27 Eylül 2007 Perşembe

Tiran diye bir şehir...

Bugün Arnavutluk'ta, Tiran'daki ilk günümdü... Çok ilginç bir yer burası. Minicik bir havaalanına iniş yaptık. Havaalanı yeni yapılmış, çok temiz bir yer ama küçüklüğü insanı sarsıyor, sadece 2 tane bagaj bantının olduğu bir yer ve zaten sadece 2 uçuş vardı. Biri İstanbul'dan gelen bizim uçuş, diğeri de Milano'dan gelen başka bir uçuş. Arnavutlar sıkı bavul ticareti yapıyor. Devasa paketlerle geliyorlar İstanbul'dan, hepsi de birbirine benziyor, sıkı sıkı koli bantları ile bantlanmış bu paketlerin hangisi kimin nasıl ayırıyorlar bir türlü anlayamadım...

Şehre girince iyice bir kültür karmaşası var. Bir bölüm aynen 70'li yılların Türkiye'si gibi. İnsanlar, giyimleri, davranışları aynı 30 yıl öncesinde kalmış gibi. Bu bölge ağırlıklı olarak Enver Hoca'nın komünist yönetiminin etkilerini hala taşıyor. Ama şehrin bazı bölgeleri var ki; Alsancak mı desem, Kızılay mı desem, Etiler mi desem, o kıvamda. Öyle ilginç ki, eskiden yasaklı olan ve sadece devlet görevlilerinin yaşadığı, şimdi "Blocked" olarak adlandırılan mahalle, serbestlik geldikten sonra en sıkı eğlence merkezi olmuş. Bayağı bir Nişantaşı havası var. Hani hep yasaklı olan çekicidir ya, sanırım o psikoloji ile bu duruma gelmiş olmalı...

Dünyada yediğim en güzel deniz mahsullerini burada yedim bugün. Öğlen yemeğinde, kaldığımız otelde yediğimiz kalamar, ahtapot, midye, karides ve deniz mahsülleri rizotto olağanüstüydü. Başka bir kelime bulamıyorum çünkü lezzeti şimdiye kadar hiç tatmadığım kadar muhteşemdi. Akşamda burada meşhur olan bir Yunan Lokantası'na gittik. Bir o kadar olağanüstü bir barbun yedik ki, normalde barbunda farklı bir deniz kokusu olur, hani dip çamuru gibi bir koku. Bu hiç öyle değildi. Bir de menemen sosuna benzer ama peynirli bir sosla bir midye yapmışlardı ki, hala tadı damağımda. Sözün özü burada deniz mahsülleri hiç bildiğiniz gibi değil...

Mimari de çok ilginç Tiran'da. Komünist dönemde binalar çok renksiz olduğundan, şu andaki belediye başkanı takmış kafaya şehri renklendireceğim diye, bir yandan renk renk modern binalar yapılıyor, bir yandan eski binalar yenileniyor, renklendiriliyor. Renklendirmek derken, pantone kataloğu gibi onlarca bina gördüm, çok komikler. Hatta belediye başkanı kendisi de ressammış ve desenler çiziyormuş binalara, kendi elleri ile. Bayağı matrak yani...

Buradaki kadar Mercedes markalı otomobil herhalde Almanya'da dahi yoktur. Herkeste Mercedes var, bu nasıl iş anlamadım. Bir de fazlasıyla Alpet istasyonu var. Alpet biraz da Albanian Petrol gibi bir isim çağrıştırmasını avantaj olarak kullanıyor sanırım.

İnsanlar çok güzel, çok güleryüzlü, çok canayakın. Özellikle de Türklere karşı çok ilgililer. Dünyada bizi gerçekten seven tek millet Türkler diyorlar, çok hoşuma gitti...

Yarın yakın başka bir kaç şehire gideceğiz. Burada yollar da, özellikle şehirlerarası yollar fena virajlıymış, Enver Hoca insanların ulaşım özgürlüğü olması diye özellikle yaptırıyormuş yolları böyle. Ne acaip paranoyaları olan bir adammış, anlata anlata bitiremiyorlar... Bunları da artık yarın bilahare anlatırım...

Dün gece çok geç yattım, 04:30'da kalktım. 08:15 uçağı ile geldik ve bütün gün toplantı yaptık. Kafam kazan gibi. O yüzden hemen yatmak istiyorum ama bugün güzel bir gündü ve vallahi ben Arnavutluk'u sevdim. Buradan Arnavut arkadaşlarım NÖ ve ND'ye de selamlar yollayayım, dönünce detaylı izlenimlerimi paylaşırım, sözlü olarak. :))

23 Eylül 2007 Pazar

Huzur...

Hep huzur arıyorum... Yıllardır... Her insan gibi... Huzur nasıl tanımlanır onu da tam olarak çözümleyebilmiş olduğumdan değil kafamda da, bulunca onu tanıyacağımı biliyordum bir şekilde... Bir dinginlik mi, sakinlik, sükunet mi belki, korkusuzca canının istediğini yapmak mı, saatleri umursamadan öylesine sarılıp yatmak mı, aklına estiğini yiyip, aklına eseni giyip, saatlerce konuşmak mı?.. Ne bileyim işte, insan yaşayınca anlıyor, tanımlaması öyle zor ki...

Bu haftasonu, yıllardır tam olarak bulamadığım o huzur duygusunu yaşadım ve içimden şükrettim, defalarca. Bunu yaşama fırsatına sahip olabildiğim için, bunun değerini bilecek olgunluğa eriştiğim için, onu bulduğum için, o beni bulduğu için, herşey bıraktığım gibi olduğu için, unutulmayan, değişmeyen şeylerin varlığı için, hayatımda ilk kez bir şey mükemmel bir zamanda olduğu için ve daha binlerce şey için... Bir kez daha bu kadar şanslı bir insan olduğum için şükrettim ve kendimi o dingin denizde yüzmeye bıraktım, o denizden hiç çıkmak istemiyorum. Çıkmayacağım da. Sonsuza kadar orada yüzmek istiyorum, hiç bir şey düşünmeden tadını çıkarmak, bir daha asla başka bir denizde yüzmemek, bunu aklıma bile getirmemek... O deniz benim, ben o denizim... Yaşam insana kolay kolay engin denizler sunmuyor, mutluluk kolay bulunmuyor... Ben gerçekten çok çok şanslı bir insanım...

