. :)) Neyse girdik, ben gayet kendimden emin koşa koşa girdim içeri masa bakınıyorum... Yaşlı, zayıfcacık ama deneyimli olduğu her halinden belli şef geldi yanıma "karadenizli misiniz?" dedi. "aaa niye" dedim "burnum yüzünden mi?" "yok canım" dedi, "çok cesursunuz da..." :)) Bu da böyle ileride gülünecek bir anektod olarak katıldı hayatımıza... Herneyse, setüstünde bir masa bulduk. Yerleştik. Bir küçük rakı, kavun, peynir, salata ve bir tane levrek söyledik. Süper menü vallahi. Bunu da tavsiye ederim. Tam iki kişilik ve mezelerle doymayıp, balığın da tadını çıkarabiliyor insan... Sonra EE'yi tacize giriştik, gel de gel diye... Dayanamadı tabii... Ama dedi ki "ancak yarım saat, bir saat kalabilirim, ona göre"... Ama biz yer miyiz? :)) Koço'dan neredeyse en son biz çıktık. Artık hesabı getirdiler, gidin diye. :) Sonra da EE'nin kardeşi EE (e haliyle!) ve arkadaşları Peron'daymış, oraya da uğradık, cila niyetine birer bira içtik... Saat 02:30'da da kalkalım dedik artık, ayıp. :)

Aaa, daha bitmedi. Bu sabah 10:00'da NÖ'nün telefonu ile uyandım. O ve SK (kız arkadaşı) ile brunch'a gitmek için sözleşmiştik... Kalktık, Kanlıca'ya Lacivert'e gittik. Allahım hava ne kadar sıcaktı, doğru dürüst yer de yoktu deniz kenarında. Biz banka, finans, reklamcılık, NÖ ile benim her zamanki eski komik maceralarımızın muhabbetine dalmışken etrafımızda koşturan çocukların da haddi hesabı yoktu. Büfe de zayıftı bana kalırsa. Ama deniz çok güzeldi bak, ona lafım yok. Yine de sevmiyorum artık bu muhabbeti. Sanki karavana, sanki görev yapıyormuşuz gibi kahvaltı etmeyi. Yok bir daha istemiyorum brunch mrunch. :))

Bu kadar gezentilik yeter, şimdi evdeyim... Yarın yeni bir hafta. Üstelik blog'a yazacak önemli bir konum var. :) Ona girişmem gerek. Memleket meselesi çünkü. :))

23 Ağustos 2007 Perşembe

"Mutluyum" diyen olsa kafamı kıracağım 2...

Herkes mutsuz. Hepimiz mutsuzuz. Zengini, fakiri, güzeli, çirkini, genci, yaşlısı. Amerika'da yapılan bir araştırmaya göre; teknolojik gelişmelerle gittikçe daha modern bir yaşama kavuşan insanlar 20 yıl öncesine göre çok daha mutsuzmuş. Ne kadar doğru. 20 yıl önce ne kadar da mutluymuşuz. Neşemiz yerindeymiş.

Oysa ihtilalin ilk yıllarıydı. Çok mutsuz olmamız gerekiyordu. Evdeki bazı kitapları gizli yerlere sakladığımız, aileden birilerinin ölümünün taze, uzak akraba bile olsa tanıdık birilerinin mutlaka hapiste olduğu yıllardı. Ülkenin geleceği belirsiz, herşey aşırı derecede durgundu. Yanılmıyorsam Dallas krizini yeni geçirmiştik. Televizyonda 2. kanal bile başlamamıştı. Videoları olmuştu bazılarımızın. Deli gibi videolar kiralayıp sabahlara kadar seyredip mor gözlerle dolaşıyorduk. Hala adalara gidip denize girebiliyor, hala evde mantı yapıyor, hala elde kazak örüyor, hala soba yakıyor, hala arada sırada hamama gidiyorduk. Mektup yazıyor, kart atıyorduk. Elektrikler hala kesiliyor, telefon orta sınıfa yeni bağlanıyordu. Bağlanan telefonlar da çoğunlukla 1970'li yılların başında başvurulmuş telefonlardı. Bilgisayar kişiselleşmemiş, sözcük olarak bile inanılmazlığını koruyor, bazı bankalarda hala facit makineleri kullanılıyor, cep telefonu "Uzay Yolu"ndaki acaip telsiz kol saati karışımı ütopya olarak görülüyordu. Ve biz lise günlerini, belki de yaşamımızın bir daha asla geri gelmeyecek en güzel yıllarını yaşıyor, çok aşık oluyor, çabuk unutuyorduk. Vay be, ne günlerdi. Güzel günlerdi.

İçimizde hep derin bir boşluk duygusu var. Kimi görseniz, kiminle konuşsanız tam olarak sebebini bilemediği bir nedenle mutsuz. Herşeyimiz var. Her türlü elektronik alet. 2'şer televizyon, dvd player, cep telefonları, bilgisayarlarımız, her tür mobilyamız var. En fakirimizin bile pek bir şeyden geri kalır yanı yok.

Ama içimizde derin bir boşluk. Bir eksiklik duygusu. Akşam yatınca uyuyamıyor, sabah kalkamıyoruz. İş tatmin etmiyor, sevdiğimiz biri varsa yetmiyor, para zaten hep problem. Ne oldu bize? Neşemize ne oldu? Yaz gecelerine ne oldu? Deli gibi kar yağan kışlar nereye kayboldular? Bahar çiçekleri bile bozuldu. Şimdilerde sokaklardaki fidanlara yapay çiçekler takıyorlar. Özlemden mi? Görgüsüzlükten mi? Birinin parlak bir fikri mi? Bilinmez. Tutunacak bir şeyler arıyoruz. Spor yapıyoruz. Reiki alıyoruz. Terapistlere koşuyoruz. Akupunktur, ayurveda, masajlar falan filan. Yeni bir yaşamımız var. Yeni değerlerimiz.

Hep geçmişi arıyor gözlerimiz. Çocukluğumuzu anlatırken, lise günlerini anlatırken, üniversite maceralarını konuşurken parlıyorlar sadece. Bugünden hiç birimiz mutlu değiliz. Erkekler kadınlaşırken, kadınlar erkekleşiyor. Mahalle gençleri, köşebaşı sohbetleri, bahçeler, ağaçlar, komşuluklar kayboldukça, herkes birey olmanın farkına vardıkça, duygu paylaşımları sanal ortama taşındıkça, cinsiyetler de kayboluyor adeta. Erkekler cilt bakımı yapıyor, kadınlar traş makinesi kullanıyor! Kadınlar iş hayatını daha çok önemsiyor, erkekler artık kendilerini kadınlardan sorumlu hissetmiyor. Kısacası herkes kendi hayatına bakıyor. Evlilik anlamını yitirirken, çocuklar artık boşanmalardan yara almadan kurtuluyor. Çünkü sınıflarındaki çocukların yarısından fazlası boşanmış ebeveynlere sahip. Zina yasaklansın mı yasaklanmasın mı tartışmaları sürerken evli insanların sevgililerinin olması artık doğal karşılanıyor. Herkes kendinden sorumlu. Herkes kendine hesap veriyor.

İstediğimiz buydu. Evet tam da buydu. Çalışalım, kendi paramızı kazanalım. Kimse kimseye karışmasın. Her türlü teknoloji yaşamımızı kolaylaştırsın. Kimse kimseyi yargılamasın. Güzel!Peki eksik olan ne? Fiziksel olarak herşey varken, duygularımızı mı yitiriyoruz yoksa? Nerede yanlış yaptık? Nerede hesap hatası? Hiç birimiz çözemiyoruz. Eksik ve mutsuz, tanımlanamayan iç sıkıntımızla... Gidiyoruz, geliyoruz... Gidiyoruz, geliyoruz... Gidiyoruz, geliyoruz...

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Hayata döndüm...

Evet sonunda hayata döndüm... Bu 3 gün çoook uzun zamandır yaşamadığım kadar yoğun ve stresli bir 3 gün oldu ama sonu iyi bitti. O yüzden rahatım şu anda. :)

Yeni bir bilgisayar aldım. Evet. Son zamanlarda kendime yaptığım en güzel şey olan bilgisayarım HP Pavillion dv6000 modeli. 2 gb RAM ve 160 gb da diski var. Çüş! dediğinizi duyar gibiyim. :) Haklısınız ama AMD işlemci olduğu için fiyatı çok iyiydi. Ben de abarttım biraz ama pişman olduğumu da söyleyemeyeceğim. Tabii bu son günlerin yoğunluğundan kendisine de yeterince zaman ayıramadım, üzülmüştür garibim ama daha çok şeyler yazacağız birlikte. :) Bu arada Microsoft Office'in kopyalamalara karşı ortaya çıkardığı yeni yöntemleri de keşfediyorum. Artık Microsoft Office satın aldığında CD vermiyorlar. Makineye daha önceden program yüklenmiş oluyor, sen programı satın alınca onu aktive ediyorsun. Yalnız benim makineme (satış temsilcisi yüklü olduğunu söylediği halde) önceden yüklemedikleri için 4 saat uğraşıp bir de deneme sürümü yükledim. Sonra aktive etmeye kalktığımda da şifreyi kabul etmedi. Dün gece 2'ye kadar onunla uğraştım ama başaramadım. Gold Bilgisayar'daki satış temsilcisine selamlarımı ileteyim buradan. Neyse bir şekilde hallolur. Ama artık kopya program kullanmak biraz olanaksız hale gelecek galiba, ben aldığım programı başka bir bilgisayarda aktive edemiyorum. Belki artık fiyatları da düşürürler biraz. Programlar gerçekten çok çok pahalı.

Kızlarla günlerdir görüşemedik. Hepimiz bu durumdan şikayetçiyiz. Bu akşam biraz umutluyduk ama bu akşam da ND ve MD'nin evlilik yıldönümleri. 3. yılları bitti. Nice yıllara diyeyim buradan da, sizi seviyorum çok canlarım benim. ŞE tatilde, Silivri'de. EE ile biz de (genelde benzer şeyleri yaşadığımızdan olacak) bedbaht geçen 2 günden sonra çok daha iyi olduğumuzu konuştuk az önce.

Ajans keyifli. Yeni arkadaşlıklar da başlıyor yavaş yavaş. Diğer direktör arkadaşım MM (adı da bir hoş) çok şeker bir insan. Kaynaştık şimdiden. Dünyada gördüğüm en zayıf ama en güzel kadın bu arada. :) 2 bacağı benim 1 bacağım kadar diyebilirim. Üstelik ben de bayağı kilo verdim, normal halime döndüm. O sigarayı bırakma macerasından sonra aldığım 8 kiloyu verdim en azından. :) Sonra kreatif direktör arkadaşım var FS. O da eski Y&R'lı. Çok cool ve düzgün bir adam. Patronlar zaten süper adamlar. Onların varlığından daha çok faydalanmamız gerek tabii. Ekip de hep düzgün insanlar. Ajansın en önemli artısı bence herkesin "iyi" insan olması. Sorunlar her yerde var ama insanlar iyi olunca sorunlar küçülüyor sanki. İş çok ama ben ajanstan mutluyum. İş zaten çok, hep çok, hep çok acil, her yerde de böyle. :)

Haftasonu Çorlu'ya gittik. Kuzenimin doğum günüydü. Oradan hormonsuz, tarlada kendi kendine yetişmiş karpuz getirdik. Çocukluğumun karpuzları gibi kocaman çekirdekliler. O kadar muhteşem ki, yedim karnım kocaman oldu. :) Ne kadar da tadı güzel doğal sebze ve meyvelerin. İnsanın alışveriş yapmak için sürekli şehirlerarası yolculuk yapası geliyor.

Şimdi balkona çıkacağım, ayaklarımı uzatıp yarım ayı seyredeceğim. Dün gece ay denize muhteşem yansıyordu, büyük EE buradaydı. Onun ay manyaklığı malum; sonradan ay sapsarı, en son da turuncu oldu. Olağanüstüydü. Bu akşam da aynı güzelliği görmek, tadını çıkarmak gerek... Çekeyim kürekleri rüzgara karşı...

19 Ağustos 2007 Pazar

Güçlü Kadınlar...

