30 Temmuz 2007 Pazartesi

Yaşam sık sık sağ gösterip sol vuruyor...

Anneannem hep "hayatın dikenli yolları" deyimini kullanırdı. Yaşam gerçekten de dikenli bir yol. Bazen bir güç geliyor insana, can havliyle ilerliyorsun, bazen dikenler öyle katlanılmaz geliyor ki, düşmeyi bile umursamıyorsun. Yaşam hiç dümdüz ilerlemiyor. Dünyanın, ikilik ya da karşıtlık mı demeliyim, prensibi aynen geçerli; gece gündüz, iyi kötü, güzel çirkin. Bazen çok büyük haksızlık geliyor bana bu karşıtlıklar, bazen de yaşam bu karşıtlıklar olmasa tüm anlamını yitirir diye düşünüp avutuyorum kendimi. Ah, bilemiyorum, keşke bilebilsem, keşke bilebilsek... Keşke, keşke kelimesinden kurtulmanın bir yolu olsa.

Bu şiir VD'nin yazdıklarından. Eski, aslında dünya zamanıyla çok yeni ama benim için eski ve anlamı büyük. Şu anda iyi gelecek işte.

içinden geçerken kemirgenliğin sesi
tut ki çocukluğun deniz mahsülleri ofisi
daha çocukken döndürmüşler seni
bu dut yemiş bir bülbülün hikayesi
ne uzaktı o zaman ankara'daki telgraf telleri
ve üstündeki kuşlar kalkmadan ulaşmazdı sana haberi
bir yüzünde dut bir yüzünde yalnızlık lekesi
bu mudur çocukluğunun noter onaylı hikayesi
işte burada döner bu şiirin burgacı
ben de yitip gittim çünkü o seslerin içinde
aynı dublaj stüdyosunda seslendirmişler bizi
şimdi gel döşeyelim hayalarına inadına alt yazı
sen anlatmadan önce de biliyordum ben bu hikayeyi
1986'da bir soba başında dinlemiştim
anlatan toprak oldu anlatılan altın
bense sadece yediğim köfteyi hatırlıyorum
geçtiğin ağaçların altına baktın hep
meyvesinden kaçtın gölgesine taş attın
ben de diyorum ki sana, aç da içine bak
ya bulursun sesini durulsun diye içi

Cümleten Günaydın...

Yeni iş yerimde ilk gün... Sabah kalktım, zaman geçmek bilmedi. 9'a çeyrek kala evden çıktım. 9'da işe geldim. Amma da büyük bir lüksmüş yakında çalışmak... Geldim, çok fazla insan yoktu. İçeri girdim, gülen yüzüyle sekreter arkadaşımız karşıladı, onu çok sevdim. Adını tam öğrenemediğim bir kaç kişi daha, aynı odayı paylaşacağımız bir arkadaş, başka güler yüzlü 86 doğumlu!!! bir stajyer arkadaşımız... Kreatif şurada çalışıyor, mutfak şurası, lavabo, sigara içilen merdiven boşluğu... Eh yarı yarıya herşeyi öğrendim sayılır. Toplantı yaptık, tüm müşterileri gözden geçirdik, kim ne iş yapacak belirledik. Artık bana onları öğrenmek, hazmetmek, ele almak kaldı. Bunun için 1 günüm bile yok. :))

Güzel, güzel. Yarım günde alıştım. Yapacak çok iş var. Malum işleyen demir de ışıldar :))

29 Temmuz 2007 Pazar

Günün Sözü...

"Aşk, şimdiye kadar bize öğretilen tüm ahlaki değerleri terk edişimizdir"
Ayn Rand

Ada... Güneş... Mehtap...

Toparlanıp attık kendimizi adaya... ND, kocası MD, EE, ŞE, NÖ, ben... 14:55 vapurunun tepesine çıktık, güneşin alnına kurulduk. Dayanabildiğimiz kadar dayandık güneşe, manzara süper, esiyor da ama bir yere kadar tabii. Geri kaçtık kaptan köşkü tarafına. Çoluk çocuk, yerli yabancı, köpek kedi, davul zurna, fasıl görmek isteyen (malum) ada vapuruna binmeli. Bugün de çok farklı değildi, saatin geç olması biraz kalabalığı azaltsa da, aslan köpekle gezen (o cinsin adı herneyse) Yunanlı bir grup, fasıl yapan ayrı bir grup, etrafı seyreden göbekli, bıyıklı bir adam, öpüşen çiftler ve daha niceleri ile keyifli bir yolculuk yapıp Büyükada'ya vardık.

Kısa süreli bir Aya Yorgi'ye çıksak mı tereddütünden sonra o yokuşu bu sıcakta çıkmayı gözümüz yemedi, o işi Eylül'e bırakmaya karar verdik ve attık kendimizi meyhanelerin olduğu sokağa. ND ile ŞE'nin daha önceki adada yaşama deneyimlerine güvenerek Milto Restaurant'ta karar kıldık. Denizin tam kenarındaki masaya kurulduk, mezeler, rakı, sohbet, muhabbet derken saatler nasıl geçti anlamıyorsun, adanın kendine has büyüsü insanı kucaklayıveriyor işte.