21 Eylül 2007 Cuma

Güzel şeyler...

Battaniyeler... ND ile en büyük ortak noktalarımızdan biri... Renk renk, yumuşacık, sıcacık, insana evde olmanın güvenini hatırlatan bir ev eşyası. O kadar severim ki battaniyeleri, 10 kişilik bir evde olabilecek adette battaniyem var, ne kadar alsam doymam... Her renk battaniyesi olmalı insanın. Üzerindeki pijamaya göre rengini seçmelisin, sonra doku farkı da önemli, yatarken mesela, uyurken yani, böyle yumuşacık ama tiftik battaniyeler süperdir, oysa koltukta oturmuş uyurken daha hafif, polar gibi olanlar tercihim. Bir de çocukluğumdan kalma, anneannemden hatıra bir battaniyem var, somon rengi, ağzı burnu kaykılmış bir durumda ama o benim için hala en özel, favorim olan battaniyem. Bir de pikniklere battaniye götürmek çok güzeldir, tabii bunların daha pamuk ağırlıklı bir iplikle dokunmuş battaniyeler olması gerek, çünkü çayır çimende yatma zamanı genelde yaz, bahar ve insan pişebilir. :) Yağmurlu bir günde, evde, kanepede olmak, yumuşacık bir battaniyeye sarınmak, kitabına dalmak, sıcak çay ya da kahve de varsa hele, Allahım daha büyük bir mutluluk olabilir mi? Battaniyeler güzeldir işte ya, paylaşılması da güzeldir, tek başına keyif sürmesi de, uyuması da, kestirmesi de...

19 Eylül 2007 Çarşamba

Allah Allah, hayırdır inşallah!

Vallahi ne diyeyim, küçümsediğim için kendimden utandım, mutlu oldum, zevkten kudurdum. Bizim takımı seyretmekten zevk aldığım kaç maç var desem; saysam saysam 5 tane ya çıkar ya çıkmaz ama bugün, Kadıköy'de, Inter'e karşı, Fenerbahçe, tek kelime ile "muhteşemdi". Deniz her şeye rağmen saçma sapan pasları ile beni delirtmesine rağmen ona bile bir şey demeyeceğim. 90. dakika olmuş, hala koşturan bir Fenerbahçe görmeyeli kaç sene oldu bilmem ki. Son saniyeler gerçekten kalpten öleceğim dedim ama helal! Gol de güzeldi, sayamayacağım kadar çok atağımız da, olmayan gollerin pozisyonları da. David de. Kejman bile neredeyse. :)

Artık ne diyeyim? Herhalde bizim takıma Turkcell Süper Ligi dar geliyor, ciddiye almıyoruz, o yüzden amatör lig takımları gibi oynuyoruz diyeceğim artık. :) Bu sene Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olurmuşuz mesela!!! Yok artık, devenin nalı demeden duramayacağım. Ama neden olmasın ki? Yani şu dünyada mucizeler olmuyor mu? Ben şahidim oluyor. Yalnız böyle bir durumda Galatasaraylıların durumunu düşünemiyorum. Ay düşünmesi bile insana kahkaha attırmaya yetiyor vallahi. Sırf onların yüzünü görmek için bile bunun için her akşam dua etmeye değer. :))

Güzel şeyler...

Günlüğü yazmaya başladığımdan beri "güzel şeyler" başlığı için fotoğraf topluyorum... Bir türlü yazmaya başlayamadım da, bu akşam ilham geldi diyelim, simit+kaşar+çay'la bir giriş yapayım dedim...

Türk olmanın en güzel yanlarından biri de simit bence. Bildiğim kadarı ile dünyanın başka bir kültüründe onun yerine tutabilecek bir şey yok. Amerikalıların tatsız tuzsuz bir şeyi var şimdi adını hatırlayamıyorum, bagel değil de başka bir şey, diğer kültürlerde de var bir şeyler ama yok kardeşim yok, simit gibisi yok. Hele de yanında taze kaşar, yeni demlenmiş çay, hele de Beyazıt'da Çınaraltı'ndaysan ya da Çengelköy'de, hele de günün gazeteleri ya da sevdiğin bir kitap varsa, hava da şöyle şeker gibi bir bahar havası ise... Ne diyeyim yani değme keyfine... Ama simitin nereden alındığı da çok önemli. Kumkapı'da bir fırın var mesela, bildiğim kadarı ile, simit fırını, orası olağanüstü. Bir de Cumartesi günleri bizim Kadıköy'de, Altıyol'da hemen, saat 14:00 civarları boğanın oradaki simitçinin simidi olağanüstü olur. Ha, bir de Ortaköy'de, Dereboyu'nda Garanti Bankası'nın hemen önündeki simitçiyi de unutmamalıyım. O da olağanüstü güzel simit satıyor. Bir de pastane simidi var ki ben pek de sevmem aslında ama burada yine Ortaköy'de ara sokakta bir fırın vardı, adını MS hatırlar çünkü onunla alıyorduk bazı sabahlar, oranın simidi böyle daha büyük, tadı biraz daha değişik ve bol susamlıdır ve tek kelime ile muhteşemdir. Kaşar da ayrı bir hikaye tabii. Kaşar peynirinin kalitelisi de önemli mükemmel bir simide eşlik etmesi için. Burada da Ortaköy'deki peynircilerin hakkını teslim etmek gerek ya da Sarıyer'dekilerin. Bir de Yeniköy'deki Şütte, Bebek'teki Santral Şarküteri ya da bizim Çiftehavuzlar'daki Kardeşler süper kaşar peyniri satar ama tabii bunlar pahalı alternatifler, gidip bir Pınar Kaşar da alınabilir. Bence en güzeli standart küçük tekerlek, nasıl oluyor bilmiyorum ama tekerlek ve diğer formların tadı farkediyor. Bazıları simit yanında krem peynir alıyor ya, Karper falan, ben her zaman kaşar peynirini tercih ederim açıkçası. Hiç bir şey yerini tutamaz. Bazen Cumartesileri bizim Yeniyol'daki köşedeki simitçiden alıp, içine kaşar koyup, akşam çayında annemle keyif yapıyoruz, tabii evde olunca onları mini fırına atıp ısıtabiliyorsun, böylece içindeki kaşarlar da eriyor, oohh, nefis bir şey...