Bu yazı benim değil, Aylin Kotil Sarıgül'ün bir yazısı, hatta oldukça da eski. Çoğunluk okumuştur belki de. Eski dosyalarımı karıştırırken buldum, bir kez daha hoşuma gitti, koyayım dedim günlüğe...

Güçlü kadınlar vardır, her işlerini kendileri halletmeye çalışan. Anne babaları tarafından böyle yetiştirilen. Onlar kendi paralarını kendileri kazanmak isterler. Evdeki tüm tamirat, tadilat işlerinden anlarlar. Bir erkeğe mecbur kalmadan da hayatlarını devam ettirebilirler. Faturalarını kendileri yatırırlar. Hemen hemen tüm işlerini kendileri yaparlar. Hatta etraflarının yükünü de üstlenirler. Özgürlüğü severler, dik durmayı da, güçlüdürler çünkü…

Aşık olduklarında hissederek yaşarlar. Aşklarına kurallar koymadıkları gibi büyük beklentilere de girmezler. Sevdiklerine problem çıkarmazlar. Bütün gün çalışıp durduktan sonra, akşamları yorgun da olsalar sevgilileri buluşalım dediğinde, hemencecik hazırlanıp sevgililerinin onları evden almalarına gerek kalmadan, o her neredeyse onun olduğu yere giderler.

Çoğu zaman sevgililerinin ya da kocalarının haberi bile olmaz yaşadıkları sıkıntıdan, yansıtmazlar çünkü. Para var mı, işyerinde sıkıntı mı oldu, birine canı mı sıkıldı, hiç bunlarla yormazlar birlikte oldukları erkeği. Çünkü istemezler kimse onlara acısın. Sonra da bir bakarlar ki, bu kadar dik durmanın ve sorun çıkarmamanın karşılığında gerçekten de kimse onlara acımaz. Bu durum zamanla gelenekselleşir ve acınmama ile sorun çıkarmama hali yaşam tarzına dönüşür. Eskaza dayanamayıp sorunlarını paylaşmaya kalksalar, bu sefer de sorunlu kadın, kaprisli kadın, tahammül edilmez kadın damgasını yerler. Bu yüzden de terk edildiklerinde bile hiç seslerini çıkarmaz bu güçlü kadınlar! Terk eden erkek de bilir onun ne kadar güçlü olduğunu ve onsuz da yaşayabileceğini, içinde yaşadığı fırtınalardan bihaber.

Sonra bir dosttan, eşten ya da tanıdıktan duyarlar ki onu terk eden gitmiş erkeğe muhtaç yaşamak zorunda olan biriyle beraber olmaya başlamış. Erkekler çok severler böyle kadınları. Birinin ona muhtaç olduğunu görmek bir çok duygusunu okşar erkeğin. Onlara kendini erkek gibi hissettirir! Bu zayıf kadınlar erkeklere bağımlıdır. Mesela fatura filan yatıramazlar, anlamazlar çünkü. Nerden yatırılır onu da bilmezler. Ev ya da yemek alışverişi de yapmazlar, çünkü taşıyamazlar onca torbayı. Hep yorgun olurlar, bütün gün spor salonları, kuaför, o mağaza, bu mağaza gezerler. Akşama yemek yapmaya fırsat bulamazlar. Akşam eşleri eve geldiğinde, bugün nereye yemeğe gidelim, diye sorarlar. En kötü ihtimal dışardan yemek söylerler. Zayıf kadınlar doğurdukları çocuğa bakacak gücü de kendilerinde bulamazlar, pamuklar içinde yaşamaya alışmışlardır bir kere. Kendilerini hep altın tepsi içinde sunarlar. Huysuzluk da ederler ama bu erkeğin hoşuna gider çünkü kadın ona muhtaçtır, söylenmeyen güçlü kadının aksine hiçbirşeyi beğenmedikleri gibi devamlı da mutsuzdurlar. Pek teşekkür etmezler, kıskançlık krizlerini de severler. Kocasının ve sevgilisinin hayatlarını karartırlar. Erkekler bu kadınları asla terk edemezler. Çünkü o güçsüz, kırılgan bir kadındır. Ayrılırsa kurda kuzuya yem olur. Koruyup kollanmalıdır her an o!

Zayıf kadınlar hiç çökmez, buruşmaz ve yıpranmazlar. Ancak işin ilginç yanı her zaman daha değerli olanlar da onlardır. Ve geride kalan güçlü kadınlar tüm bunların nasıl gerçekleşebildiğine sadece bakakalırlar.

18 Ağustos 2007 Cumartesi

Bir insanı niye seversin?

Bilmem...

Kara kaşı kara gözü için mi?.. Güzel diye mi yani düpedüz?..
Sana ilgi gösterdiği için mi?.. Sana ilgi göstermediği için mi yoksa? Hani kaçan kovalanıyor ya!..
Sana çok iyi davrandığı için? Ya da tam tersi kötü davrandığı için? Hani hırs yapar ya insan...
İşine geldiği için olabilir mi? Sana hediyeler aldığı için, zengin olduğu için desene şuna?!..
İyi bir insan olduğu için, akıllı bir insan olduğu için, fedakar bir insan olduğu için, esprili bir insan olduğu için, arkadaşların da onu çok sevdiği için vs. vs. vs...

Düşünüyorum, bunların hepsi ya da hiç biri olabilir.
Bazen hiç bir neden olmayabilir...
Bazen sadece o olduğu içindir...
Sadece söylenen bir iki söz tetiklemiştir... Sadece bir an.
Öyle kısa bir an ki; içilen bir kadeh içki, birlikte seyredilen gökyüzü, deniz kenarında içilen bir çay, onu bir şey yaparken seyretmek, ilk tanıştığın andaki o duygu, zor bir an, zorlu bir işi birlikte kotarmak, telefonda içten söylenen bir günaydın gibi onlarca örnek başlangıcı olabilir derinden hissedilecek bir sevginin...
Kredi baştan yüklenmiştir. Bundan sonra iyi kötü hiçbir şey o sevgiden vazgeçirmez insanı. Onlarca kazık yesen, onlarca kere hayal kırıklığına uğrasan, onlarca kere kırılsan, bağıra çağıra kavga etsen, bir an gelip nefret ettiğini düşünsen yine seversin, sevmeden duramazsın...

Neden aramazsın, nasılı yoktur. Sebepler bir çoktur ama aslında yoktur.

Türbanlı Latife...

Yılmaz Özdil'in bugünkü yazısı yine, çoğu zaman olduğu gibi duygularıma tercüman olmuş, buraya koymadan edemedim.

Türbanlı Latife...

LATİFE Hanım ile Hayrünnisa Hanım’ı birbirlerine benzetiyorlar.
Benzetsinler de...
Allah korusun.
Sonları benzemesin!
Çünkü her yaptığını yapacaklarsa Gazi’nin...
Çankaya’ya çıktıktan iki yıl sonra boşaması gerekiyor Abdullah Bey’in, eşini...
O boşamıştı.
Niye boşamıştı derseniz...
Latife’nin babası söylemişti:"Bu kız kendisinin cumhurbaşkanı eşi olduğunu unutmuyor ama, eşinin cumhurbaşkanı olduğunu unutuyor!"
Yani?
Oturduğun koltuğun, oturma odası koltuğu olmadığını; "devlet için" ne manaya geldiğini unutmamak lazım...
Mesele budur.
Ve, aslında şudur...
Niye yaptı Şapka Devrimi’ni?
Batı tarzı giyim kuşam için.
Ama daha önemlisi...
Sokağa baktığında "kim devrimden yana, kim değil, devrime destek artıyor mu, azalıyor mu" ilk bakışta görebilmek için...
Şak diye görüyordu.
Aksini iddia ediyorlar ama...
Türban da böyle bir şeydir.
Sokağa baktığında "kim yana, kim değil" ilk bakışta görüyorsun...
Şak diye.
Örnek mi vereyim?
Vereyim...
Mesela, dünkü Hürriyet’in ekonomi sayfasında vardı...
Uzmanlığı "kadın" olan, ünlü kozmetik markası Oriflame’in Ceo’su Magnus Brannström, ne demiş?
"Kadınlar seçimden önce de kadındı, seçimden sonra da kadın... Makyaj yapmaya devam ediyorlar. Ama Türkiye ve Endonezya’da daha çok kadın kapanmaya başladı. Başını örten sayısı artıyor. Böyle bir trend var... Bu durumu, havalimanından şehre girerken görmek mümkün."
Neymiş türban?
Trend.
Nereye benzemişiz?
Endonezya’ya.
Nasıl görmüş?
Şak diye.
Bu çerçevede...
Abdullah Gül, Çankaya’ya çıkarsa, Türkiye yine cumhuriyet olur mu? Olur.
Ama Atatürk’ün devrim cumhuriyeti değil...
Başka olur.

17 Ağustos 2007 Cuma

Cuma akşamları...

Cuma akşamlarının kendine has bir büyüsü var. Lisedeyken çok daha güzeldi tabii ama çalışma hayatında olunca da ayrı bir keyfi oluyor. Cuma genelde; hele de bizim gibi reklamcılar için kabus bir gün. Mutlaka haftasonuna yetiştirilecek ilanlar, müşterinin haftasonu basılı olmasını istediği bir kartvizit, en geç Pazartesi sunulması gereken bir iş olduğu için Cumalar stres yüklü, koşturmacalı ve bol bağrışmalı günler oluyor. Ama akşam bu saatler olunca da, o telaş neredeyse bitmiş, ajansa tatlı bir yorgunluk çökmüş, çoğunluk bir sigara yakmış bir köşede sohbete dalmış oluyor.

Cuma akşamları arkadaşlarla buluşmak hatta bir iki duble rakı da güzel, yok ben eve gideceğim, ayaklarımı uzatıp dinleneceğim de... Hava hafif yağmurlu hatta karlı ise de güzel, haftasonu evde kalabilme özgürlüğünün verdiği bir rahatlıkla; güneşli ise daha da güzel, haftasonu da böyle geçerse ne güzel olur duygusuyla... Evde seyretmeyi çok istediğin bir film varsa, dünden kalan en sevdiğin yemek varsa, arkadaşlarla bir program varsa, merak ettiğin bir kitap varsa, çoktandır gelmesini istediğin birileri geliyorsa, yarın yapacak güzel bir şeyler varsa, hele de Cuma akşamı ay sonu olup maaş da aldınsa... Hele de haftasonu yollara düşüp, sevdiğinle 2 günlüğüne bir yerlere kaçmak varsa ucunda... Cumalar güzel işte. Cumaları seviyorum. Cumalar umut veriyor insana...

16 Ağustos 2007 Perşembe

Akşamdan çıkan sonuç...

Dün akşamki maçtan çıkardığım sonuçlar şöyle:

Bizim takım oynamıyor, geziniyor.

Bizim takımda işçi yok, hepsi patron, yavaştan yavaştan hareket ediyorlar. Top ayaklarına gelirse ne ala!

Marko; ay pardon Mehmet Aurelio moralsiz, belli. Ama neden?

Yıllardır seyrettiğim Fenerbahçe'den önemli bir fark var. Takımda defans var, forvet yok. Yani demem o ki aman gol yeriz diye değil, ulan gol atamayacağız diye heyecanlanıyor insan.

Gol attık da nasıl oldu anlamadım, adamlar 3 atardı ama çok kötüymüş canım Anderlecht. Bizim belediye takımı bile yener bunları. :)

Hakem de (İngilizdi galiba) bir manyaktı, ilk yarıda boyuna faul çaldı saçma sapan yere, ikinci yarıda düzeldi ama.

Stadda boşluk çoktu. Sanırım kartlardan satılmayanlar var. Kart alma şansımız hala var diye mi sevineyim yoksa tüh kartlar satılmıyor diye mi üzüleyim?

Önümüzde Araplar vardı. Ahmet Hassan'ı seyretmeye mi gelmişler diyecektik ama koyu Fenerbahçelilerdi. :)

Arkamızda da 2 teknik direktör vardı, daha doğrusu biri teknik direktör diğeri yardımcısı. Maç boyunca 10 saniye susmadılar. Sus para vereceğim diyecektim ama utandım.

Önümüzde turkuaz formalı kız da süperdi, hiç küfür etmeden çok sinirlenmeyi başaran bir yapısı vardı, keşke ben de yapabilsem!