Garsonlar süper, yemekler süper, en son gelen Tekir süper, kapanıştaki İzmir Lokması en süper notu aldılar benden. Oradan kahve içmeye gittik, kahve üzerine bira içenler de oldu, ben yarın yeni işime başlayacak sorumluluk sahibi bir insan olarak tercih etmedim ama manzarayı anlatmak için fotoğraf makinem olmadığına lanet ettim. Peşpeşe adalar ve kıpkırmızı güneşin batışı, peşinden dolunay.

Doyumsuz manzara ile 21:10'da motora bindik, ŞE'ye şarkılar söyleterek ve ND ile gözyaşları dökerek, üstelik ayaklarımızı da denize uzatarak 30 dakika içinde Bostancı'ya ulaştık. Ada macerası böylece bitti ama odamdan görünen mehtap hala büyüleyici, yatmadan yarım saat daha keyif yapabilirim.

Yarın yeni bir iş, yeni bir hayat başlıyor... Kendimi bırakayım yeniliğe, içimden geçirdiğim iyi dileklerle...

Ne olacak bu Fenerbahçenin hali?

Dün akşam Fenerbahçe'nin adını söylemeyi başaramadığım o Ukrayna takımı ile yaptığı hazırlık maçına gittik. Çok uzun yıllardır ilk kez numaralıya gittim, güzelmiş (yeni hali tabii). Ama Fenerbahçe için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Fenerbahçe hep aynı Fenerbahçe, bir tek Roberto Carlos değişmiş desem haksızlık etmiş olmam sanırım, öbürlerinden hiç bir şey anlamadım çünkü. Oyun o kadar yavaş tempo ile oynanıyordu ki, futbolcular ay yüzeyinde yürüyor diye dalgamızı bile geçtik. 1. yarı bitmek bilmedi diyebilirim. 2. yarının başında ise o kadar uykum geldi ki neredeyse kafamı dizlerime koyup uyuyacaktım ama kıyamadım. Taraftar da hem az hem sessizdi. Roberto Carlos'u kesin doldurmuşlardır, bizim taraftar şöyle ateşli, böyle ateşli diye ama dün hayal kırıklığına uğramış olabilir. Gerçi kendisinin de bir kaç klas hareketi dışında ben pek bir şeyini görmedim. Sol kanatta Kezman oynamadı, gezdi desek yeridir. David yine fena değildi sanki. Ama en iyiler bana kalsa Aurelio ve Serdar'dı. Uğur da iyiydi, nitekim çok klas bir gol attı. Tam bizimkiler oynamaya başlamıştı 85. dakika oldu ve bir gol yediler. Taraftar olarak hararetle alkışladık karşı takımı. Ondan sonra da maç bitti zaten. 25 ml'lik bir suya 2 lira vermek acaip koydu, sonradan NÖ'nün aynı suya 1,5 lira, MD'nin ise 1 lira vermiş olması daha da koydu. Bilsem ki iyi bir yere gidecek, yeni Roberto Carlos'lara, Avrupa Şampiyonluğuna falan yarayacak, ses etmeyeceğim ama öyle bir durum da yok. İnsanı enayi yerine koyuyorlar, ayıpladım. Yine de stadda olmak güzel, taraftarın yorumlarına kulak misafiri olmak da güzeldi. Hele önümüzdeki bej pantalon, kahverengi bej çizgili gömlekli beyi seyretmek daha da güzeldi. Kendini hakem sandığından el hareketleri ve doğal ıslıkla maçı bitirdi. Hakem de onu dinledi, 30 sn. sonra bitirdi maçı. Biz de çıktık artık. Haydi bakalım yeni sezon hayırlı olsun.

26 Temmuz 2007 Perşembe

İçimdeki Çocuk...

İstemiyorum... İçimdeki çocuk büyüsün istemiyorum... Hep bir yerlerde yaşasın, açığa çıksın... Zaman zaman çıkıp sokaklarda yakan top oynamak istiyorum... Ramazan pidesinin tamamını bir kavanoz Nutella ile yemek istiyorum... Divan'ın altına girip bebeklerimle oynamak istiyorum, doya doya çizgi film seyretmek, kağıttan bebek elbiseleri yapıp sıra sıra dizmek onları... Ne olur sanki 2 kilo mandalinayı oturup yesem şöyle akıta akıta ya da ip atlasam zıplaya zıplaya iki arkadaşım tutsa da iki ucundan... Bol bol Pıtırcık okusam sıkılmadan ya da saatlerce yüzsem denizde çırpına çırpına, dudaklarım mosmor olana kadar... Bahçede kaplumbağalarla oynamak, sincaplarla, ağaçlara çıkıp dut yemek her yerim kıpkırmızı olana ve midem çatlayıncaya kadar... Annemi beklemek kapıda göbeğime bir sürü resimler çizerek...