Sonuçta hayatta en sevdiğim şeylerden biri bu üçlü... Daha da gelecek sevdiğim şeyler. Hele de dünyada en sevdiğim yiyecek olan çileğe önemli bir yazı yazacağım ama biraz araştırma yapmak istiyorum bakayım neymiş ne değilmiş, nasıl evrilmiş?

Simit olsa da yesek ama değil mi? :)

17 Eylül 2007 Pazartesi

Koştur koştur...

Ne oldu anlamıyorum, eskiden evden çıkmayan ben, kendimi bir attım sokaklara, iş bir yandan, diğer şeyler bir yandan, evi otel gibi kullanır oldum. Günlüğe de ilgi gösteremedim son zamanlarda, bazen böyle oluyor işte, herşey üst üste geliyor...

Geçen hafta bir tempo geçti. Cuma akşamı CC ile buluştuk. Caddebostan'daki House Cafe'yi kapattık, artık bizi neredeyse kovuyorlardı... CC benim çok çok eskiden, ah ne desem, nasıl betimlesem bilemedim. Onu mevzubahis'e dahi ekleyemedim daha. Söylenecek o kadar çok şey var ki. En iyisi yavaş yavaş konuya girmek. Henüz çok birşey söylemeyeyim...

Cumartesi film çekimimiz vardı, günüm orada geçti. Gizlilik malum, bir şey söylemeyeceğim ama hikayeyi daha sonra unutmazsam anlatırım. Tek söyleyebileceğim Beykoz sırtlarında Mahmutşevketpaşa köyü'nde (ki dünya güzeli bir köy), harika bir noktada, muhteşem bir evde çekim yaptık. Doğa, yeşillik beni büyüledi her zamanki gibi. Yolu bir başka güzel. İki yanı ağaçlıklı yollara deliriyorum ya, orası da rüya gibiydi...

Akşam Fenerbahçe-Rizespor maçına gittik. NÖ sağolsun kartlarını vermişti, yoksa yine gitmezdik ya, ondan önce VD ile Moda'ya gittik, Moda Çay Bahçesi'nde oturduk, sonra yavaştan stada yürüdük, dünyanın en kötü futbol maçlarından birini seyrettik, ben zaten yarı seyrettim, yarı niye geldim buraya diye düşünerek etrafı seyrettim, zaten maç 21:00'deydi, eve perişan yorgun geldim. Bir daha maça gidersem kafamı kessinler. Fenerbahçe artık hiç ama hiç zevk vermiyor. Eskiden stadın şenliği ile idare ediyorduk, artık o da azaldı taraftarın tepkisinden. Vallahi de gitmeyeceğim bak bu da burada belge olsun. :)

Pazar sabahı EE kahvaltıya geldi, mükellef sofra hazırlayıp, kuş kadar yedik, sonra onun yeni aldığı N95 telefonuna bir çok resim ve şarkı yükledik, baktık ben çekime o flüt dersine gecikiyor, koşarak çıktık evden. Bu kez çekim Hayal Kahvesi'ndeydi ama Çubuklu'da. Orada da denizi ve geçen gemileri seyretmekten monitöre bakamadım. :) Gerçi akşama doğru üşüdük ama o manzaraya değdi. Dur daha bitmedi, akşam MH geldi İngiltere'den onunla buluştuk, her zaman gittiğimiz artık gelenekselleşmiş Fish Var akşamlarından birini yaptık, yine yiyemedim doğru dürüst, iştahım kesildi bu ara nedense... :)

Dün akşam eve geldim. 22:30'du. Ramazan'ın en güzel tarafı yollar akşamları çok açık. 15 dakikada Çubuklu'dan İstinye'ye, 20 dakikada İstinye'den Göztepe'ye gelinebiliyor. Ayıp etmeyeyim tabii Ramazan güzel de yolların açık olması en güzel... Hemen yattım. Bitap durumdaydım artık.

Bu akşam da kızlarla buluşuyoruz; ND'nin evinde. Yarın akşam gerçekten eve gideceğim. Gerçekten. Artık yeter. Ama belli de olmaz, belki yine sokaklarda olabilirim, bu sene kaderim böyle sanırım, şikayet etmeyeyim ben kaşındım. 2007 bitse de yine eve girsem. Vallahi yılbaşında evde olmayı dileyeceğim, bak vallahi... :)

16 Eylül 2007 Pazar

Hayatım bir masal...

O kadar zor ki anlatmak... Hayatım bir masala dönmeye başladı. 2007 öyle bir sene oldu ki, anlatılmaz yaşanır derler ya öyle... Eskiden mucizelere inanmazdım. Böyle şeyler söyleyenlere de aptal Pollyanna'lar olarak bakar ve aşağılardım ama sanırım gerçekten sen yaşamını nasıl yönlendirmek istiyorsan öyle gidiyormuş herşey... Bu yılbaşı kendi kendime söz vermiştim, hatta bir yılbaşı kartı yapmıştım arkadaşlarıma ve herkese daha fazla zaman ayıracağımı, yaşamın değerini bileceğimi ve kendi küçük mucizelerimi gerçekleştireceğimi vaad etmiştim... Görüyorum ki, 8,5 aylık bilançoya baktığımda bunu gerçekleştirdim, kendimce de olsa... Geçmişte umutsuzluk, bedbahtlık, karamsarlıkla geçirdiğim yıllara bile yanmaktan, pişmanlıktan, kendimi suçlamaktan vazgeçtim bu yıl çünkü gördüm ki gerçekten herşey insanı başka bir yola sokmak için oluyor ve muhtemelen de o yol senin için daha iyi seçimlerin olduğu yol tabii çoğu zaman bunu kabul etmek çok zor oluyor ve acı veriyor ama öyle işte. Kendime baktığımda artık olan her olayı, olayların istediğim şekilde gitmemesini, istediklerimin istediğim şekilde olmamasını çok daha rahat kabul ettiğimi ve o kadar hayıflanmadığımı görüyorum ve ben böyle yaptıkça herşey daha bir yolunda gidiyor sanki. Bu bile kendi başına bir mucize... Neyse bu yazı geyiğe kaçmadan bitireyim, hala mutlu bir insan olmayı kabul etmekte zorlanıyor ve kendimi suçlu hissediyorum. :) Dünyada bu kadar olumsuzluk ve acı varken ben nasıl kendimi mutlu hissedebilirim? Bilmiyorum. Sanırım her atasözü gibi "her koyun kendi bacağından asılır" da doğru bir söyleyiş... Tabii bir de şu var: Kendimi biliyorum, en ufak bir olumsuzlukta bu düşüncelerim değişebilir, değişir mi acaba? Ben, ben olmaktan çıktım mı acaba? O kadar inanmışım ki akıllı bir insanın mutlu olmasının olanaksızlığına. Yoksa ben aptallaşıyor muyum? Yoksa bu sadece hakikaten herşeyin bir oyun olduğunu kabullenişten mi kaynaklanıyor? Belki de akıllı ve mutsuz olmaktansa, aptal ve mutlu olmak daha iyidir. Ama dünyada insan aklı ile varolmuyor mu? Of iyice ikilemler içine düşeceğim... Değişim değil de gelişim diyerek kendimi rahatlatayım ve çekileyim en iyisi... :)