Stadda yeni bir trend var, herkes şıkır şıkır fotoğraf çekiyor.

Kıraç'ın yaptığı marş da bir güzel ki ama sözlerinin tek kelimesini bilmiyorum daha.

Roberto Carlos'la ilgili fikrim hala değişmedi. Yani iyi hoş da... Ne yani?

Fenerium'dan çıkış, cehennemden bir telaş çıkış gibi. Fenalık geçirecektim ama yanımda VD vardı, onu zor durumda bırakmamak için dayandım yemin ederim. HG ve AK maça 5 dakika kala çıkalım diye ısrar ettiler, boş yere etmemişler.

Bir küçük bardak su hala 2 YTL. Yuh! demek istiyorum. Ayıp ama hakediyorlar.

Fenerbahçe bana kalırsa bu yıl her zamankinden de kötü ama şov devam ediyor, yalnız benim artık hiç maça gidesim yok vallahi. Galatasaray maçına giderim olsa olsa. Zevk vermiyor takım. Gerçi yine Şampiyonlar Ligi'ne gideriz herhalde. Aman ne bileyim ben! "Aşk cefa ister" işte. :)) Akşam itfaiye kapısının üzerinde bu afiş vardı. Hakikaten tam bizim takıma göre bir söylem. Yazana helal!

14 Ağustos 2007 Salı

Özlemek...

Öylesine özlemek ki...

... içinin bir yerlerinde bir şeylerin yandığını, ufak ufak seni yediğini hissetmek... Normal hayatına devam etmeye çalışırken özlemek... Yemek yemeye çalışırken, kitap okumaya çalışırken, toplantıdayken, düşünürken, yürürken, araba kullanırken hiç aklından çıkmamacasına özlemek... Neden özlediğini tam olarak anlamlandıramadan özlemek... Yağmuru görünce, güneşi görünce, bir şey okuyunca, bir şey yediğinde, bir kelime söylediğinde, aynaya bakınca, yatağa yatınca özlemek... Neyini özlediğini tam olarak bilemeden özlemek... Telefonla konuşmak, konuştuğunu fark etmeden özlemek, yazı yazmak, ne yazdığına tam olarak hakim olamadan özlemek, konuşurken, karşındakinin ne dediğine aklının yarısını ayırarak özlemek... Aramak isterken, aramaktan vazgeçerken, elin hep telefona giderken özlemek... Bakıp bakıp, yüzüne bakarken bile özlemek... Özlemekten usanarak özlemek... Yanındayken bile özlemek...

Böylesine özlemek... İçten, derinden, yürekten, beyninin tüm hücreleri ile özlemek...

Böylesine özlemek, ne kadar gerçek?

Kırmızı Eşarp...

Cengiz Aytmatov'un hikayelerine bayılırım zaten. Bu da en güzellerinden biri. Bir de "İlk Öğretmenim"dir ama o ayrı bir yazı konusu. Herneyse; bu akşam CNN Türk'te "Oradaydım" programında konu "Selvi Boylum Al Yazmalım"dı. Benim hayatta en sevdiğim filmlerdendir. Bence bir yönetmenlik harikasıdır. Müziği, kurgusu ve tabii senaryosu da. Senaryo da Ali Özgentürk'ünmüş. Unutmuşum, utandım. Anlatan kişi Türkan Şoray'dı. Öylesine heyecanla, sevgiyle anlattı ki filmle ilgili herşeyi, çok özendim. Keşke o sette olabilseydim, keşke böyle bir filmin yapılışında olabilseydim diye düşündüm işte. Aklımda kalan o kadar çok plan, diyalog var ki. Hele de son sahnede "sevgi neydi? sevgi emekti..." diye giden, ana karakter Asya'nın kafa sesi. Kadının eski kocasını yolda beklemekten vazgeçip, Cemşit'i merak ettiği ve yola çıktığı sahne. Samet (küçük oğlan), Cemşit ve Asya türkü söyledikleri o sahne. Bunlar da konu edildi bugün, çoğu en azından. İlginç olan filmi, daha doğrusu bu senaryoyu yapma fikri Türkan Şoray'ınmış. Bilmeyenler için; Yeşilçam Filmcilik kendisine gelmiş; o, gelen senaryoları beğenmemiş. "Sizin bir fikriniz var mı peki" demişler. O da okumuş Cengiz Aytmatov'un "Kırmızı Eşarp" adlı bu hikayesini ve "onu yapalım" demiş. Helal olsun kadına. Sonra Ali Özgentürk yazmış işte senaryoyu. Atıf Yılmaz'ın öyle ilginç kurgu detayları var ki filmde. Hele son sahnede, kamyonun aynaları ile bütün duyguyu anlatması kayda değer gerçekten. Müziği yapan Cahit Berkay'ın da hakkını teslim etmek gerek. O da efsane bence.

"Sevgi neydi" diyor Asya film boyunca ve sonunda cevabı buluyor. Aşk; deli gibi akan dere, rüzgarda savrulan yapraklar, içine gelen o kıpırtı, heyecan duygusu... Ama sevgi; bütün bunlardan sonra güneşin çıkması, durulma ve o güven duygusu işte. O yumuşaklık, sıcaklık, emek verme. Ne muhteşem anlatıyor film bütün bunları. Çok çok seviyorum bu filmi. İyi ki bu program varmış bu akşam.

VD'nin şiirleri...

"Lane Moje" adlı şarkının üzerine yazılmış sözler bunlar...
Dinlemek isteyenler için; http://www.youtube.com/watch?v=ByJ3eeBsktw
Ben çok etkilendim, bence muhteşem sözler...

yatakta kal küçük kız
büyümedin o kadar
dışarısı senden büyük, kanatsız çıkamazsın
uçmana çok vakit var

süt ve ekmek kokuyor
hayat parmaklarında
pamuktan hafif kalbin
bu acıya dayanmaz
terlemişsin küçük kız
hayat avuçlarında
sıkıntını bana ver
böyle terli durulmaz

uzansan yetişmiyor
ayak parmaklarında
camlardan kırık kalbin
bu acıya dayanmaz
ağlamışsın küçük kız
düşmüş avuçlarıma
sıkıntını bana ver
ve ne olur gül biraz
ve ne olur gül biraz

13 Ağustos 2007 Pazartesi

İnsanız...

İnanıyoruz, güveniyoruz, şaşırıyoruz, oturuyoruz...
İnanıyoruz, bakıyoruz, anlamıyoruz, boş veriyoruz...
İnanıyoruz, görüyoruz, yanılıyoruz, affediyoruz...
İnanıyoruz, olmaz diyoruz, hayır diyoruz, unutuyoruz...
Yaşıyoruz, görüyoruz, yeniden inanıyoruz, yeniden şaşırıyoruz, yeniden affediyoruz.
İnsanız.

İki yol var demiştin...

Neden soruyorsun
Nereye gideyim
İki yol var demiştim
Hangisini seçeyim
Korkma bebeğim hepsinin sonu aynı
Çok yukarlarda biri mumları yaktı

Neden soruyorsun
Nereye gidiyorum
İki yol var demiştim
Birinden gidiyorum
Gözyaşları bebeğim hepsinin sonu aynı
Birinin eksiği birinin fazlası

Birden bire boşalan yolların ortasındayım
Hedefler hep çok çok kolay olmuştu
Birden bire boşalan yolların ortasındayım
Hedefler hep çok çok kolay olmuştu

Nereye nereye gideyim
Nereye nereye nereye gideyim

Birden bire boşalan yolların ortasındayım
Hedefler hep çok çok kolay olmuştu
Birden bire boşalan yolların ortasındayım
Hedefler hep çok çok kolay olmuştu

Nereye nereye gideyim
Nereye nereye nereye gideyim

Korkma bebeğim hepsinin sonu aynı
Çok yukarlarda birisi beni aldı
Korkma bebeğim hepsinin sonu aynı
Çok yukarlardan birisi beni aldı

Mavi Sakal'ın "İki Yol" adlı şarkısının sözleri...

12 Ağustos 2007 Pazar

Manyaklık diz boyu...

Gazeteleri okuyunca konu bitmiyor ki...

G-string külotların kadınların orasına burasına sürtünerek onları tahrik ettiğini söyleyen sapık manyak (bir de reklamcıymış, bu daha da güzel) bunun kirli reklamcılığın dili olduğunu söylemiş. Sanırım t-box iletişimini kastediyor olmalı. İyi de t-box markası ortaya çıkmadan vardı zaten g-stringler. G-stringler cinsellik satmak için ortaya çıkarılmışmış, ulan basbayağı önünde pantalonla yürüyen kadının donunu seyretme diye çıktı g-stringler ortaya. Kadınlar (kötü kötü konuşmak istemiyorum ama dayanılacak gibi değil) kıçlarına 1 beden küçük don giyip sonra donun çizgisini herkes arkadan seyredince, akıllının biri bu izden kurtulmak için g-stringi yarattı. Ama insanların saçlarının görünmesinin cinsel olarak çekici olduğunu düşünen sapık zihniyet zaten g-stringleri haydi haydi bu konuyla bağdaştıracaktır. Ne diyeyim ki?

Gayrettepe'deki Emniyet Müdürlüğü'ne şoförsüz araba girmiş! Tabii olayın aslı şöyle, adam arabasını yokuşa park etmiş, muhtemelen de el frenini çekmiş ya da el freni bozulmuş olmalı ki araba kayarak Emniyet Müdürlüğü'nün güvenlik kulübesine dalmış. Muhtemelen sıcaktan şaşkın şaşkın etrafı seyreden kapıdaki polis de, zavallı, son anda kaçarak kurtulmuş :) Ya, yemin ederim bu olay gerçekten sadece Türkiye'de olabilecek bir şey işte...

Daha bitmedi. Geçenlerde, Sivas'ta, 24 kişilik bir fındık işçisi kafilesini taşıyan minibüs devrilmiş, herkes ölmüştü ya, tabii o minibüs aslında 12 kişilikti! Bu kez de 22 kişiyi taşıyan bir minibüs devrilmiş, Diyarbakır'da. Şoför de şöyle demiş: "Çok fazla yolcu vardı, bagaj yüke dayanamadı!". Haa, bir de uyumuş zavallı, ne yapsın, yorgun! Delirmemek işten değil ne diyeyim...

Daha bunlardan çok var da yüreğim kaldırmıyor...

Yarma Şeftali...

Düşünün... Bir manav... Manava giriyorsunuz, parolayı söylüyorsunuz.... "Yarma Şeftali". Gayet anlamlı :) bu iki kelimeyi sarfedince, hoop! kendinizi manavın arkasında özel hazırlanmış bir aşk odasında buluyorsunuz. Manav diye iki kilo domates, bir kilo şeftali almaya gittiğiniz yer, doğru kelimeleri söylerseniz bir "kar"hane'ye dönüşebiliyor. Arkada bir bayan hazır bekliyor. Vizite 40 lira. 20'si manava, 20'si kendine. Ne kadar ucuz değil mi? 4 kilo şeftali parası, hem de yarma cinsinden.

Dünyadaki acılara bazen aklım ermiyor. 40 lira eden şeylerin bir listesini yapsan, ona bir "kadın"ın da dahil olmasına mı yanarsın, o kadının orada, manavın arkasında o iki kelimeyi söyleyecek insanı beklerkenki ruh haline mi yanarsın? İlk okuduğumda Hürriyet gazetesindeki bu habere çok güldüm, bir kaç dakika sonra aklım başıma geldi, güldüğüm için kendi zavallılığıma ve sığlığıma ağladım...

11 Ağustos 2007 Cumartesi

Mutluluğu nasıl tarif edersin üstad?

Mutluluğu nasıl tarif edebilirsin ki?