Ne kadar güzelmiş ya çocukluk günleri... Ne kadar güzelmiş özgürlük duygusu, yaz tatilleri, bahçe, manolyalar, tavuklar, horozlar, civcivler, kertenkeleler, kuşlar... Masmavi gökyüzü, doğan güneş, batan güneş... Kışın dizboyu yağan, asla çamur olmayan kar... Hasta olup yatmak, herkesin etrafımda pervane oluşu... Sıcacık sobada kestane pişirmek ve mısır patlatmak... Elektrikler yanmasa da gaz lambasında hikayeler okumak (yeni okumayı öğrendiğimde "Kadife Piliç" favorimdi)... Küçük Ev'i seyredip hüngür şakır ağlamak... Yeşil çayırlarda yatıp debelenmek... Kuru köfte ve patatesle ormana gidip piknik yapmak... Vapura binip martılara ekmek yedirmek... Moda Kadınlar Plajı'nda çift kaşarlı tost yemek ve kadınları seyretmek geze geze (tuvaletin kapısındaki yaşlı teyzeden ölümüne korkarak tabii)...

Çok güzelmiş... O günler güzelmiş... İstanbul güzelmiş... 70'li yıllar güzelmiş... Çocukluk güzelmiş... Büyümeyi beklemek güzelmiş... Hayaller kurmak, acele etmemek, resimler yapmak, büyünce ne olacağına karar vermeye çalışırken her gün fikir değiştirmek...

Büyümek güzel... Olgun bir kadın olmak... Acılar yaşamak, mutluluklar... Her şeye rağmen güzel... Ama içindeki çocuk yaşıyorsa, ne kadar acı çekersen çek yeniden başlayabiliyorsan eğer, gülebiliyorsan hala ağlarken... Yaşamak her türlü pisliğine, acılarına, haksızlıklarına, hayal kırıklıklarına rağmen daha kolay geliyor sanki...

Çimenlerde yürümek...

Dünyada en güzel şeylerden biri çimenlerin üzerinde çıplak ayakla yürümek... Öylesine bir özgürlük duygusu ki bu; bir de tabii elektriğini doğaya aktarmanın verdiği rahatlık ekleniyor üzerine, insan sarhoş oluyor adeta.

Dün akşam SHS'lere gittik. Onlar yazlarını Tuzla'da geçiriyorlar. Burası, oldukça huzurlu, herkesin dingin bir hayat yaşadığı bir site. Oldum olası sevmişimdir orayı. Muhteşem bir bahçesi var. Ortak bir bahçe bu ve toplu bir aile gibi yaşıyor herkes. Normalde, beni kapana kısılmışım duygusuna kaptırıp, sinir edebilecek olan bu kavram, nedense orada yerini bulmuyor, olumlu bir hale dönüşüyor. Ve oranın çimleri; tanrım o çimler beni büyülüyor. Yıllar önce dikilen çam fidanları ise artık ağaç oldular. SS, inanılmaz yetenekli bir aşçıdır, HS de inanılmaz yetenekli bir "yiyen"dir. :)) Onlarla yemek yemek öylesine zevkli ki, ne yediğini anlamazsın. HS, sabah kahvaltısından akşam yemeği menüsünü belirler, o kadar yemeğe düşkün, göbek de var tabii biraz. Oğulları AS ise, benim hayatta gördüğüm en neşeli, en mutlu çocuk, ömrü öyle geçsin. Onu daha miniminnacık bir bebekken kucağıma verdiklerinde içim ısınmış, çok sevmiştim. Kırmızı bir balık gibiydi ve o kadar tatlıydı ki. Şimdi daha da tatlı. Neyse harika yemekler yedik, sonra bahçede oturduk, çay içtik, tatlı yedik, karpuz, kiraz, sohbet muhabbet derken gece yarısını ettik. Yediklerimizin üzerine havuzun çevresinde 10 tur atmalıyız süper fikrime bir tek NÖ eşlik etti. Yeni sulanmış çimenlerin üzerinde yürümek kadar insanı mutlu eden şey azdır. O an içimden yaşama sevinci yükseldi. Bu çok az olan bir şey. :)) Bir de Göztepe Parkı bana öyle bir duygu veriyor. Belki çok uzun yıllar önce dikilen fidanların şimdi koca birer ağaç olmalarına tanıklık etmiş olmanın verdiği bir duygu bu.

Gece dönerken, arabada, ışıklar parlıyordu gözüme. E5 oldukça boştu. Araba kullanmak, camlardan vuran rüzgar da iyi geldi. Güzel bir akşamdı. Sabah işe gitmeyeceğimi bilmek de güzeldi bir yandan. Pazartesi işe gideceğimi bilmek ise, ne kadar mutluluk verse de bir yandan, bir hüzün de veriyor, kısa süreli özgürlüğümün bitmesine az kaldığından olsa gerek. Yine de çalışmak çok güzel. Çalışmamak ise insanı işe yaramaz, boş bir çuvalmışsın duygusuna sürüklüyor. Annemin hep dediği gibi "gücümüz olsun da çalışalım".

24 Temmuz 2007 Salı

Bugüne yetişemedim...