13 Eylül 2007 Perşembe

İkilem...

Bir insan sana kaldıramayacağın şeyler söylese ve bilsen ki aslında çok da isteyerek ve onu kastederek söylemedi ve o anda sinirlerine hakim olamadığından söyledi ve muhtemelen o da pişman ama bir duruşu var ve geri de dönemiyor, özür dileyemeyecek kadar korkularına, gururuna kapılmış biri ve aslında özür dilese sen de herşeyi unutmaya fazlasıyla gönüllüsün ama muhtemelen asla dilemeyeceğini de biliyorsun ve senin de bir duruşun var ve gerekli karşılığı vermek zorundasın ama aslında içinden de gelmiyor çünkü hissediyorsun olayın aslını, feda da etmek istemiyorsun onu ama...!

Ne yapar insan? Ne kadar zor bir ikilem, öyle değil mi?.. Hani aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık; hani iki ucu pis değnek der ya büyüklerimiz aynen öyle bir durum... Olmamasını dileyeceğin şeyler oluyor ve aslında içten içe biliyorum ki hepsi de olması gerektiği için oluyor ve bazen hakikaten olacak olanı durduramıyorsun çünkü ikiniz için de ya da olay herneyse herkes için de ve olması gerekenler için de bunun olması hayırlı! Ama yine de zor geliyor bana. Zor!

12 Eylül 2007 Çarşamba

Abraham Lincoln'ün oğlunun öğretmenine yazdığı mektup... Anneme saygılarla...

Bu mektubu bilmiyordum. Tesadüfen okudum. Belki bilenler çoktur. Ama çok etkilendim.
Kendimden pek tatmin olan bir insan sayılmam, hatta birçok konuda yetersiz, bilgisiz görürüm kendimi bazı konularda öyle olmadığımı birçok insan söylediği halde. Ama anneme baktım, şu mektubu okudum, ne kadar başarılı olduğunu bilemem, bunu yargılamak bana düşmez ama aşağıda yazılan mektuptaki değerleri ısrar, inat ve çoğu zaman da sevgiyle bana vermeye çalıştığını gördüm. Bu yüzden; isteyerek, istemeyerek ona yaptığım birçok haksızlığa rağmen, iyi bir insan yetiştirme çabası karşısında bir kez daha saygıyla eğilmek istiyorum. Bu mektup; anneme saygılarımla...

...

Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona: Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya kendini adamış bir lider vardır. Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona. Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını... Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği zamanlar da tanı... Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona. Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi... Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona. Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma. Tüm insanları dinlemesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret... Eğer yapabilirsen üzüldüğünde bile nasıl gülümseyebileceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini... Ona, kuvvetini ve beynini en yüksek fiyata satmasını, fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret. Ona nazik davran ama onu kucaklama. Çünkü, ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun, bırak cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır... Bu, büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsen bir bakalım... O ne kadar iyi, küçük bir insan, oğlum...

9 Eylül 2007 Pazar

Tarih Eğitimi Meselesi...

Tarih Vakfı'nın dergisi Toplumsal Tarih'te bu ay Eğitim Bülteni diye bir ek var. Konu da tarih eğitimi. Tarih olgusunu ancak üniversitenin 3. sınıfında tam olarak anlayabilen, ilgi duyup okumaya başlayan ve kaçırdığı yıllara çok pişman olan biri olarak çok ilgimi çekti. Burada önce tarih eğitimindeki problemlerin bir özeti ile başlamışlar konuya. Şöyle bir bakınca o kadar vahim bir tablo var ki, buraya yazmadan duramadım.

1. Ezberi sürekli kılan bir eğitim yöntemi,
2. Çok kötü düzenlenmiş, tamamen ideolojik kılıflarla üretilmiş bir müfredat,
3. Sınav uygulamalarının tamamen anımsamaya dönük sorulardan oluşması,
4. ÖSS hazırlık aşamasında ezberin bu kez test tekniği ile geri dönülmez bir biçime sokulması,
5. Öğretmenlerin şikayetçi olması, ancak ne yapacaklarını bilmemesi ve üstüne üstlük denetime tabi oldukları için yapılan çalışmalar konusunda isteksiz davranmaları, bir başka deyişle müfettiş korkusu,
6. Mesleki eğitimin tamamen öğretmenlik üzerine kurulu "pedagojik" ağırlıkta seçilmesi ve akademik alana taşınmaması,
7. Ders kitaplarının, yazarından seçenine ve pazarlamasına kadar çok büyük bir rant oluşturması,
8. Tarih müfredatının Atatürk'ün ölümüyle bitmesi, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan düzenin yıkıldığı bir dünyada yaşadığımızın unutulması ya da unutturulması,
9. Görsel malzeme yetersizliği ya da görsel malzemenin kullanılmaması inadı,
10. Öğrencilerin tamamen pasif durumda yer almaları.