Yani yağmurlu bir günde işe gitmek yerine evde, camın önünde oturup, en sevdiğin kitabı okurken ayakların da sıcacık kalorifere değerken mutluyum diyebilir misin? Ya da yemyeşil ağaçların çevrelediği bir yolda yavaşça araba ile giderken hafif bir yağmur çiselese ve açık camlardan içeri toprak kokusu dolsa ve güzel bir müzik çalsa hafiften ve çok ama çok güvendiğin birisi kullanıyor olsa arabayı, daha mutlu olduğun bir an olabilir mi? Ya da çok uzun zaman önce kırdığın ve aramaya bile cesaretin olmayan insanın telefonunu çaldırdığını duysan ve kalbin yerinden çıkacak gibi çarpsa bir an tereddüt içinde cevap verirken ve sana kırgın olmadığını anlasan sesinden daha mutlu olamazdım demez misin acaba? Şöyle bir şey de olabilir örneğin: çok ama çok büyük bir maddi sıkıntı içindeyken tesadüfen aldığın bilete en büyük ikramiye çıksa ve bütün sıkıntıların o an bittiğini hissetsen bu da dünyada en mutlu olabileceğin an olabilir belki de. Ya da çok uzun zamandır hayalini kurduğun bir şey başına gelse ve ona sarıldığın an, kollarının arasında yatarken mutluluktan o an öleceğini düşünsen ve gözlerini kapatmaktan çekinsen kaybolacağından korkarak ve belki de bir daha aynı anın hiç tekrarlanmayacağını bilsen ama yine de dünyanın en mutlu insanı olsan. Ya da ne bileyim çok emek verdiğin diplomayı almak için sahneye çıktığında o yürüyüşü yaparken ve seni çok özel birilerinin gururla seyrettiğini bilsen ve o bir kaç adım boyunca dünyanın en mutlu insanı olduğunu düşünmez miydin? Belki de herşeye rağmen sevdiğin insanla birlikte yarattığınız insan yavrusunu doğurduğun an onu kucağına verdiklerinde ve o minicik, korunmasız şeye ömür boyu göz kulak olmak için kendi kendine yemin etsen ve kendini çok ama çok yetersiz hissetsen ve çaresiz ve korkak ve sevdiğin elini tutarken ve birlikte ona bakarken tarif edilemeyecek kadar mutlu olduğunu hissedersin herhalde. Ya da en bedbaht halinde çok sevdiğin biri iki tane uçak bileti ile gelse sen tüm ümidini kesmişsen gitmekten ve İtalya'ya örneğin gidiverseniz elele hiç beklenmedik bir anda, mutluluk ona benzer bir şey olabilir mi?

Mutluluk gerçekte nedir ki? Birçok kısacık anın anılarda kalan ve zaman zaman anımsanan yansımaları mı? Güvenle, sıcaklıkla, sevgiyle, ışıkla, kokularla birleşen...

10 Ağustos 2007 Cuma

Moda'nın adı, Ali Usta'nın tadı...

Yıllar sonra gençliğimdeki çalışma saatlerine dönmüş olmanın verdiği zorunluluk, bu akşam ZB'yle yaptığımız programı da tamamen tersine çevirdi. Ben işten çıkınca karşıya geçeceğime, o Anadolu yakasına geldi. Aslında 19:15 vapuru ile geçecekti, ben de onu Kadıköy'den alacaktım, ama (allaha şükür) o vapuru kaçırıp 19:45'e kaldı, ben de ajanstan zar zor çıkabildim...

Sonuçta akşam programımız Moda olarak değişti. Ben, güya Kadıköylüyüm, Moda'da nereye gitsek diye düşünürken, Zeynep, Mecidiyeköylü haliyle süper bir fikir koydu ortaya, Moda İskelesi'ne gittik. Moda İskelesi artık bir cafe-restaurant. Bira içtik, bir de bira sepeti diye bir şey var: Patates, sosis ve sigara börekleri ile dolu bir sepet. Süper bir şey. Tabii uzun zamandır görüşemediğimiz için de bol muhabbet. Ana konu da babam ve nasıl karşılaştığımız, neler konuştuğumuzdu elbette.

Moda İskelesi'nin manzarası olağanüstüdür. Sol yanda Moda koyu, sağda Fenerbahçe burnu ve fener, onun yanında adalar. Deniz de muhteşemdi, işin ilginç tarafı, denizde yüzen de bir bayan vardı. Bir müddet şaşkınlıkla ona baktık, sonra normale döndük. O kadar çok rüzgar vardı ki, nasıl üşümeden yüzüyordu o denizde, aklım şaştı... Kandil falan dinlemedik, bira içtik, pişman değilim vallahi, bütün haftanın yorgunluğunu üzerine kendimi affediyorum. :)

Önümüzdeki hafta ajansımızda birçok insan izinli, o yüzden bu haftasonu çok iyi dinlenmem gerekiyor, çok büyük olasılıkla daha da yoğun bir hafta olacak. Ama stres yok. Nasıl olsa ne olacaksa olacak, şimdiden kendimi bunaltmayayım, bu akşamın ve güzel gecenin tadını çıkarayım.

Ha, unutmadan, Ankara'da 13 yıldır Melih Gökçek'e oy verenlere de selam olsun, susuzluktan delirmek üzerelermiş. Melih Gökçek'in; tatile çıkın, 2 günde bir değil 3 günde bir yıkanın, tuvalete girmeyin gibi süper parlak fikirlerini de tebrik ediyorum, gerçek çözüm üreten başkan budur, helal olsun! Bakalım İstanbul'u ne zaman bulacak bu bela...

9 Ağustos 2007 Perşembe

ES'den alıntılar...

Evdeyim... Sıcak... Sigara... Kültablası... Gece... Sesler... Ben... Şu anda...

ARZ-I HAL

sen düşünce akla
bütün kararlar delimsirenk

bahçemin tüm fidanlarına cansuyu

odamda
tek ben nasıl ederim bir canlılık

yalnız kalmış çocuğun önünde
ışıldayan panayır yeri

ciğerleri havayla karşılaşan
şaşkın bir bebek gibi

böyle dilim dilim yürek
yine sevebilir mi

içimde depremi sezen hayvanın huzursuzluğu

kalbim kazana düşen
bir avuç ipekböceği

Sevmek, bağlanmak, vazgeçememek, alışmak...

Vazgeçemediklerimizin nedeni nedir? Alışkanlık mı? Sevgi mi? Bağlılık mı? Tembellik mi? Vazgeçmek işimize mi gelmiyor? Yeni başlangıçlardan mı korkuyoruz? Çaba göstermeye üşendiğimizden belki de... “Ne zor anlatmak kendini yeni birisine”. Bir de üstüne ekle; ne zor alışmak bu yeni yere... bu yeni duruma... onsuzluğa... o; bir iş olabilir, bir insan, bir yastık hatta... Tabii sigara... İçki bazen. Aşk bazen...

Yeni yaşamlar kurmak nasıl da zordur. Bazen size en yakın olduğunu düşündüğünüz insan ya da yaşamın küçük parçaları, yaşama (bizce) tat katan küçük şeyler bazen. Vazgeçmek, bırakmak, terkedip gitmek ölüm gibi gelebilir insana. Onsuzluğa cesaret edemezsiniz. Kendinizi çıplak hissedersiniz. Bir parçanız kopup gidecektir sanki. Bir türlü eliniz varmaz, diliniz varmaz. Kabul edemezsiniz. Erteledikçe ertelersiniz. Kaybetmeye yaklaştıkça daha çok bağlanırsınız. Daha çok bağlandıkça daha çok korkarsınız. Yaşamınızda o, hep olsun istersiniz. Zarar verdiğini ya da vazgeçmeniz gerektiğini bile bile olsun. Herşeyi göğüslemeye hazırsınız gibi gelir. Onsuzluğu hayal etmeye çalışırsınız. Bir türlü gözünüzün önüne gelmez. Onsuz hiç birşeyden zevk almayacaksınız gibi gelir. Yaşam sürmeyecek gibi. Dedik ya, ölüm gibi.

Sigarasız örneğin; kahve, içki içemeyeceksiniz gibi gelir. Kahvaltıdan sonra şaşkına döneceksiniz, o en sinirli olduğunuz anda, dikkatinizi başka yöne çekecek, sizi rahatlatacak aracınız olmayacaktır. Vapurda arka güvertede otururken, hafif de bir meltemin estiği bahar akşamlarında şöyle demli bir çayın bir zevki kalmayacak, arkadaşlarınızla hararetli muhabbetler olmayacak, karlı günlerde sıcacık evde, kapalı bir yerde olmanın mutluluğu azalacaktır sanki. Sıkışık trafikte arabanın içinde radyo dinleyerek ve sigara içerek avunmak mümkün olmayacaktır. Öğlen yemeklerinde, işten yarım saat olsun uzaklaşmışken bir köpüklü kahvenin tadı kalmayacaktır. Onsuz yaşam nasıl olacaktır?

Mekanlara da bağlanırız. Evimize, işimize... Binaya, duvarlara, odalara. Renklere, kokulara, seslere. İlişkiler kurarız. İnsanlarla, bitkilerle, çevredeki hayvanlarla bazen. Otoparkçıyla, kapıcıyla, gazeteciyle, yakındaki ayakkabı tamircisiyle, bakkalla, karşıdaki kuaförle, köşedeki tatlıcıyla, manavla, tekel bayisi ile, ekmek fırını ile, karşı komşu ile, alt kattakilerle, muhasebedekilerle, mesai arkadaşlarınızla, çay servisini yapanlarla, şoförlerle... O insanlar hayatınıza girer, sizi bilirler, sizi gülerek karşılarlar. Ya da kavgalısınızdır ama farkınızdadırlar. Yaşadığınızın kanıtıdırlar. Siz onlarla var olursunuz. Bir de mekanın detaylarına alışırsınız. O tuvaleti kullanmaya alışırsınız, o banyoyu, mutfak dolaplarını. Gardrobu gözünüz kapalı açarsınız. Peçetelerin, baharatların, çayın nerede durduğunu bilirsiniz. İş yerinizde masanız sizindir, resimler vardır üstünde, senelerdir sakladığınız bir sürü şey, yazılar, notlar, kalemler. Ataş kutusu, zımba. Elinizi attığınız anda bilirsiniz oradadır. Sabah günaydın diyerek içeri girdiğinizde hangi yüzleri göreceğinizi bilirsiniz. İçerinin rengini, kokusunu tanırsınız. Ne kadar rahatlatıcıdır. Ne kadar güven verir. Seneler geçtikçe daha da bağlanırsınız. Eve gelince anahtar neredeyse sizin kontrolünüz dışında girer kilide. Kopyası vardır bir kaç kişide. Kaybetmeyi dert etmezsiniz. İşten 2-3 saat izin alıp bir işinizi halletmek zor gelmez size. Bilirler sizi, nazınızı çekerler. Nasıl da farkında değilsinizdir orada mutlu olduğunuzun. Nasıl da bilinçsizce bağlanırsınız. Gün gelir ayrılık zamanı geldiğinde, cenaze töreni gibi gelir size. Ölü kimdir? Siz mi? Geride kalan yer, objeler ve insanlar mı? Hele de ani olmuşsa bu ayrılık. Yeni bir yere alışmak. Her gün ağlamak istiyorum diye düşünürsünüz. Nasıl da bilememişim değerini. Ah! Yaşam hep böyle değil midir? Elimizden kaçıp gidince anlarız. Ama çok geçtir. Geçmiştir.

Hele de aşk, arkadaşlık, aile. O insanlar siz’dir. Sizi bilirler, çekinmezsiniz, korkmazsınız (kurtulmayı çok istedikleriniz hariç elbette). Nazınızı çekerler, kaprislerinize katlanırlar. Affederler, anlarlar, dinlerler, özlerler, beklerler, ararlar. Yaşamınızdan çıkıp gittiklerinde, ölümse ayrılığın nedeni alışırsınız çünkü bilirsiniz ki çare yoktur, hepimizin birgün gideceği yer orasıdır. Ölüm yakar, yara kapanır, yapacak birşey yoktur. Ama hele de aşıksanız, hele de o kendi isteği ile gitmişse, ya da siz gitmek zorunda kalmışsanız, o insan size en büyük zararları da vermiş olsa, kokusu gelir burnunuza. Gece boşluğa sarınırsınız. Sabah gözleriniz onu arar. Bir telefon etse dersiniz, bir arasa. Sesini bir duysam. Özledim dese. Gelse, sarılsa, affet dese. Yeniden eski yaşamımıza dönsek... Hiç olmayacağını bildiğiniz şeyleri hayal eder, bunun nasıl olduğunu, nasıl bu hale geldiğinizi sorgular, kendinizi suçlar durursunuz boşyere. Alışkanlıklardan vazgeçmek ölümden de beterdir, yakar, yara kapanmasın diye siz de üstünü kaşır durursunuz. Herşey onu hatırlatır, herşeyin onsuz olması onu biraz daha uzağa taşır.