Vallahi anlamadım... Ben bugüne yetişemedim. O kadar çok telefonla konuştum, o kadar çok mail yazdım ki ben bile kendime şaşırdım. Arada bir de yeni iş yerimle (evet bu arada Pazartesi yeni işime başlıyorum, mutlu olacağım yeri buldum sonunda) toplantı yaptım. Babama bir sürü sudoku kitabı aldım. HG'ye bende kalan fotoğraf makinesini yolladım. Babama kitapları yollamak için kargo şirketi araştırdım. Sabah EŞ kahvaltıya gelmişti, onunla kahvaltı ettim, gündem seçimdi tabii :)). MS ile bir iş yapacaktık onun mütalasını yaptım. HG, NÖ, BA, ZB, GG, MAY, MO ve başka bir sürü arkadaşıma yeni işimi haber verdim. ÖY ile Pansiyon'a ne zaman gideceğimizi konuştum, VD ile sözümüz var. Kızlar bu akşam bize gelecek ND ile ne yemek yapsak meselesini tartıştım ve mercimek yaptım. :)) Mercimek derken basite indirgemeyelim lütfen, benim özel mercimeğim; erişteli. Çok güzel yaparım ayıptır söylemesi... Yalnız bugünkü trafiğin fazlalığından pek güzel olmadı sanırım, o da onların şanssızlığı... Evde salça olmadığını anlayınca bakkala koşup salça almayı da iş olarak eklemeliyiz. :)) Bu arada salata yaptım, karpuz kestim, onlar da bir iş. Sözün özü çalışmayan bir insanın da işi çok oluyormuş, bundan sonra kimseyi eleştirmeyeceğim. Yemin ederim bak! :))

23 Temmuz 2007 Pazartesi

Sevmek lazım!

Evet, kendimi bu millete ait hissetmiyorum... Evet, canım sıkkın... Evet... Ama yine de sevmek lazım... Pes etmemek lazım... Enseyi karartmamak lazım; Çetin Altan'ın deyişiyle... Sevmek lazım, tadını çıkarmak lazım; kuşun, böceğin, ağacın, hayvanların, yemeklerin, insanların, sevginin, aşkın, acının, ağlamanın, okumanın, öğrenmenin, tartışmanın, müziğin, sözün, yazının, aynanın, yumuşak kanepelerin, sütün, portakal suyunun, çileğin, çift kaşarlı tostların, mısır patlamalarının, dergilerin, dostlukların, arabaların, motorsikletlerin, çocukların, bebeklerin, kadınların, erkeklerin, kalemlerin, kitap ayraçlarının, kartpostalların, terliklerin, ayakkabıların, renk renk t-shirtlerin, şiirin, george perec'nin, makarnanın ve daha binlerce milyonlarca yazsam buraya sığmayacak şeylerin... Üzülecek, dertlenecek şey çok ama tadını çıkaracak şey de çok anasını satayım... Her şeye rağmen, her türlü derdine tasasına rağmen, yaşanacak güzel şeyler de var... Hatta bazen tasalar tadını artırmıyor mu mutlulukların? O zaman...

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol Behramoğlu'nu çok seviyorum. Söylemiş miydim? :))

MH bana bir "Sorry" kaydı yaptı biraz önce... Buğulu söyleyeceğim diye boğazım yırtıldı dedi ama değmiş, çok güzel olmuş ben bayıldım. Keşke buraya koyabilseydim ama olmuyor ne yazık ki. Ya da ben daha keşfedemedim. Seviyorum kendisini... :)) Bayramda geliyorum, bekle beni arkadaşım... Gezeceğiz Londra sokaklarında.

Enseyi karartmamak lazım ne yapayım. :) Ne kadar şanslıyım işte çat kapı Londra'ya gidebileceğim bir arkadaşım var. Bu bile yeter.

Ne değişti?..

Yeni bir gün... Yeni bir hafta daha sadece... Akşam annem ağlıyordu, çok ender ağlar... Babamla konuştuk, bulmaca çözüyordu, "yapacak birşey yok" diyordu... ND ile konuştuk, üzülüyordu o da... JE aradı, çocuğu evde bırakmış caddede geziniyordu, tadını çıkarıyordu ender sahip olduğu yalnızlığın... Başka bir arkadaşım "boşver" diyordu, "artık uğruna üzüleceğimiz bir milletimiz olmadığını daha iyi hazmederiz"... İnsanlar kalkıp işine gitti bu sabah... Muhtemelen ben de önümüzdeki hafta Pazartesi sabahı, her zamanki gibi kalkıp, hazırlanıp işe gideceğim... Bilge ile cahil arasındaki farktan söz ediyor televizyondaki filmde: "bilge bildiklerini unutmaya çalışır, cahil bildiklerini hatırlamaya"... Hayat devam ediyor... Kornalar çalıyor... Martılar bağırınıyor, umutsuzca... Denizin üzerinde hafif bir sis... Seçim bitsin, sular o sabah kesilecek felaket çığlıkları gerçeğe dönmedi daha... Kalkıp her zamanki gibi yüzümü yıkadım, bir daha hiç yıkayamazmışım gibi bir açlıkla... Bir şeyler değişiyor, hem de her zamankinden daha büyük bir hızla... Ama kimse farkında değil sanki. Aynı; bugün 10 yıl öncesine baktığımız gibi baktığımızda 2007'ye, 2017 senesinde, belki o zaman göreceğiz; o zaman anlayacağız bugün verdiğimiz kararın nasıl etki ettiğini tüm yaşantımıza. Ama şimdilik; hayat devam ediyor, aynı tempo, aynı dertler, aynı telaş... Yapacak bir şey yok. At kendini sokağa, bırak kendini yaşama, tek yapabileceğin bu.