Daha pek çok sorun dile getirilebilir yazmış Tuğrul Yakarçelik; gerçi bence sadece Tarih dersi de değil orta hatta yüksek eğitimdeki birçok dersteki sorunları özetlemiş. İçinde bulunduğumuz karanlık tabloya çok da şaşırmıyorum bunları okuyunca. Yıllardır biz dahil yetiştirilen insanların kaderi sadece ailelerinin ilgi ve bilgisine, kişisel yetenek ve çabalarına terk edilmiş durumda. Okullardan aldığımız şeyin çoğunlukla travma olduğunu düşünüyor ve artık üzülmekten vazgeçmeye karar verdiğim halde yine, yine üzülüyorum... Bu ülkeye çocuk doğurmak da büyük cesaret işi, bu ülkede yaşamak da. Üzgünüm ama artık böyle düşünüyorum...

Neyse ilgisini çekenler için bu ayki Toplumsal Tarih almaya değer. Konuya nasıl çözümler getirilebileceği de işlenmiş çünkü. Hatta tarih dostu olmak gerek. Her ay 5-10 lira bile yeter. Kendi tarihimize sahip çıkalım bari, ülkemize sahip çıkamıyoruz. Ülkemizi kaybedersek elimizde sadece o kalacak!

Bir daha bu Pazar olmayacak...

20 yıl öncesinden bir rüzgar esti... Üniversiteye başlamamın ilk yıllarından... 17-18 yaşlarından...

Vezneciler'den Laleli'ye doğru uzanan o cadde... Edebiyat Fakültesi binası ve Hadigari... Antropoloji dersleri... Nescafe diye bir mekan... Osmanlıca okuma anahtarı, hala sakladığım... Artık Osmanlıca da biliyorum üstelik. Taksi şoförleri... Onlara hep tıp okuduğumu söylerdim, gülerek anımsıyorum şimdi... Adını hatırlayamadığım bir yerde dans eden iki kişi... Cerrahpaşa... Orada dar bir sokak... Bir ev... "Olmasa Mektubun" diyen Yeni Türkü grubunun sesi... Hiç oynanmayan bir tenis raketi... Hiç çalınamayan bir gitar... İçten içe kıskandığım çok güzel siyah saçları olan bir kız fotoğrafı... Neuchatel Xamax maçı... Balık sırtı bir palto... Bir ada vapuru... Tepelerdeki sapsarı süsen çiçekleri... Karlı bir kış, sıcak bir yaz ve bölük pörçük başka bir çok şey... Çok acı bir olay ve çok mutlu anlar... Yine sesler, yine renkler, yine kokular...

Bu Pazar öylesine büyük bir sürprizle geldi ki, bir daha hiç bir Pazar böyle olmayacakmış gibi geliyor... :) Yaşam insana bazen çok büyük sürprizler hazırlıyor... Hem de çok çok büyük...

8 Eylül 2007 Cumartesi

Bir Cumartesi daha...

Boyuna haftaların geçmesi, bir Cuma daha, yok bir Cumartesi daha falan diye yazılar yazıyorum, okuyanlara da gına gelmiştir büyük olasılıkla ama elimde değil çünkü geçiyor işte... Şu zaman kavramı ya da boyutu mu demeliyim ve göreceliği üzerine de çok yazıyorum çünkü o da çok gerçek... Şuraya bak, günlüğe başlayalı da ki bunu yılbaşı olarak alabilirim, 8 ay bitti, 9. ay geçiyor... Kendimi takdir etmeliyim, malum Koç burcu maymun iştahlılığı, bu kadar zamandır bunu sürdürüyor olmam bile büyük başarı...

Bu hafta bir yoğunluk, bir yoğunluk, müşteri ziyaretleri, binbir problem, bir o kadar kahkaha, üzülecek şey, sıkıntı, neşe falan geçti gitti... Ajansta yerleri değiştirdik, biz FS ile bir odaya taşındık. Hem de aynı masayı paylaşıyoruz. Devasa sayılabilecek bir masa ama FS sadece bir laptop büyüklüğünde yer kaplıyor. Kalan yerde, ben, her zamanki çıfıtçılık özelliğimle, bilgisayarım, çok sevdiğim büyük silindir kalem kutum, aslında cam bir vazo olan ama içinde günlük kullandığım kalemler, post-itler, hemen lazım olabilecek kartvizitler, silgiler, sigara, kibritler vs. ne kadar gereksiz şey varsa olan objem, not defterim, küçük ajandam, büyük ajandam, toplantılarda kullandığım şık not defterim, telefon defterim, bir sürü kağıt, mousepad vs. bir sürü şeyle onun kapladığı yerin 1000 katını kaplayarak yine kendi rekorumu kırmaktayım. İkimiz de anlaşmış gibi sigara üzerine sigara içmekteyiz, bir de ajansta bizim oda ve toplantı odası dışında oturarak sigara içilecek yer olmadığından gelen herkes de içiyor ve bu hafta klimamız yağmur ormanları benzeri tepkiler vererek ajansa seller bastırmakla tehdit ettiğinden bizi, hep kapalıydı gibi birşey, dolayısı ile sıcak ve sigara dumanı ile hayal ettiğimiz ortamın çok daha gerisinde, oldukça komik, neredeyse mizah dergisi gibi bir ortamımız var. Ayrıca FS kreatif direktör olduğundan sakin ve huzurlu bir insan (GG'yi tenzih ederim) ben ise idari işler, mali işler, müşteri işleri vs. ile, sürekli gelip bana birşeyler soranlarla, aynı anda çalan cep ve iş telefonları ile uğraştığımdan kendisi müsait oldukça odadan kaçıyor. :)

Bu sabah aslında bir toplantım vardı, hem de 10:00'da, hem de Tuzla'da. Ama düne ertelendi ya da geri alındı diyeyim. O yüzden bu sabahın tadını çıkardım. Erken kalktım, çay ve dün akşamdan kalan püre+mısır ikilisi ile pek kimsenin anlayamayacağı kahvaltımı yaptım. Gazeteleri okudum, haberlere şamşırıp kaldım çoğu gün olduğu gibi, sonra kalktım BG'ye gittim. Kahve içtik, muhabbet ettik, manikür pedikür de yanında. Yalnız bu işe ayda bir kere falan zaman ayırabildiğimden ve çok sıkıldığımdan işi zordu kızcağızın. Sonra göz doktoruna gittim, ameliyatlı gözlerimin neredeyse ameliyattan önceki numarasına yükseldiğini ve ameliyat sonrası oluşan astigmatımın da iyice azdığını öğrenip yine de görebildiğim için tanrıya şükrettim. Ne yapayım, çare var mı? Caddebostan'a doğru yürüdüm. Gazeteciden Rolling Stone, Bilim Teknik ve sonunda çıkan Uykusuz dergisini aldım. Yiğit Özgür'ü çok çok seviyorum ve orada toplanan çoğu çizeri de. Yalnız derginin adını pek sevmedim ama onlar öyle uygun görmüş bize de kabul etmek düşer artık...