Sevmek belki alışmaktır, bağlanmaktır, sahiplenmektir. Gerçekten öyle midir? Belki de onsuz olabilmeyi başarabilmektir. Onun karşısında güçlü durabilmektir. İstediğin için onunla olabilmektir. Alıştığın için, muhtaç olduğun için değil. Karşılık beklememektir. Ona saygı duyabilmektir. Olduğu gibi kabullenmektir. Bencilce isyan etmemek, baskı yapmadan içinden geleni yapmasını seyretmektir.

Sevmek, bağlanmak, vazgeçememek, alışmak... Hangisi hangisidir? Hangisi daha çoktur? Bu işin doğrusu var mıdır? Elbette yoktur. En güzeli; doğru ya da yanlış, içimizden gelen sesi dinlemek, bildiğimizi okumak, kendi doğrularımızı takip edip acımızı çekmek ya da mutluluğun keyfine varmaktır.

8 Ağustos 2007 Çarşamba

Deli gibi sevmek...

seni seviyorum.
seni çok seviyorum...
seni deliler gibi seviyorum...
kulağa ne hoş geliyor değil mi?
birisini seviyorum ben... hem de deliler gibi... deli nasıl sever acaba? hep merak etmişimdir... neden seni akıllı gibi seviyorum demeyiz de? deli gibi deriz...
sevmek pek de akıllı işi değil mi yoksa?
ya da deliler gibi sevmeye başlıyor, akıllı gibi mi bitiriyoruz sevgileri?
seni deliler gibi seviyorum... yani; şuursuzca, mantıksızca, anlamsızca, kendimde olmadan, elimde olmadan, bilinç dışı, ne yaptığımı, ne istediğimi bilmeden sevdim seni'yi kabul mü ediyoruz deli gibi sevdim'i derken...
peki sonrası... deli gibi sevdim'in sonrası... bir hafta, on gün, bir ay üç gün, ikibuçuk ay, yedi ay onsekiz gün, bir sene beş buçuk ay, iki sene sekiz ay, dört yıl üçbuçuk ay, yedi yıl, dokuz yıl iki ay, on dört yıl, onyedibuçuk yıl... ömür boyu mu?
delilik nereye kadar... nereye kadar deliyim ben?.. sınırım ne?
sevgimle deliliğim paralel mi?
ya birden akıllanırsam sevgim bitecek mi?
ya da sevgim bitince mi akıllanacağım?.. doğru hangisi?
deli gibi sevince mi sevgiler güzel? beklentisiz... fedakar... cefakar...
akıllı gibi sevince mi karışıyor? hoyrat, beklemeli. sev beni seveyim seni... mi?
doğru, yanlış, gerçek, çözüm hangisi?
ben seni seviyorum...
akıllı gibi...
ancak,
hem de
inan ki deli gibi...

[Annemden...]

Herkes evine...

Dışarı çıkıyorum. Hafif bir rüzgar yüzüme çarpıyor. Akşamın geç saatleri. Herkes evine gitmiş bile. Yavaşça arabaya doğru ilerliyorum. Acele edecek ne var ki? Eve gidiyorum...

Otopark ücretini ödüyorum. Görevlilerle yarenlik ediyorum, iyice oyalanmak için. Adamcağız trafik kazası geçirmiş, parmakları kırılmış. Üzülüyorum, geçmiş olsun diyorum. Arabaya biniyorum, radyoda hızlı bir rock parçası çalıyor. Kafam kaldırmıyor. Hafif bir şeyler ararken, vazgeçiyorum tamamen kapatıyorum. Yolun seslerine dalıyorum.

Araçların ışıkları, beyaz, kırmızı... İnsanın nasıl da gözünü alıyor. Herkes bir yerlere varmaya çalışıyor. Herkes evine gitmeye çalışıyor. Yükselebilsem, yukarıdan bakabilsem sanki kahkahalarla güleceğim yaşamın bu garip döngüsüne...

Hepimiz dönüp dolaşıp evlerimize gidiyoruz. Nerede olursak olalım, ne kadar uzak kalırsak kalalım, ne kadar kaçmak istersek isteyelim sonunda oraya gidiyoruz. Mutluluk, mutsuzluk, yalnızlık... Bekleyen birileri, merak eden birileri, kızgın birileri, özleyen birileri, seven birileri... Ya da hiç kimse. Ya neşeyle çalıyoruz kapıyı ya tereddütle, belki de isteksizce. Belki de gidecek başka bir yerimiz olmadığından. Ya da kendimiz açıyoruz anahtarımızla bomboş ve karanlık bir koridora açılan kapıyı, bir an önce ışığı yakma telaşı ile.

Ne garip insanın tüm yaşamının merkezinin bu dört duvar olması. İnsanı anlatan, yaşamının bilinmeyen ve belki de en gizli detaylarını saklayan. Alışkanlıklarını, bağlılıklarını, bağımlılıklarını, yapmayı sevdiği şeyleri, kullandığı eşyaları, en gizli sırlarını belki de. Mutsuzlukla dolu olabildiği gibi, mutlulukla delirtebilir de insanı bu dört duvar. Yalnızlıktan da mutlu olunabilir, tek başına ve özgür... Bakılan ve orada olmasından çok mutlu olunan birisi de olabilir içinde. Akşamları kavuşmak için acele edilen. Ya da nefret edilen, kaçmak istenilen... Keşke orada olmasaydı denilen.

Bunları düşünürken bu kez sitenin otoparkından içeri giriyorum aynı telaşsız halimle. Her yer dolu. Her yer eve gelmiş olmanın kanıtı olan arabalar ile dolu. Her yerden taşıyorlar. Her yerden evler taşıyor. Apartmanlar, ışıklar, yollar, yine apartmanlar, nereye baksan onlar. Nereye baksam evler, yaşamlar, mutluluklar, mutsuzluklar... Her gün yine akşam oluyor, ışıklar yanıyor. Evler, insanlar, yaşamlar... Sanki bakabilsem yukarıdan kaçıp gideceğim uçarak. Ama ayaklarım yere basıyor... Buradayım. Yine. Evde. Yarın yine sabah olacak. Yine evden çıkıp eve geleceğim, yine, yine, yine...

Eski bir yazıdan... 22 Eylül 2004

7 Ağustos 2007 Salı

Korkarak Yaşamak...

Herşeyden korkuyoruz... Geçmişten; yaptığımız hatalardan, birgün onları tekrar yapmaktan, yaşadıklarımızdan, onları tekrar yaşamaktan, bize yapılanlardan, tekrar yapılmasından... Bugünden; bugünün nasıl geçeceğinden, hangi problemlerin karşımıza çıkacağından, havanın nasıl olacağından, patronun bugün neye takacağından, yapacak yemek bulamamaktan, sevdiğimiz diziyi seyredememekten, onun aramamasından, başka birinin aramasından, kredi kartı borcundan, aidatın son günü olmasından, buna benzer benzemez binlerce şeyden...

Gelecekten; işsiz kalmaktan, yaşlanmaktan, yalnız kalmaktan, parasız kalmaktan, hasta olmaktan, muhtaç olmaktan, huzurevinden, çocuklarımızı kaybetmekten, eşimizi kaybetmekten, ölmekten... Korkarak yaşıyoruz... Duygularımızı söylemekten, duygularımızı belli etmekten, sinirlerimize hakim olamamaktan, sıkıntıdan patlamaktan, onu kaybetmekten, onsuz yaşamak zorunda kalmaktan, onunla yaşamak zorunda kalmaktan, çocuk doğurmaktan, çocuğumuza bir şey olmasından, bağlanmaktan, özgürlüğümüzü kaybetmekten, terkedilmekten, aldatılmaktan, gururumuzun kırılmasından, evlenememekten, evlenmekten...

Bütün bunlara bir de fobi olarak nitelendirilen korkularımızı ekleyin; karanlıktan, yüksekten, asansörden, böcekten, köpekten, kediden, trafikten, evde yalnız kalmaktan, cinden, periden, fırtınadan, depremden, selden, yangından vs. vs... Milyarlarca farklı insan, milyarlarca farklı korku ve endişe ile yatıyor geceleri ve sabahları aynı korkuların büyümüş hali ile kalkıyor yataklarından... Mutlu olduğumuz her 5 dakikaya karşılık en iyi olasılıkla en az 15 dakika korku... Sonlu oluşu belli ama sonu asla belli olmayan yaşamı hep birlikte tüketiyoruz...

Nice nice mutlu yıllara VD!

Eh herkesin doğumgününü kutlarız da sitemizin gönüllü şairinin doğumgünü eksik mi kalsın? :)
Nice mutlu yıllara sevgili VD!

6 Ağustos 2007 Pazartesi

İlana bak! :)

Açıklamayacaktım. Yemin ederim. Kimseye söylememiştim. Ama yandaki ilanı görünce dayanamadım. Kendisi de gazlayınca artık açıklıyorum: VD motor ehliyeti sınavından kaldı Hem de hani daha önce yazdığım, "o" soruların sorulduğu sınavdan. :)) 20 soru var. 14'ünü doğru cevaplamak gerekiyor. Kendisi 13 doğru cevap vermiş. Ay öleceğim gülmekten. Yukarıdaki ilanı da babası vermiş. Mesela yani! :))

"Mutluyum" diyen olsa kafamı kıracağım...

Bu insan ruhu ne garip şey. Siz hiç sahip oldukları ile yetinene, mutlu olduğunu, her işinin rast gittiğini söyleyene, asla şikayet etmeyene rastladınız mı? Hepimiz dışımızdan şükredip içimizden yetinmeyerek kocaman bir kandırmacanın rol arkadaşları olmuyor muyuz? Topluca bir şikayet kumkumasıyız vesselam!

Hiç dikkat ettiniz mi maaşınıza zam gelir, 2 ay sonra para yetmemeye başlar!? Kredi alıp borçları kapatırsınız 3 ay sonra iyice batağa sürüklendiğinizi fark edersiniz, bunalım daha da artar. Patrondan borç istemeye kalkarsınız o sırada da en önemli proje batar. Hele patronsanız zaten asla özkaynaklar borçları karşılamamakta, repo faizleri iyice düştüğünden kolay para da kazanılmamaktadır.

Deli gibi aşık olursunuz, 3 ay sonra bütün kötü huyları ortaya çıkar. Diğer kızlar/erkekler dikkatinizi çekmeye başlar, karşılaştırmaya başlarsınız. Eski sevgilinizi/karınızı/kocanızı, onunla neler yaptığınız hatırlamaya çalışır, onun size nasıl hitap ettiğini, onun aslında ne kadar da iyi bir insan olduğunu ve o kadar da mutsuz olmadığınızı düşünmeye başlayıverirsiniz.

Sevgiliniz mümkünse bütün gün evde oturup sizi beklemeli, çok zorunlu hallerde dışarı çıkacaksa da, cep telefonu tek çalışta cevap vermelidir. Cevap veren telefondan gelen arka plan sesleri mutlaka hemcinslerine ait olmalıdır. Siz olmadan kendi arkadaşları ile bir yere gitmesi, hele de içip içip dağıtması sümme haşa ayıp ve yasak, hele de sizden ayrı tatile gitmesi asla kabul edilemeyecek, ayrılmayı gerektirecek bir durumdur. Hele de bu kişi karınız / kocanız ise zaten bu durumlar imza ile yasaklanmış olup gündeme getirilmesi bile olanaksızdır.

En yakın arkadaşınız bir sırrınızı dayanamayıp en yakın arkadaşına çıtlatır, bir bakarsınız sırrınız internette gezmeye başlar. Sonra bir yere giderken hep onun istediği oluyordur, aslında ne kadar da bencil bir insandır ama siz onu çok sevdiğiniz için çekiyorsunuzdur. Diğer bir arkadaşınız hiç sizi aramıyor hep siz onu arıyorsunuzdur ve üstelik ne zaman bir yere gitseniz ay para çekmeyi unutmuşum, hay allah kredi kartlarımı da almamışım diyerek çaktırmadan size ısmarlatıyordur. Sonuçta fedakarlık yapmak hep size düşmektedir.