22 Temmuz 2007 Pazar

Kendimi bu millete ait hissetmiyorum...

Şu anda kendimi bu millete ait hissetmiyorum...

Bu binalar, ağaçlar, yoldan geçen arabalar... Bu gökyüzü, hatta yıldızlar... Bunlar benim değil sanki... Televizyonda konuşan başbakan, seçimin galibi, Türkçe konuşuyor... Benim aşık olduğum, dünyadaki tüm dillerden önde tuttuğum, geçmişini anlamak, geleceğini kurtarmak için kendimce okuyup, araştırdığım bu dil bana mı ait? Bu sabah sandığa giderken gördüğüm insanlar, bugüne kadar tanıdığım tüm insanlar, dolmuşta, vapurda, otobüste, uçakta, trafikte yanyaya geldiğim bunca insan... Bunlar benim milletim mi?

Görüyorlar mı? Duyuyorlar mı? Anlıyorlar mı? Değerlendirebiliyorlar mı? Seviniyorlar mı? Ne bekliyorlar gelecekten? Bu vatan... Uğruna savaştığımız, namusumuz saydığımız, gözümüzden sakındığımız bu topraklar... Benim mi? Üzerinde yaşayan insanlar kim? Benden mi?

Bilmiyorum... Zannetmiyorum... Kendimi onlarla aynı milletten hissedemiyorum... Ben, bir yabancıyım. Hani İngilizler "Alien" derler ya. O cinstenim. O cinstenmişim.

Artık çok geç biliyorum... 100 yıl yetmez verilen zararı geri döndürmeye... Artık çok geç. Tek söylenecek şey var : YAZIK!

Seni öyle derine ittim ki ruhumda yıllardır...

Bir yandan seçim sonuçlarına bakıp sinirlerimi bozuyor, bir yandan "Bones" dizisini seyrediyorum... Bir şarkı çalıyordu arka planda, parça parça seyrettiğim bugünkü bölümde; konu, evlatlık verilmiş 2 çocukla ilgiliydi. Parçayı Susan Enan adında ilk kez duyduğum bir şarkıcı söylüyor, adı "Bring on the Wonder". O kadar etkileciydi ki sözleri içimi yaktı. Paylaşayım istedim. Türkçeye çevirdim ama o kadar kötü oldu ve şarkı öylesine ruhunu kaybetti ki, İngilizce bilmeyenlerden özür dileyerek sildim... Sadece beni en etkileyen dize olan "I pushed you down deep in my soul for too long "u çevirmeye çalışayım : "Seni öyle derine ittim ki ruhumda yıllardır". Bilmem başka birşey söylememe gerek var mı?

Bring On The Wonder

I can't see the stars anymore living here
Lets go to the hills where the outlines are clear

Bring on the wonder
Bring on the song
I pushed you down deep in my soul for too long

I fell through the cracks at the end of our street
Lets go to the beach, get the sand through our feet

Bring on the wonder
Bring on the song
I pushed you down deep in my soul for too long

Bring on the wonder
We got it all wrong
We pushed you down deep in our souls for too long

I don't have the time for a drink from the cup
Let's rest for a while 'til our souls catch us up

Bring on the wonder
Bring on the song
I pushed you down deep in my soul for too long

Bring on the wonder
We got it all wrong
We pushed you down deep in our souls, so hang on

Bring on the wonder
Bring on the song
I pushed you down deep in my soul for too long

20 Temmuz 2007 Cuma

(Aslında hiç de sıradan olmayan) sıradan bir gün...

Bahçede oturuyoruz... Babam kalkıyor... İçeriye gidiyor... İçeriden traş makinesinin sesini duyuyorum... Anımsıyorum... Çocukluğumdan kalan sesler arasında bu traş makinesinin sesini buluyorum... Hatta araba kullanırken traş oluşunu seyrettiğim bir resim bile geliyor gözümün önüne... Tanıdıklık ne güzel şey... İçime sıcak sıcak bir duygu akıyor...