Eve geldim... Günlüğü açtım, ne yazsam diye düşündüm... ND ile sohbet ettim... Akşam bizde buluşmaya karar verdik... Eve birilerinin gelmesi süper birşey... Hele de sevdiğin insanlarsa daha da süper... Özellikle de Cumartesi ise, yarın Pazar olduğunu bilmek insanın içini rahatlatıyor. Bu yazı da pek iyi bir yere gitmiyor. En iyisi keseyim... Bir kahve yapayım. Bir de sigara yakayım. Kitabıma dalayım... Bayılıyorum Cumartesi akşamüstleri evde olmaya.

6 Eylül 2007 Perşembe

Dünyadaki son günüm bugün olsaydı...

Bu dünyadaki son günüm olsaydı ne yapardım?

Son 24 saat.

Her gün, her saat kafamı kurcalayan, binlerce kez düşündüğüm, endişelendiğim, korktuğum şeyleri ne kadar düşünürdüm? Bütün bunlardan uzak olmak nasıl bir şey olurdu? Dünyada olup olmamak bir şey fark eder miydi acaba? Dünyada yapmayı sevdiğim şeylerin tadını çıkarmaya mı bakardım acaba tüm gelecek endişelerinden sıyrılmış olarak? Yoksa söyleyemediğim şeyleri mi söylerdim insanlara, bana kızacaklarını, acıyacaklarını, ağlayacaklarını, üzüleceklerini bile bile? Ya da yapmayı hep düşündüğüm ama hiç fırsatım olmayan şeyleri yapmak için kendimi sokaklara mı atardım acaba, yarın onları yapamayacağımı bile bile? 24 saate ne sığdırabilirsiniz? 24 saat ne kadar uzun? 24 saat ne kadar da kısa... Dünyadaki son günüm olduğunu bilseydim, kötü olmayı mı seçerdim acaba? İyi olmayı mı? Sevgimi mi sunardım insanlara, yoksa içimde gizli kalmış, belki de hiç olduğuna inanmadığım nefret ve kin mi açığa çıkardı, nasıl olsa yarın bunların hepsinden uzak olacağımı bilmenin verdiği güvenle?

Dünyadaki son günüm olsaydı, sevdiğim herkesi tek tek arardım herhalde. Veda etmek için değil, hatırlarını sormak için. Şimdi çeşitli bahanelerle, zamansızlıktan, yorgunluktan, telefonla konuşmanın verdiği bıkkınlıkla ertelediğim, unuttuğum, görmezden geldiğim konuşmaları yapardım tek tek. En sevdiğim yemeği yerdim, son kez, çok güzel bir sofrada. Güneşin doğuşunu seyretmek isterdim ve batışını eğer hava durumu elverirse. Son kez yemyeşil çimlere yatmak isterdim, dev bir ağacın altında eğer bulabilirsem İstanbul'da. En sevdiğim kitabın, en sevdiğim bölümünü okumaya da zaman ayırırdım üşenmeden. Annemin koynunda uyumak isterdim bir 15 dakika da olsa. En yakın dostlarıma, onları ne kadar da çok sevdiğimi söyleyip, teşekkür etmek isterdim yaşamımda var oldukları, beni destekledikleri, eleştirdikleri, paylaştıkları için güzel ya da kötü anları. En sevdiğim filmlerden birinin en etkilendiğim planlarından bir kaçına da zaman ayırırdım. Belki sıcacık bir banyo yapardım son kez. Suyun tadını çıkararak. Eski resimlere bakardım biraz, geçmişte, benden önce bu dünyadan ayrılmış ve belki de kısa bir süre sonra kavuşacağım insanlara, geçmişte kalan dostluklara, çocukluğuma, ilk gençlik zamanlarına. Kitaplarımı okşardım, dağıtırdım onları değerini bileceğini düşündüğüm insanlara. Kendime saklamak, kimseyle paylaşmamak takıntımdan kurtulurdum, onları yanımda götüremeyeceğimi bilmenin zorunlu kabullenişi ile. Son bir kez yazmak isterdim içimden geçenleri, benden sonra birilerinin okuması için, bir iz bırakmak ümidi ile...

Son 24 saatim olmadığını düşündüğüm bu anda, keşke öyleymiş gibi yaşayabilsem biraz, yarını umursamadan, takmadan korkularımı, endişelerimi, ümitleri, ümitsizlikleri.

Ama olmuyor işte. İnsanız değil mi? Olmuyor işte. Keşke olabilse. Keşke yarın ölecekmiş gibi yaşayabilsek, hiç ölmeyecekmiş gibi de bağlanabilsek yaşama. Söylemek kolay, yapmak zor.

4 Eylül 2007 Salı

Her dağa kaldırabileceği kadar kar...

Ajans boş... Ne zaman çıkmış herkes... Queen çalıyor. Bohemian Rapsody... Bazen nasıl da iyi geliyor yalnızlık... Hele de en sevdiğin arkadaşlarından birini bekliyorsan, hele de evde seni bekleyen biri varsa...

Oyunun kurallarının ağırlığından konuşuyorduk bugün. Bu konuya sardım bu aralar ya, her fırsatta bunu gıdıklayıp duruyoruz... Kurallar ağır; kurallar ağır olmasa zaferlerin değeri olmaz sanırım. Maraton ve 100 m. aynı ağırlıkta mı örneğin? Acaba? Biri çok uzun, sanki daha ağır... Bir diğeri de çok hızlı. Ağırlık, zorluk da ne kadar göreceli kavramlar aslında. Tüm soyut kavramların olduğu gibi... Hep üzülmüşümdür soyut kavramlarla ilgili net fikirlere sahip olanlara. Üzülmek de demeyelim de şaşırmak daha çok. Bilmediğin bir yere giderken hani, yol daha uzun gelir insana da dönüş o kadar uzun gelmez, hatta ikinci gidişte iyice kısalır. Yakacık'ta otururken bunu çok net görürdüm (o zaman Tarabya'da çalışıyordum hem de). 55 km yol bana çok kısa gelirdi de, yanımda biri varsa, o, genelde, "nasıl oturuyorsun bu kadar uzak yerde" diye sorardı. Oysa ben alışmıştım. Farkında bile olmuyordum artık. Demem o ki, kaldırdıkça alışılıyor ağırlıklara da...