Evde mutlaka sifon bozulmakta ve yapılamamakta, duştan su az akmakta, banyonun tavanı akmakta, dolabın kapakları düşmekte, apartman kapısı çarpmakta, asansör de sürekli bozulmaktadır. Villada otursanız bile problemler bitmez; çimler biçilecek, havuz temizlenecek, bodrumu su basmış şimdi ne halt edilecektir. Gecekonduyu bedavadan kondurursun yine dertler bitmez, kendi ellerinle yaptığın ev her yerinde su ve rüzgara boğulur, malzemeleri aldığın adamlara türlü küfürler savrulur.

Sonra eve yeni eşyalar aldınız diyelim keşke eskileri de atmasaydım, bir yerlere sığar mıydı ya da ay eskisinin de kumaşı çok kaliteliydi canım diye düşünmeye başlarsınız. Zaten aldığınız şeyleri teslim etmeleri 5 hafta sürer, onda da mutlaka geleceğiz derler gelmezler. Gelseler de doğru yere yerleştiremezler, yerleştirseler de kulbu, yastığı bir şeyi mutlaka unutulmuştur. Ne kadar çok ayakkabınız olsa size az gelir ve her zaman giyecek hiç bir şeyiniz yoktur. Erkekseniz ütülü güzel bir gömlek, kadınsanız bluzunuza çok uyan o kolyeyi bulamaz ve mutlaka işe geç kalırsınız.

İş yerinde mutlaka maaşınız az geliyor, primler verilmiyor, zaten yeterince sıkıntı çekerken bir de çok çalışarak kendinize hiç zaman ayıramıyorsunuzdur. Yöneticiyseniz patronun baskısı bir yandan elemanları motive etmek bir yandan, evdekini idare etmek diğer yandan bunalım arttıkça artıyordur. Patronsanız şirket mutlaka zarar ediyor, elemanlar az çalışıp çok kaytarıyordur, üstelik artan sabit giderler sizi bunalıma sokuyordur. Emekliyseniz 40 sene çalışıp aldığınız para ile günde bir ekmek ancak alıyor, zengin bir emekliyseniz çocuklar sizi yeterince ziyarete gelmiyor, yapayalnız iseniz felek zaten tokadını işte böyle vuruyordur.

Hava o gün güzelse aman ne sıcak, uyunmuyor; soğuksa aman ne soğuk, yağmur yağıyorsa trafik stresi, ıslanma derdi, hay allah zaten ne zaman yağmur yağsa ben şemsiyemi evde unuturum geyiği, bulutluysa şu güneş de hiç yüzünü göstermedi, sisliyse iyice bunalımdayız, göz gözü görmüyordur.

Enflasyon çıktıysa yandık, indiyse aman bir de başımıza bu enflasyon muhasebesi çıktı olur. Ev sahibiyseniz kiracı felakettir, kiracıysanız ev sahibi baş belasıdır. Su parası her ay çok gelir, bu kadar elektriği kim yakar, ev buz gibiyken bu doğalgaz parası nasıl bu kadar çok gelir şaşarız. Hele de en güzeli, ben bu ay hiç bir yeri aramadım nasıl bu kadar çok telefon parası geldi'dir kii, bu büyük bir yalandır asla inanmamak gerekir. Pazara gideriz pazarcı çürükleri kakalar, markete gideriz fiyatlar ateş pahasıdır, bakkala gideriz kredi kartı geçmiyordur, indirimli marketlere gideriz istediğimiz markalar bulunmaz. Evde yemek yapsak bir derttir, ne alsak bozulur atılır, almasak dışarıda yesek bütçe şişer, her akşam dışarıdayızdır, evin yolunu unutur yine mızmızlanırız.

Çöp birikir kapıcı gelmez, çöpü kapıya koyarız karşı komşu kokuyor diye mırın kırın eder. Kapıcı yoksa, kapının önüne koyarsınız zaten çöp kamyonu gelmez, kediler köpekler onları eşeler, mahalle Ümraniye çöplüğüne döner. Sonra incecik torbalarla kapıya onları hep başkaları koyarmış gibi şikayet etmek için hakkımız doğar. Hepsinin üstüne çöp vergisi iyice tuz biber eker!

Bebeğimiz varsa hep ağlıyor, yaşı büyüdükçe asla ders çalışmıyor, iyice büyünce cep telefonu istiyordur. Bir de üstüne ÖKS, ÖSS falan gibi detaylar girince her konuda olduğu gibi bunalım artıyor hele de bunların parasının nasıl ödeneceğini düşünmek gece uykularımızı kaçırıyordur. Çocuğumuz yoksa allahım niye olmuyor, 40 doktora gittim allah bana bunu layık görmüyor olur. Koca bulamadıysak kısmetsizlikten, karı bulamadıysak uygun bir aday karşımıza çıkmadığından, sevgilimiz bile yoksa aman evden çıktığım mı var nerede tanışacağım ki yeni biriyle şeklinde mızmızlanır, yok bunların hepsi varsa zaten o kadar çok şikayet edecek yanı vardır ki hiç olmasa yeridir şeklinde içimizi rahatlatırız.

Arabamız varsa ayrı bir derttir; bakım masrafı, benzini, yağı, suyu, kışın zincir, antifriz, yazın pişer içine girilmez, yıkama masrafı, otopark derdi cabası. Arabamız yoksa, otobüs, minibüs, metro derdi, taksi paralarının hesabı şaşırması bir yandan ah bir araba alamadım diye mızmızlanır ya şu şirketin servisi de eve biraz daha yakın geçse ne olur diye mutlaka şikayet edecek şeyler buluruz.

Televizyonda ne varsa kötüdür. Televole seyredenler sunucusunu, sanat filmi seyredenler yorumcusunu, maç seyredenler anlatıcısını, trt seyredenler şarkıcısını beğenmez. En sevdiğimiz dizide de zaten elektrik kesilir, kablolu yayın bozulur, digiturk sapıtır, yine şikayet edecek birşey mutlaka ve mutlaka bulunur. Bir kitap alsak başlayamayız, başlasak bizi sarmaz, gazete okusak sinirimiz bozulur, dergi alsak zaten fiyatı pahalıdır içinde fazla birşey yoktur. Fotoğraf çeksek makinenin flaşı bozulur, örgü örsek yün yetmez, 5000 parçalık puzzle yapmaya kalksak evde yer olmaz, sessiz sinema oynamaya kalksan film isminden kavga çıkar. Zaman geçirecek birşey de bulunmaz, bu hayat zaten böyledir.

Bütün bunların üstüne en güzeli elektrikli aletlerdir. Çamaşır makinesinin tamburu, bulaşık makinesinin sepeti, mikrodalganın düğmesi, ocağın gaz bağlantısı, kombinin bacası, buzdolabının motoru, mikserin çırpıcısı ve de ütünün fişi mutlaka bozulur, servis çağırırsın gelmez, gelse de daha çok bozar. Bir daha çağırırsın kavga çıkar. Yenisi alırsın şu saatte getireceğiz derler asla o saatte getirmezler, getirseler de birşey eksiktir takılamaz, takılsa da zaten taksitleri ömür boyu bitmez.

Kahve yaparsın köpüğü kaçar, çay yaparsın demli olmaz, zeytinyağlı fasulyenin şekeriz az gelir, pilav tane tane dökülmemiştir, et yeterince pişmemiştir, tavuk kokar, kıyma çok yağlı, semizotu sünük, ıspanak kumlu, limonlar susuz, şeftaliler tatsız, domatesler renksiz, kavunlar kelektir. Zaten bize vuran da felektir.

Arasak daha şikayet edecek çooook şey buluruz. Kimse asla mutlu olmaz, şikayet etmeden duramaz. Gerçek budur!

5 Ağustos 2007 Pazar

Reklam seyretmek için maç seyretmek süper...

Maç seyretmek süper vallahi, yeni filmlerin hepsi kuşakların içinde... Önce Sunny filmi dikkatimi çekti. Helal olsun. Bence çok başarılı strateji, bir o kadar başarılı prodüksiyon. 10 üzerinden 10 verdim, not kıracak bir şey bulamadım. Türk Hava Yolları da var; gelmiş geçmiş en başarılı THY kampanyasının filmleri tek tek yayınlanıyor... Ama onun da prodüksiyonunda (naçizane) takıldığım şeyler var. Bence casting çok da başarılı değil, çok yapay geliyor bana. Ama genel strateji ve kavramsal yapıyı takdir ettiğimden ancak 1 puan kırıyorum, 10 üzerinden 9. Bu arada Vodafone'un kampanyası çıkıyor, şu yurtdışında konuşma meselesi; film yurtdışından galiba ama yakışmış, değilse de prodüksiyona helal olsun. Diyecek lafım yok. Müzik de süper, marka gittikçe ısınıyor, sıcaklaşıyor. Hala üst hedef kitlelere ulaşması nispeten zor görünse de, bence 1-2 yıla kadar ne olacağı hiç belli olmaz. Ona da 10 üzerinden 9 verelim. Starpet reklam filmi var bir de, buna verilecek not bulamıyorum. Otur"0". Doritos filmi tabii "Black Eyed Peas" olduğu için çok güzel geliyor bana. Objektif bakamıyor olabilirim. Gerçi web sitesi de süper. İyi strateji her halükarda. Bu arada Rocco kampanyası da son zamanların en başarılı işlerinden biri. 10 üzerinden 9 da ona vereyim. Fenerbahçe 100. yıl özel telefonu reklam filmi tam bir rezalet. 10 üzerinden 2. Evkur, hem marka olarak yaşlı ve iç bayıcı hem de reklam filmleri berbat. 10 üzerinden 3 de ona. Aklımda kalan başka da bir şey yok. O yüzden maça geçeyim en iyisi...

Geçen hazırlık maçından sonra, takımıma hiç güvenmiyordum ama ilk yarıda gözüme girdi Fenerbahçe. David'i zaten beğenmiştim, bugün daha da beğendim. Roberto Carlos, şık bir kaç hareketi ile gözümüze hoş görünüyor ama hala "Evet yaa! Budur!" diyemedim, Allah biliyor ya! Serdar, çok çalışkan, seviyorum onu. Kejman fena değil, bak şimdi güzel bir hareket yaptı :) Alex de bugün çalışkan. Deniz'i zaten hep tutmuşumdur. Aurelio ise her zaman en iyilerden biri bana göre. Herşeyi bırak, takımın genel çalışkanlığı, organizasyonu bugün çok daha iyi. Ben öyle çok teknikten anlamam, itiraf edeyim, benim için seyir zevki önemli. Sonuçta bugünkü maç güzel. David'in golü de süperdi, Beşiktaş'ın gölü de güzeldi. Daha 35 dakika var, gerçi biz 2. yarıya çok iyi başlamadık ama bence maçı alma şansımız fazla... Görelim bakalım, neler olacak.

Benim dediğim çıktı, önce kendimi sonra Fenerbahçe'yi tebrik edeyim. Yalnız Beşiktaş'ın iki İbrahim'inin de kalitesi çıktı ortaya, saçma sapan hareketler yaptılar. Biri de kaptan güya. Bizim milletin en önemli şahsiyetlerinden biri de asla yenilgiyi kaldıramamamız. Biz de çok farklı değiliz tabii, sadece Beşiktaş değil. Neyse... Biz kupayı aldık önemli olan o. Kejman'ın gol atması da ayrıca güzel oldu tabii... Bu arada; bu Digiturk, "korku filmi" reklam filmi de süper. Buna da 10 üzerinden 10. :)

4 Ağustos 2007 Cumartesi

Evlerinin önü boyalı direk...