Birazdan akşam olacak... Babam sardalya almış... Sonradan adının "boklu kebap" olduğunu söylediği ızgara sardalyayı pişirecek birazdan... Ben de salata yapmaya girişiyorum... Sakiniz... Çok da konuşmaya gerek yok... Birlikte olmamız bize yetiyor... Sanki hep birlikteymişiz gibi... Sanki yıllar geçmemiş, paylaşılmayan, eksik kalan şeyler olmamış gibi... Yeri geldikçe anlatıyoruz... Ben evliliğimden bahsediyorum, işimden, annemle yaptıklarımızdan, gittiğim yerlerden, arkadaşlarımdan... O çocuklardan, kardeşlerimden; bende yaşayamadığı çocuk sevgisinin yüzünden onları fazla şımartmış olabileceğinden bahsediyor, yaptığı işlerden, 70'li, 80'li yıllardan... Memleket meselelerine girişiyoruz sıkça, fikirlerimizin ortak olması mutlu ediyor beni... Güzel şey insanın babasının konuşmalarından gururlanması... Güzelmiş... Bunu keşfetmek sevinç veriyor bana...

Babam sudoku hastası... Boyuna onları çözüyor... Ona bunun kitapları olduğunu söylüyorum, heyecanlanıyor. Alıp yollamayı vaad ediyorum... Yapmalıyım yakında diye geçiriyorum içimden ihmal etme korkusu ile... Çok meraklı matematiğe kendisi... Annem hep söylerdi zaten... Ben de ona çekmiş olmalıyım... Oldum olası sevmişimdir rakamları... Benim gibi herşeyin içini açıyor bir de, eski bir çakmakla saatlerce uğraşıyor, tamir edip sonra da bana hediye ediyor onu... Hoşuma gidiyor o çakmağa bakmak şu anda... Ondan bir parça, yaşayan bir parça işte... Telefonunda yapamadığı şeyleri bana soruyor, yapıyorum, "helal be!" diyor, "benim kızım da mühendis benim gibi ama benim kafam almıyor teknolojinin fazlasını işte". Ağlayacak gibi oluyorum... Benim kızım demesi ne kadar da güzelmiş meğerse.



















Akşamları kol kola yürüyoruz köyümüzün kordonunda... Bir çok akraba, arkadaş... Herkes beni selamlıyor, ayaküstü konuşuyoruz... Bazılarını anımsıyorum, bazılarını yeni tanıyorum.... Kocaman bir ailem varmış, keşfediyorum... Köyümüz Çardak. Küçücük bir yer... Denizi muhteşem, hele de gün batımı... Babamın evinden de gün batımı çok güzel görünüyor... Koşup resmini çekiyorum, kaydetmek istiyorum herşeyi, en ince detayları bile, zamanla sıradanlaşacaklar ama daha yeniler benim için, çok değerli hepsi de...

İlk karşılaşmamızda sarılmıştım ona sıkı sıkı da ağlayamamıştım, belki önceden çok ağladığımdan. O da düşünmüş çok, ben de düşünmüştüm hep; anlaşabilecek miyiz, kafamız uyacak mı, neşeli bir insan mıdır, karamsar mıdır, alışabilecek miyiz birbirimize, konuşabilecek miyiz vs. vs. vs. Oysa kaynaştık işte... Boş yere ertelemişim, boş yere korkmuşum yıllarca... 3, 4 gün önceydi, sanki yıllar geçmiş gibi şimdi... Demek gerçek sevgilerin zamandan etkilenmemesi böyleymiş. Bir de kabul etmek gerekirmiş olan şeyleri. Sorgulamamak gerekirmiş. Suçlamamak. Ne kendini, ne de karşındakini...

İnsanın babası olması güzelmiş... Kıymetini bilmek gerekirmiş... Elindekini elindeyken sevmek gerekirmiş... Elinde tutmak için emek vermek gerekirmiş...

Istranca Dağları ve İğneada...

Geçen Pazar günü, teyzem DK ile birlikte aldığım tarla domatesleri ve barbunya ile pilaki pişirdikten sonra yine düştük yollara. İğneada'ya doğru. İğneada Çorlu'dan, daha doğrusu Büyükkarıştıran'dan yaklaşık 3 saat mesafede. Istranca dağlarına doğru dümdüz uzanan bir yoldan dağa ulaşıp, yavaşça tırmanmaya başlıyorsun. Demirköy'e (aynı zamanda dağın en yüksek yeri) ulaşıp, dağın öte yanına, Karadeniz kıyısındaki İğneada'ya varıyorsun. İğneada Bulgaristan'a o kadar yakın ki, telefon bile Bulgar operatörüne geçiyor.



















İğneada da, Türkiye'deki çoğu köy ve kasaba gibi, kendi potansiyelinin çok çok azını kullanabilen, oldukça ıssız, yaz mevsimine göre hareketsiz, muhteşem denizi ile sakin bir yer. Halkının çoğu geçimini balıkçılıktan kazanıyor ama ne kadar kazanabiliyor şüpheli. Küçük tekneler, sakin sokaklar, kötü yapılmış binalar ile insana daha çok hüzün veriyor.

Yolda giderken Demirköy'de küçük bir yerde çay içtik. Burası dünyanın en salaş kahvesi yarışması olsa, birinci gelecek bir yerdi. Bir sürü adam vardı; teyzem, ben ve eniştem gelince ne yapacaklarını şaşırdılar zavallılar. Çok da kötü bir çay içtik ve sandalyelerin aşırı yıpranmışlığına şaşırdık. Güzelim tahta çay bahçesi sandalyelerinin hepsi ne zaman plastik oldu diye de hayıflandık.



