Hani derler ya, her dağa kaldırabileceği kadar kar verir Allah. Gerçekten de öyle. Evladını kaybeden bir anneye, annesini kaybetmek o kadar da acı gelmez belki ama ben annemi kaybetsem evladımı kaybetmekten fazla acı çekebilirim, çocuğum olmadığından o duyguyu bilemeyeceğimden elbette. Çok çalışmak da böyle, çalıştıkça alışıyorsun. Biz haftasonu bir gün çalışsak şikayet ediyoruz da ND mesela; 7 gün çalışıyor bizim kadar şikayet etmeyebiliyor. İnsanlara da alışıyor insan. Öylesine hayatının bir parçası oluyorlar ki, bir nedenle çıksalar hayatından sudan çıkmış balığa dönüyorsun. Belki de bu korkuyla hiç kimseyi kolay kolay çıkaramam hayatımdan ben. Belki bu yüzden kinci değilimdir pek, hatta hiç değilim sanırım. Yükü karşına değil sana yüklüyor sanki intikam duygusu. Oyunun net kurallarından biri bence, sabır. Ama tahammül değil, içten içe yanıp dışarıdan belli etmemek değil. Gerçekten olanı olduğu gibi kabul edebilmek. Başımıza gelen herşeye bardağın dolu tarafı ile bakabilmek. An geliyor bunu yapabilmek ne kadar zor olabiliyor, oysa aradan yıllar geçtiğinde pek bir anlamı kalmadığını görüyor insan...

Her zamanki gibi konuyu dağıttım. Başlarken ne anlatacağıma da karar vermemiştim zaten... Çıkayım... ND ile buluşayım, Kadıköy'deki Beşiktaş İskelesi'nin üzerinde Deniz Atı var, oraya gidelim, bir bira iyi gelir... Hatta kısa bir yürüyüş bile yapabiliriz. Yaz akşamlarının tadını çıkarmak gerek. Şurada ne kaldı?

Oyundan bir mevsim daha eksiliyor... Haydi bakalım!

Günün Sözü...

Hiçbir okul bizi Türkiye'deki hayata hazırlayamadı!..

VD

3 Eylül 2007 Pazartesi

Kokular... kokular... anılar... kokular...

Anımsayabildiğim ilk koku, beyaz sabun kokusu... Çarşafların kokusu mudur giyeceklerin kokusu mu bilinmez... Mutfaktan gelen muhallebi kokusu sanki, belli belirsiz. Un helvasının kavrulurken çıkardığı o büyüleyici koku. Ne kadar da sever(d)im... Ihlamur, leylak, hanımeli kokuları birbirine karışmış bir halde sanki evin bahçesinden içeri giren... Büyük babaannemin çiğböreğinin kokusu... Pazar günleri mi yapardı? Tam anımsayamıyorum. Herhalde. Annemin işten geldiğindeki kokusu... Çok ama çok küçük olmalıyım, saçlarının kokusu bir başkaydı sanki, çok ama çok tanıdık ve beni büyüleyen. Anneannemin kendine has kokusu. Tanımlanamayan ama güven veren. Babamın tütün ve çok eski model traş kremi ile karışık bir erkek kokusu... Hala bir yerden burnuma geldiğinde içimi cızlatan... Alkol kokusu belli belirsiz... Nefret ettiğim ama yıllar sonra sevmeyi başardığım rakı kokusu, eski model teyplerin kendine has acaip kokusu ile karışık... Evdeki kocaman radyodan gelen bir o kadar garip ve tanımlanamayan koku bazen... Bir de kocaman kırmızı telefonun, bozulmuş pil kokusuna benzer kokusu... Büyük babaannemin hastalığının kokusu... Çocuklukla genç kızlık arasında, tam olarak üzülemediğim ama üzülmem gerektiğini düşünüp kendimi suçlu hissettiğim zamanlarda aklıma gelen o koku... Ev sahibimizin evinin kokusu tanımlanamayan; lavanta mıdır, kendine has başka bir parfüm mü ama kesinlikle zengin bir ev kokusu, belki ağır tahta eşyalardan yayılan... Kara lahana kokusu, kapıcıların evinden bütün apartmana dalga dalga yayılan... Kitaplarımın kokusu, artık benim satın almaya başladığım ya da benim için satın alınan, benim olan en önemli şeyler... Bana hediye edilen o teybin kokusu, kaset çalar bir teybim olduğu için ne kadar da gururlanmış ve bir kaç gece başucumda onunla yatmıştım... Okulun koridorlarının çamaşır suyu ve arap sabunu kokusu... Sınıflardaki tebeşir kokusu... Beyoğlu'nun kendine has karmaşık kokuları ile ter kokusunun bir araya geldiği bahçe... Okulun kantininden yayılan, bazen mide bulandırıcı olan döner ve karışık tost kokusu... Çiçek Pasajı'nın ve Şampiyon'un kokuları, neydi o yediğimiz şey her öğlen? "Zümküfül" müydü adı? Kınalıada'nın denizinin ve tepedeki sarı süsen çiçeklerinin kokusu... Mac Donald's Taksim'de ilk şubesini açtığında hepimizi büyüleyen ve şimdi nefret ettiğim Big Mac kokusu... İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin kendine has taş kokusu, artık üniversiteli olma gururu ile birlikte gelen... Sokak köşelerindeki sidik kokusu... Vezneciler Kız Yurdu'nun önünden geçerken nasıl olur bilinmez burnuma gelen gurbet kokusu... Sevdiğimin kokusu, uzun yıllar hiç değişmeyen... Taşındığımız hiç bir evde değişmeyen ve hala aynı olan o koku... Eskiden yağan karların kokusu... Yağmurlu günlerin çamurla karışık çimen kokusu... Vapurların makine dairesinden gelen koku ile karışan deniz kokusu... Londra kışlarının sisle dolu ağır kokusu...