Uzun zamandır yaşamadığım kadar yoğun, koşuşturmacalı bir günün ardından dün akşam koşa koşa çıktım ajanstan. Arabayı trafik canavarı gibi kullanarak Kadıköy’e, Deniz Otobüsü İskelesi’nin arkasına bırakıp, yine koşa koşa Karaköy Vapuru’na yetişme derdine düştüm. Gittim, nefes nefese, vapurun kalkmasına iki dakika var, kızlarla da buluşacağız; EE ve ŞE ile. Aaa, bakıyorum bakıyorum yoklar. Kaçtı 20:00 vapuru. Bir sonraki vapur da 20:30’da. Oturdum kaldım, bir baktım karşıdan geliyor kızlar, ellerinde tostlar. Sakin sakin. :) Aaa, bir sinirlendim! Ben onlara, "neredesiniz, neden yemek yiyorsunuz, yemeğe gidiyoruz, vapuru kaçırdık sizin yüzünüzden, o kadar koştum ben" falan diye beş karış suratla posta koyarken anlaşıldı ki onlar da çoktan gelmişler ama birbirimizi bulamamışız iskele içinde nasıl olduysa. Neyse bekledik, 20:20 Eminönü vapuruna bindik, dedik bari oradan bir taksiyle çıkarız Tünel'e. İstikamet Refik Meyhanesi çünkü. Vapurdan bir indik, yine birbirimizi kaybettik! :) İyi ki cep telefonu çıkmış anasını satayım, vapurdan bile topluca inmeyi başaramayan bizim gibi şaşkınların kurtarıcısı...

Asmalımescit'e vasıl olduk, baktık NÖ ile MD çoktan içmeye başlamış, yavaştan da kaymışlar, sandalyede yan durmuşl gelen geçeni seyire dalmışlar. Birazdan VD de geldi. Bu arada 20 dakika geçti masada rakı, biraz kavun ve iki gıdım peynir dışında bir şey olmadığından topluca sarhoşluğa doğru geçmeye başladık. Refik'i (ki sürekli gideriz malum) hiç böyle kalabalık görmemiştim ve servis hiç bu kadar kötü olmamıştı. Asmalımescit de Nevizade Sokağı'na dönmüş diye konuşuyordu herkes, biz de katıldık. Refik'in oturması, mezeleri, muhabbeti iyidir ama dün gece çok da zevk vermedi bize. Hepimiz de yorgunduk sanırım, kafalar da dolu galiba, her zamanki neşemiz yoktu. VD ise tüm ısrarlarımıza rağmen bize Fesleğen'i bile okumadı. "O, şiir değil şarkı!" diye de topumuzu azarladı. :) Bir de üzerine benim defterime iki şiir yazdı, "bari şiir yazayım" diye... Birini koyayım hatta:

Masa

Yeşil, beyaz, mor, kırmızı
Bir rengi eksikti masanın
Gelip geçenler kül rengiydi
Hiç yeri değildi tasanın

Ne gökler delinecekti
Ne tufanlar kopacaktı
Ne de dünyanın bütün rengi
Birbirine karışacaktı

Yeşil, beyaz, mor, kırmızı
Bir duygusu eksikti masanın
Öfke, sel, sevinç fırtınası
Gelip geçecekti gemiler
Ve sarıydı fenerlerin rengi

Her halükarda Beyoğlu'nda olmak güzel. Arkamızdaki ilginç grubun söylediği, çoğunu anlayamadığım şarkılar bizim ŞE'ye söylettiğimiz şarkılara karışırken ve masadaki az meze ile oyalanırken 2 şişeyi (ayıptır söylemesi) devirmişiz... Ekip şarkımız olan (ya da türkü demeliyim) "Evlerinin önü boyalı direk" i de söylemeyi ihmal etmedik. Saat 01:00'i geçmişti kalktık, Lebiderya'da bir kapanış yapalım diye. Müthiş manzara, kahve ve fındıklı votka (nasıl lezzetli bir şey yahu) ile saatin nasıl geçtiğini anlamamışız ki bir baktım 03:00'e geliyordu saat.

Eh yeni işimin ilk Cuma akşamı için iyi bir kapanış oldu. Gözlerimiz ND ve eşi MD'yi aradı, onlar Didim'de tatildelerdi. 04:00'e geliyordu yatağa kendimi attığımda, dişlerimi fırçalamak bile işkence oldu ama gecenin sonunda aklımda güzel bir tat kaldı. Seviyorum İstanbul'da yaşamayı ve (deliyim evet) bu koşturmacalı yaşamı. Binaların, trafiğin, denizin, vapurların, insanların, akıp giden hayatın içinde olmayı. Yok yok kardeşim, hep diyorum ya, ben öyle Datça'da bir ev alayım da inzivaya çekileyim tip bir insan değilim. Bu keşmekeş lazım bana. Acele, stres, heyecan. :) Allah akıl fikir versin diyeyim kendime ve artık bugünlük yazılara bir son vereyim.

Hatırlıyorum...

[Baş Not: Bu yazı Georges Perec'nin (hayatta en sevdiğim 3 yazardan biridir kendisi) "Je me souviens" (Hatırlıyorum) adlı kitabından tamamen esinlenilmiştir.]

Uludağ'ı hatırlıyorum. Çok küçük bir çocuktum. Henüz kendine sosyete diyen sonradan görmeler tarafından istila edilmemişti. Büyük bir otelde; hangisi hatırlamıyorum, bir o kadar büyük bir ateş yanıyordu. Anneannem ve arkadaşları sucuk kızartıyorlardı. Hafiften uykum geliyordu...

En yakın arkadaşım Emel'i hatırlıyorum. 9-10 yaşlarında olmalıydık. Onun büyük aşkının (adını hatırlamıyorum) yazdığı mektuplardan parçalar okuyordu bana. Mektuplar çok komikti. Pembe kağıtlara yazılmışlardı. Şimdi düşününce 11-12 yaşlarında (sanırım) bir erkeğin pembe kağıtlara aşk mektupları yazması ne kadar da komik geliyor. O zaman çok romantik bulmuştuk...

Bir papatya tarlası hatırlıyorum. Annemle tarlanın içinde koşuşturmuş sonra da (hala duran) bir resim çektirmiştik. Resimde ben 9 numara gözlüklerimle spastik gibi görünüyorum. O ise her zamanki gibi çok güzel. Şimdi benim olduğum yaşlarda olmalı, hatta biraz daha genç. Bir başka papatya tarlası daha hatırlıyorum. Çocukluğumun bir bölümünü geçirdiğim Göztepe'deki evin önünde boylu boyunca uzanıyordu. Şimdi yerinde büyük büyük apartmanlar var. Hayranlıkla seyrederdim papatyaları...

Çok ama çok karlı bir günü hatırlıyorum. 86-87 falan olmalı. O kadar çok kar yağmıştı ki, tüm yollar kapanmış; işyerleri, okullar her yer tatil olmuştu. Bostancı İskelesi'ne doğru yürümüştük annemle. Karlara batıp çıkıyor, kendimizi karların içine atıp izimizi çıkarıyorduk. Daha sahil yolu yapılmamıştı. O zaman artık kullanılmayan plajlar bile duruyordu daha...

Bir yaz gecesi hatırlıyorum. Gece nöbetinden eve gitmek üzere çıkmıştık. Her zamanki servis şoförümüz hasta olduğundan başka bir araç bizi almaya gelmişti. Araç çok ama çok eski bir VW minibüstü. E5'te giderken rampada, en sağ şeritte, önümüzdeki kamyona tam 3 kere arkadan çarptık. Kamyon şoförü sonunda cinnet geçirip, kamyonu sağa çekti ve bizim gitmemizi bekledi. Arabadaki belki 10, belki daha fazla kız o kadar çok gülmüştük ki kahkalarımızdan şoför minibüsü kullanamamıştı. Sonra aynı gece aynı minibüsün tam 3 kere de lastiği patladı ama o çok ayrı bir hikaye...

Bir seçim gecesi hatırlıyorum. Sevgilimle bizim evde, annem tatilde olduğu için onun yatak odasına televizyonu taşımış, bütün gece yiyip içip ve de (neyse buraları sansürleyelim) konuşup seçim sonuçlarını seyretmiştik. Ha bir de 9,5 haftayı. Asla unutulmayacak bir geceydi...

Sahip olduğum tek bisikleti hatırlıyorum. Münih'de bir parkta babam bana ona binmeyi öğretmeye çalışmıştı ama becerememiştim, o da kızmıştı. İlk ve tek binişim olmuştu. Sonra annem onu arkadaşının oğluna hediye etti...

Anneannemin bana aldığı (bir çok kereler almıştı da bu bir tanesi) 2 civcivi hatırlıyorum. 9. kat balkonundan aşağı düşmüşlerdi. Ben öldüler diye kendimi parçalarcasına ağlarken 3. kat komşusu getirdi onları. Onun balkonuna düşmüşler ve ölmemişler. Daha da çok ağlamıştım. Ama bu kez sevinçten...

Bir yaz günü öğlen yemeğini hatırlıyorum. Anneannemi Develi'ye götürmüştüm (Kalamış'ta bir restoran, aslı Samatya'da). O kadar mutluydu ki. Hem benim parasını ödediğim bir yemeği yemekten. Hem onunla zaman geçiriyor olmamdan. Hem sohbetimizden. Hem havanın güzelliğinden. Hem canın ne istiyorsa ye tamam mı dememden...

Üsküdar'daki konağın tuvaletini hatırlıyorum. O kadar uzundu ki, korkardım girmekten. Nalınlar ve taaaa en dibinde bir alaturka hela. Her yer taştı.

Emel'in öldüğünü öğrendiğim günü hatırlıyorum. Cilt kanseriydi. Daha 21 yaşındaydı. Nişanlıydı. Pembe mektupları yazan çocukla hem de. İnanmadım. Hala inanmıyorum...

Bir Cumartesi gününü hatırlıyorum. Kadıköy'de, gittiğim üniversiteye hazırlık kursunun olduğu sokağın başında duruyordum. Sevgilimi bekliyordum. Sanırım maça gidecektik. 3 saat bekledim. Geleceğini biliyordum. 3 saat sonra geldi. O, böyleydi...

Başka bir yaz gecesi hatırlıyorum. Çınarcık'taki yazlık evde, sivrisineklerin bombardımanına uğramış, üzerimize camdan kopartarak aldığımız tülü sermiştik. Ama sivrisinekler tabii tülü falan umursamamış daha da büyüyen bir hırsla yolmuşlardı her tarafımızı...

Bir Aralık akşamı hatırlıyorum. O kanserdi. Onu görmeye gidiyordum. Ama geç kalmıştım. Biraz önce ölmüştü. 32 yaşındaydı. Bütün gece gülme krizi geçirmiştik. Duvar kağıtlarındaki çiçekleri saymıştık. Sayısını hatırlamıyorum şimdi...

Bahar günlerinden birini hatırlıyorum. 83 yılı olmalı. Okuldan çıkmış Galata Köprüsü'nden Eminönü'ne yürüyordum. Vapura binmek için. O arkamdan geliyordu. Biliyordum. Yavaşlamaya çekiniyordum. Onu ne kadar da çok seviyordum. Sonunda o bana yetişti. İkimiz de bunu bilerek yaptığımızı biliyorduk. Ama asla birbirimize itiraf etmedik. Bir kaç ay sonra ayrıldık...

En yakın arkadaşımla otobüste bir akşam hatırlıyorum. Eve gidiyorduk. Aylardır vapurda kesiştiğimiz yakışıklı çocuk önümüzde ayakta duruyordu. Hangimiz daha çok aşık kestiremiyorduk. Künyesinden ismini okumak üzereydik. Vee işte. "Şevket". O an aşkımız bitti...

Troleybüsleri hatırlıyorum. Sürekli tepesindeki sopası çıkardı. Ne kadar eğlenceli araçlardı. Sabah okula gitmek için binerdim. ..

Moda, Caddebostan, Bostancı vapurunu hatırlıyorum. Her akşam okuldan çıkınca anneme gider, o işten çıkınca, o, ben, onun arkadaşları hep birlikte o vapurla giderdik eve. Kendimi onların yanında büyük sanırdım...

Teyzemin ilk işini hatırlıyorum. Karaköy'de bir şirketteydi. Kocaman bir salonda, ortada bir masası vardı. Ne iş yapıyordu? Muhasebe ile ilgili bir şey olmalı. Ona ne kadar özenmiştim...

Onun deli gibi ağladığı günü hatırlıyorum. Aşık olduğu çocuktan ayrılmış, aşık olmadığı ama statü olarak kendine çok uygun bulduğu çok zengin çocukla evlenmeye karar vermişti. Son bir kez buluşmuşlardı. Çok üzgündü. Ona olan saygımı yitirmiştim...