Istranca dağları çok çok güzel. Dev ağaçların sarmaladığı yollardan gitmek zaten beni oldum olası büyüler, burada da delirdim yolda giderken. O koku ve sükunet büyüleyici. Dağlarda olmak güzel, hele de sıcak havada daha bir güzel. Ağaçlar dünyanın akciğeri gerçekten de. Nefes alıp sarhoş oluyor insan. Dağların tepesinden ova da muhteşem görünüyor tabii, resim pek iyi ifade etmiyor gerçi ama öyle.

Dönüşte de yine İslambeyli köyünde durup çay molası verdik. CHP kahvesi, AKP kahvesi vs. herkesin kendine özel bir kahvesi, lokali falan var. Seçimin ortaya çıkardığı kamplaşma ilgi çekici, bir o kadar da komik. Biz otururken CHP otobüsü geçiyordu. Daha doğrusu geçmiyordu da, adam topluyordu. CHP adayı, en öne oturmuş, sürekli "evet arkadaşlar" diyordu. Başka da bir şey duymadık. Arada "Saim abi, sen gel yanıma otur" falan gibi özel konuşmalarının hepsini de megafonla yaptığından, seçim propagandasından çok stand up yapıyor gibiydi.

Bu arada köyden çok kalabalık bir motorcu grubu geçti, VD'nin kulaklarını çınlattım. :)) Motor ne güzel şey, hele de dağlarda motor sürmek ne zevkli olur kimbilir.

Unutmadan Istranca dağlarının bir özelliği daha var, çok şaşırtıcı. Dağ yolunun bir yerinde manyetik bir alan varmış. Eminin açıklaması daha komplike bir şeydir ama, ben gözümle gördüm, bu manyetik alandan geçerken araba boşta gidiyor. Tırmanış yaparken bile boşta gidiyor yani. Çok ilginç. Bunun nedenini de araştırıp bulmak istiyorum bakalım, bir şey bulursam yazarım...

İğneada gecesi taze salatalık, domates, soğan ile yapılmış muhteşem salata, patlıcan, biber, kabak kızartması, sabah yaptığımız barbunya, cacık ve rakı ile son buldu. Eve gelirken öylesine acıkmıştık ki tüm bunları hazırlayıp yememiz toplam 45 dakika sürdü diyebilirim. Artık onların resmini koymayayım, herkesi özendirmeyeyim. :))

Ne güzel yermiş Edirne...



















Haftasonunu teyzemle Çorlu'da geçirdim. Teyzem Trakya Cam Fabrika'sında çalışır. Oranın Lojistik ve Planlama Müdürü. Bu tesis, dünyanın sayılı düz cam üretme tesislerinden biri ve teyzem de bu dev şirketin tek kadın müdürü. O yüzden çok gurur duyuyorum kendisiyle... Neyse övünmeyi bırakıp sadede geleyim... Geçen Cumartesi günü atlayıp Edirne'ye gittik.

Edirne'ye, hatırladığım, en son 1980'de gitmiş olmalıyım. Aklımda hayal meyal Selimiye Camisi, bir de o sırada orada görevli olan dedemin evi kalmıştı... Gidince bayağı şaşırmam bu yüzden olsa gerek. Küçücük, tarihi binaları, kapalı çarşıdaki renk renk meyve şeklinde sabunları, özenle süslenmiş süpürgeleri, badem ezmesi ve son derece yavaş işleyen yaşamı ile Edirne, güzel bir şehir. Selimiye Camisi'ne, onun bedestenindeki küçük çarşıya, şehrin kapalı çarşısına gittik, sokaklarda gezdik. Renk renk çiçekleri ile minik bir parkta mola verdik. Sonra Meriç kıyısından dolaşıp, eski tren garı binasının olduğu yere gittik. Şimdi o gar binası Trakya Üniversitesi'nin rektörlük binası olmuş. Temizlemişler, düzenlemişler. Çok iyi de etmişler. Bahçesinde de kocaman bir lokomotif duruyor. Yunanlılar kaçarken bırakmışlar. Arkasına da bir iki kompartman takmışlar. Atatürk'ün seyahat ettiği vagonlarmış onlar. Karmaşık bir tren olarak bahçede, yalnız, sahipsiz duruyordu. Onun üzerine tırmanıp makinist rolünde fotoğraf bile çektirdim. :))















Binalar, evler Yunan mimarisinin etkisi altında. O küçük köydeki minik evler, kahveler, dev ağaçlar çok huzur vericiydi. Üniversite bahçesinde asırlık ağaçlar var, öylesine yaşlı, bilge ve güzeller ki. Kendimi başka bir dünyada hissettim. Yaşamın sakinliği insanı şaşırtıyor, büyülüyor. Bol çay, kahve içtik, bol da sebze meyve alışverişi yaptık. :)) Yolda gelirken yeni toplanmış salatalıklar bulduk, domatesler ve daha birçok şey. Hepsi birbirinden lezzetli. İstanbul'da ne kadar bayat şeyler yediğimizi bir kez daha anladım.