Yazmaya kalksan bitmeyecek binlerce koku...

Çocukluğun, genç kızlığın kokuları...Kokular, anılar... Anılar, kokular... Sanki birbirleri ile varlar...

2 Eylül 2007 Pazar

Günün Sözü...

"Hayatı mutlu kılan sevdiğimiz şeyleri yapmak değildir, yapmak zorunda olduğumuz şeyleri sevmektir"

Goethe

Bir hafta daha geçti...

Bir hafta daha geçti... Eylül... En sevdiğim iki aydan biri... Sanırım. Biri Eylül, biri de Mayıs. Aslında Nisan ve Ekim'i de seviyorum. Hatta doğduğum ay olan Mart'ı da. Herneyse...

Dün akşam; Cuma akşamı da olduğu gibi ND'deydim. Eskilerde sevdiklerim benim evimde çok kalırdı. Herkesin annesi gibiydim. Bu aralar da ND için ben öyleyim sanırım. Yine, herneyse...

Kuran'daki bir ayete takıldık bir iki gündür. Onu konuşuyorduk. Muhammed Suresi, 36. ayet diyor ki: Doğrusu dünya hayatı oyun ve oyalanmadır. Başka çevirilerde, "oyalanma" yerine "eğlence" de diyor. Bu, o kadar sık konuştuğumuz bir şey ki, bunu Kuran'da okuyunca iyice şaşaladık. Sonuçta inan inanma, yaşam o kadar da ciddiye alınacak bir şey olmasa gerek...

Bu hafta EG'nin babasını kaybettik. Zincirlikuyu Mezarlığı'nın içinde küçücük bir cami varmış. Hiç bilmiyordum. Öylesine güzel bir törendi ki. Arkadaşımla, ailesiyle, babasının kurmayı başardığı aile ile çok gurur duydum. Kardeşliğin, birbirini seven ve bağlı kardeşliğin elbette, ne kadar güzel bir şey olabileceğini gördüm. Onca acısının arasında ne kadar güçlü olabildiğini takdir ettim. Herşeye rağmen içime bir rahatlama duygusu veren bir törendi. Yaşamda başarmamız gereken temel şeyin sevgi ve dostluk olduğunu bana bir kez daha gösteren bir tören. Ve yaşamın bir oyundan daha fazla ciddiye alınmaması gerektiğini de bir kez daha hatırlatan bir tören...

Ajansta artık daha fazla sorumluluğum olacak. Bu, bir yandan sevindirici, bir yandan zorlayıcı ama yaşam böyle işte, insanın karşısına oyalanacak şeyler çıkıyor. Bazen bu tam olarak senin istediğin şeyler olamıyor ama birşeyler oluyor işte... Gelen herşeyi sabırla ve kendine güvenle karşılamak, dürüstçe ve adaletle elinden geleni yapmak gerek sanırım. Olabildiğince... İnsanca duygular ve hormonlar elverdiğince...

Bu haftasonu babama gitmeyi hayal etmiştim. Dün toplantım olduğu için gidemedim. Telefonda konuştuk, "o kadar sıcak ki hava, nefes alamıyorum" diyor. Biraz nefes darlığı çekiyor. Bu, Almanya'ya alışmış ciğerlerinin Türkiye'nin iklimine alışma çabalarındanmış. Kendisini geç bulduğumdan içim cız ediyor. İyi ve sağlıklı olsun istiyorum. EG'nin babasının cenazesinde bunu düşündüm. Onun babası da tam benim babamın olduğu yaştaydı. Tam rahat edecekleri zaman, burayı terkedip gitmesi ne kadar adil? Yaşam ne kadar adil? Bilemiyorum. Tek bildiğim ölümün asla sorgulanamayacak tek son olduğu...

Eniştem de hastanede. Annemin kuzeninin eşi. Bizim ailenin neşesi olan insanlardandır. Güleryüzlü, hoşsohbet... Çocukluğumda benim şu anda olduğum yaştan genç olan bu insanların teker teker bu tip haberlerini almak çok şaşırtıyor beni. Anneannemin yeğeni de rahatsızlanmış, acile kaldırmışlar. Meğer 71 yaşındaymış. Şok oldum annem söyleyince! Amma da çabuk geçmiş zaman. Yine anneannemin bir kuzeni var. O kadar güzel bir kadınmış ki gençliğinde, peşinden koşarmış adamlar. :) Bizim ailenin efsanesidir... Herkes hep anlatmıştır onun güzelliğini. Hatta mühendis diye evlendiği kocasının taksi şoförü çıkması da onun efsanesinin başka bir yanı. :) 60'lı yılları ve insanların ne kadar saf, iletişimin ne kadar az olduğunu hatırlatır bana bu hikaye. O da, dün annemle konuşmuşlar telefonda, "bakamıyorum artık aynalara" demiş. Yaşam işte. Hiç bir şey aynı kalmıyor, güzellik de sana kalmıyor. :)

Özellikle ND ile ikimiz; belki de çalışmaya çok erken başladığımızdan ve herkese göre daha erken emekli olacağımızdan, o kadar çok emeklilik hayali kuruyoruz ki. Kendimize ve birbirimize daha çok zaman ayırmak, daha çok okumak, daha çok gezmek, daha sakin ve zamanı bol bir yaşam sürmek bazen çok çekici geliyor. Sabah kalkar, yavaştan Moda'ya yürürüz diyoruz, gazetelerimizi okuruz, kahvemizi içeriz, kurslara gideriz. Bilmem, yaşlanmanın da kendine göre rahatlatıcı bir yanı olmalı. Henüz bunu hiç hissedemiyorum ama nasıl olsa o da gelecek bir gün...

Bir hafta daha geçti. Eylül geldi. Bugün de havada hafiften bir sonbahar kokusu var. En sevdiğim filmlerden birini 15. kere belki, bir daha koydum, seyrediyorum... Müziklerini çok seviyorum özellikle. Şu anda bitti, yazıları geçiyor, emeği geçenler... Dido'nun "Thank You" adlı şarkısı çalıyor... Sakin bir Pazar daha geçiyor... Bir hafta daha bitiyor... Kalkmalı, bir kahve yapmalı. Gökyüzüne bakmalı. Bir duş almalı... Kitap okumalı... Yaşamalı... Oyun devam ediyor!