İlk maaşımı aldığım günü hatırlıyorum. 107.000 TL. Ne kadar da çok paraydı. Kendimle ne kadar da gurur duymuştum...

... devamı haftaya.

Çocuk sokakta ölür mü ?

Hürriyet 3. sayfada, aşağıda, 7 sütunluk Chevrolet ilanı, yanında 2 sütunluk bir haber, yanakları kızarmış, gözlerinden zeka fışkıran bir çocuk fotoğrafı...

"Küçük midyeciyi öldüren oyun"
İlköğretim okulunda okuyan ve yaz aylarında midye dolma satarak ailesine katkıda bulunan 10 yaşındaki Abdülmecit Önen, önceki gece saat 23:00 sıralarında, Kalamış Parkı'na geldi. Birkaç kişiye satış yapan Abdülmecit Önen, bir süre sonra tadilat halindeki futbol sahasının kale direkleriyle oynamaya başladı. Ancak asılarak sallandığı kale direği, Abdülmecit Önen'in üzerine devrildi. Başı, kalenin üst direğinin altında kalan küçük çocuk ağır yaralandı. Parktakilerin Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne kaldırdığı küçük çocuk, aşırı kan kaybı ve kafatasındaki kırıklar nedeniyle hayatını kaybetti...

10 yaşında... Çocuk... Annesinin masal okuyup uyutacağı yaşta... Gece 23:00'de sıcacık yatağına yatıp rüyalara dalacak yaşta... Bahçelerde oynamalı, ağaçlara tırmanmalı, yaz tatilinin sonsuz özgürlüğünün tadını çıkarmalı. Tereyağlı ekmek yemeli, Nutella kaşıklamalı, çikolataya boğulmalı, arkadaşları ile maç yapmalı... Gece 23:00... Delirmek işten değil... Yatağında uyumalıydı. Ne işi vardı midye satmakla?.. Çocuktu, oyun oynamalıydı. Oynadı. Öldü... Bu haksızlığa, bu fırsat eşitsizliğine, bu adaletsizliğe dayanamıyorum. Çevremde birçok arkadaşım çocuğunun bir yeri çizilince bile içi parçalanırken, bu çocukların yaşadığı işkenceye katlanamıyorum. Dünya bir gün çocukların çalışmak zorunda kalmadığı ve sokakta ölmediği bir yer olacak mı? Dünya olsa Türkiye olacak mı? Bilemiyorum... Ümidimi kaybetmek istemiyorum ama çok zorlanıyorum. İçim acıyor... Çocukların 3. sayfa haberi olmadığı bir ada olsun, orada yaşayayım istiyorum.

3 Ağustos 2007 Cuma

İlk Gün...

Güneşli bir gündü diye hatırlıyorum. Annemin üzerinde kadife bir etek vardı. Simsiyah saçları beline kadar uzanıyor, her zaman hayran olduğum apartman topuk ayakkabıları ile salınarak yürüyordu. Renkleri, sesleri tam hatırlayamıyorum. Sadece yaşamımda ilk defa o kadar insanı bir arada gördüğümü ve gerçekten kendimi çok ama çok yalnız hissettiğimi hatırlıyorum... Ama bunu itiraf edemezdim. Çünkü çok istemiştim okula gitmeyi. Çantam vardı. Kırmızı. Kırmızı ayakkabılarım da vardı. Üstelik dedemle hep söylediğimiz İstiklal Marşı'nı söyleme fırsatı da tam önümdeydi. Herkese marşı ne kadar iyi bildiğimi kanıtlamalıydım. O kadar bağırarak söyledim ki, hem de daha kimse söylemeye başlamamıştı, sonunda öğretmenler beni susturmak zorunda kaldı. Sınıflara girdik. Benim yanıma Aslı oturdu. O da emzik emiyordu. Annemin gittiğini hatırlamıyorum. Leyla Öğretmeni ilk gördüğümde sevdim. Çok güzeldi bir kere. Bir de nişanlıydı. Hem de bir askerle. Ben de bir askerle evlenecektim. Hem de beyaz giysili olanlardan biriyle. Önünde papatya tarlası olan bir evimiz olacaktı. Bizim sokağın başındaki taş ev gibi. 6,5 yaşındaydım ama hayatımla ilgili çok net fikirlerim vardı...

Yine güneşli bir gündü. Çok ama çok olaylı bir yaz geçmiş, sonu ise bir acaip gelmişti. Bazılarının "Devrim" bazılarının "İhtilal" dediği ne olduğunu tam olarak anlamadığımız olaylar olmuş, çoğumuzun ailesinden, eşinden, dostundan birileri hapse girmeye başlamış, çocukluğumuza damgasını vuran silah sesleri ve duvarlara yazı yazan insanlar bıçak gibi kesilmişti. Bütün bunlar olmuş, hemen de okul başlamıştı. Emin değilim ama galiba 1 hafta da geç başlamıştı. Artık kendimi bir genç kız gibi hissediyordum, fiziksel özelliklerimle de yaşıtlarımdan çok büyük olmanın verdiği kompleksle kendimi o dünyaya ait hissetmiyor, 3 sınıf yukarıdakilere hatta lise sondakilere özeniyordum. O yaz Anna Karenina'yı, Sefiller'i, Karamazof Kardeşler'i, Nazım Hikmet'in şiirlerini, bir dolu Agatha Cristie'yi, bir o kadar anneannemin eski Kerime Nadir ve Muazzez Tahsin Berkant aşk romanlarını okuduğumu hatırlıyorum hayal meyal. Hatta bir roman da ben yazmaya kalkmıştım. Büyük bir kültür karmaşası içinde yaşamla ilgili fikirlerimi oluşturmaya çalışıyor ve kendimi yaşıtlarımın arasına daha da bir ait hissetmiyordum. Üstelik artık öğretmenim yok hocam vardı. Ve her derse ayrı bir hoca olacaktı. Yaşamak ne kadar da zordu...

Bu kez nasıl bir gündü tam hatırlamıyorum. Ama şok olmuştum. Çünkü fen sınıfına gitmek istemezken, sadece notlarım iyi diye fen sınıfına verilmiştim ve üstelik hayatımın en büyük aşkı! da edebiyat'a girmişti. Yani olaylar beklediğimin tam tersi şekilde gelişmiş, tüm yaşamım yıkılıp paramparça olmuş, üstelik biz (bize göre) okulun en havalı sınıfı A'lar "B" şubesinin tüm aptal erkekleri ve onlardan daha aptal 3 kızı ile aynı sınıfta okumak zorunda bırakılmıştık. Tabii, o aptallardan biri ile o tarihten 14 sene sonra evleneceğimi ve hayatımın yarısına damgasını vuracağını o an asla düşünemezdim. Öylesine melankolik ve içine kapalıydım ki sanki dünya sadece benden ve kitaplardan oluşsaydı belki biraz da olsa mutlu olma şansım olurdu. Yaşamak gerçekten, gerçekten de çok zordu...

Öylesine heyecanlıydım ki, kalbimin atış hızını hala hatırlayabiliyorum. Üniversite yaşantımın ilk günü ne giymem gerektiğini 3 ay önceden düşünmeye başlamıştım. Şimdi ne giydiğimi hiç hatırlamıyorum oysa, ne garip... Devasa binanın en üst katına tırmanıp, küçük bir anfiye girdik. Liseden 2 kız arkadaşım, neyse ki yanımdaydı. Aynı bölümdeydik. Kendimizi olgun kadınlar gibi hissediyor ama içten içe ödümüz patlıyordu. Fakat her şey çok ama çok güzeldi. Artık özgürdük. Özgürlük bu olmalıydı... Çevrede tanımadığımız, çoğu kız 80-100 kişi daha. İlk ders için hazırdık... Yaşamak belki de o kadar da kötü değildi canım!

İlk yılın korkunç olayları geride kalmış, ben yeni bir bölümü kazanmıştım. Bu kez çok daha küçük, köşeye fırlatılmış, ihmal edilmiş gibi boynu bükük duran bir binada ilk güne başlarken kafam iyice karışmış ama umutlarım belki de artmıştı. Hep yazı yazmak isteği vardı içimde... Herhalde bu kez doğru yerdeydim. Ama nasıl oluyor da bu insanlar bu kadar ait olmadığım bir dünyaya ait geliyordu bana? Bu işin bir doğrusu yoktu. Olduğu gibi kabul etmeliydim. Bu kez kendimi her zamankinden daha da yalnız hissettiğimi hatırlıyorum...

Yabancı bir ülke... Yabancı insanlar... Buraya ilk kez 6 ay önce gelmiş, sınavlara girmiş, ortama alışmış, kendime minicik bir ev tutmuş (ev içinde daire desek daha doğru olacak), bir sürü ıvır zıvır almıştım. Sevgilimden ayrı olmayı bir yana koyarsak, yaşantımda kendimi hiç bu kadar mutlu hissetmediğimi hatırlıyorum. Bu kez gerçekten özgürdüm. Hesap verecek hiç kimse yoktu. Üniversite bitmişti. Artık bu yüksek lisanstı. Yine de ilk günden deli gibi korktuğumu hatırlıyorum. Neyse ki ilk gün kendim gibi yabancı, Yunanlı bir kızla tanıştık... Daha sonra ömür boyu sürecek bir dostluğun, hatta kan kardeşliğinin temelini attığımızı bilemezdik o anda tabii... Her şey ne kadar da farklıydı. İnsanlar, konuşmalar, ders verme biçimi. İlk gün eve sarhoş gibi geldiğimi hatırlıyorum. Bir de hiç bir anlatılandan en ufak bir şey anlamadığımı...

Yeni iş, ilk gün, ilk hafta derken aklıma bunlar geldi işte...

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Toplantıda ağladım...

Evet bir bu eksikti... Toplantıda ağladım. Yeni işim, 3. günüm, müşterimle ilk tanışmam ve ben ağladım. Tabii hüngür şakır değil canım ama gözlerim doldu... Hikaye çok etkiledi beni. O yüzden günlüğe yazayım dedim. Herkes ağlasın. :)

Yeni patronum Melih Kibar'ın arkadaşıymış. Hikayeyi o anlattı. Malum Melih Kibar ve Çiğdem Talu birlikte mükemmel şarkılar üretmiş, aralarında çok özel, kolay rastlanmayacak bir ilişki olan bir çift. Birlikte güzel şarkılar ürettikleri dönemde, 70'li yılların sonunda Melih Kibar İngiltere'ye master eğitimi yapmaya gidiyor. Yine, mektuplar vasıtasıyla karşılıklı şarkılar üretmeye de devam ediyorlar. Melih Kibar büyükçe bir evde yaşamakta. Çok çok fırtınalı, camlardaki panjurların vurduğu çok yağmurlu bir gecede, evde boş bir salonda bir piyano keşfediyor. Yanında da eski kocaman kayıt teyplerinden var. Alıp geliyor ve o fırtınalı geceden de ilham alarak bir melodi çıkarıyor. Melodiyi beğeniyor, şarkı halinde çalıyor ertesi gün ilk postayla Türkiye'ye yolluyor. Aynı gece, Türkiye'de, Çiğdem Talu da, hem ona olan özlemin de etkisiyle, meşhur "Fırtına" şarkısının sözlerini yazıyor ve ertesi sabah postayla Melih Kibar'a yolluyor. Karşılıklı mektupları aldıklarında şok oluyorlar çünkü ayrı ayrı yazdıkları şeyler herşeyiyle (evet çok olanaksız gibi ama), hem kavramsal yapısı, hem notası ile birebir birbirine uyuyor.

İşte hikaye bu. Bu derin sevgi, bu ilişki... Söyleyecek şey bulamıyorum. Böyle sevgiler kaldı mı? Belki de kalmıştır. Belki de böyle tanımsız, uçsuz bucaksız sevgiler hala vardır. Umarım vardır. Ben inanıyorum, sonsuz sevgiye hala inanıyorum. Hala yılmadım. Klasik kadın erkek aşkından daha derin ve fiziksellik üzerine inşa edilmemiş, iki insanın ruh birlikteliğine, ısrarla, inatla inanıyorum. :) Hayalci bir kadınım ben. Sıradan ve hayalci bir kadın.