Edirne gidilesi bir yer. Bir günlüğüne de olsa değer. İstanbul'da kendimize kurduğumuz küçük dünyanın dışında başka bir dünya işte. Keşfetmek gerek.

19 Temmuz 2007 Perşembe

İşte geldim buradayım...

Evet geldim... 1 haftada yazamamak bana çok zor geldi, şaka maka alışmışım günlüğü yazmaya... Yazacak şeyler çok birikti... Bir çok da fotoğraf çektim. Artık yavaş yavaş yazacağım... Merak edenler için söyleyeyim: Babam çok kıyak adam :) Her gece içtik, balık yedik, babam çok güzel ızgara balık yapıyor; "boklu kebap" denilen sardalyaya bayıldım, hayatta da ilk defa çipura sevdim. Bana sadece salatalar kaldı, maharetlerimi gösteremedim pek ama şunu da ekleyeyim, insanın babası ile muhabbet etmesi çok başka bir şeymiş... Bunu da ancak yaşayan anlarmış.

13 Temmuz 2007 Cuma

Bana yol göründü...

Biraz gitmem lazım... Kendimi yollara atmam lazım... Haftasonunu teyzemle geçirip, sonra kalkıp babama gitmem lazım... Heyecandan ölmeden :) tüm bunları yapmam lazım...

HG'nin, "biz de gelelim de filmini çekelim kavuşma sahnenizin" teklifi ve ES'nin, dün bizi gülmekten geberterek, bu çekim anlarını dillendirmesi (... evet sarılın, kamera, actioon, stoopp, olmadı, biraz daha sıkı sarılın, gözlerde şefkati göreyim vs. vs. vs.), annemin tüm arkadaşlarının gözleri yaşlı beni aramaları, benim tüm arkadaşlarımın sevinçleri ve benim heyecanım kolumun altında olarak Pazartesi babamla buluşmaya gidiyorum. Çok iyi anlaşacağımıza dair büyük bir inanç var içimde, onu özlemiş olmalıyım, herhalde ilk gördüğüm anda anlayacağım. Yıllardır özlemediğimi söylüyordum, yalan tabii...

Hikayenin devamı bilgisayar bulabilirsem Pazartesi'den itibaren, olmadı önümüzdeki haftanın sonlarına doğru burada...

Sağlıcakla kalın!

GG ve DG, iyi ki doğmuşsunuz!

Bu sene, hayatımızda ilk defa GG ve DG'nin doğum günlerini, hem de o gün, çıkıp gece bir yerde kutladık. Ve hatta pasta dahi kestik. :)) Yer de Anjelique (anjelik okunuyor!). Sosyetemizin bile kapıdan zor girdiği, Ortaköy'deki son derece "in" mekan. Ben hiç bir şey yemeyip, hiç bir şey de içmeyerek, oraya hiç para kazandırmama protestomu yaparken, aynı zamanda da çok gülüp eğlendiğim için adamları gıcık etmiş olabilirim. Ama haklıyım. Sevmiyorum bu yapaylığı... Herkese yakın bir kadın topluluğunun straples elbise giydiği bu mekanda genelde insanlar yemek yer, gecenin bir saatinden sonra da bara inerek gayet house bir müzik eşliğinde birbirini keserler. Ama hakkını yemeyeyim mekan çok güzel, hem de çok. Deniz kenarı, dekorasyon süper, yemekler de güzel, yemedim ama yiyenlerden biliyorum. Ayrıcalıklı kesimin mekanı ne de olsa. Bu kadar eleştirip sonra da kalkıp oraya gitmek biraz "kolpadan" bir tarzım varmış gibi gösterse de beni, vallahi kendim için bir şey istiyorsam namertim, arkadaşlarım için feda ettim kendimi. :)) Herneyse kısa keseyim, sevgili dostum GG ve güzel DG'ciğimin doğum günlerini bir kez daha kutlamış olayım. İyi ki doğdunuz, nice yıllar birlikte kutlamak dileğiyle. Fotoğraflar yarın gitmeden yetiştirebilirsem burada. :))

12 Temmuz 2007 Perşembe

Dikkat ettiğim insanlar...

Ben arabadaydım. O, yandaki otobüsteydi. Sadece beline kadar olan kısmını görebiliyordum, doğal olarak. Yaşı genç olmalıydı, 17, en fazla 18. Oldukça kiloluydu. Saçları kısa. Burnunun hemen altından başlayan, tüm alt yanaklarına dağılan ve boynunun altına kadar devam eden geniş kırmızı bir lekesi vardı. Dudakları da aşırı derecede irileşmişti. Sanki dudaklarını taşıyamıyordu. Hasta olmalıydı. Koltuğuna yaslanmamış, önündeki koltuğun arkasındaki tutunma yerine sıkıca tutunmuş dışarıya bakıyordu. Gencecik bir kadın için fazlasıyla hüzünlü bir yüzü vardı. Şaşırmadım...

Onu hep Kadıköy-Karaköy vapurunda görürdüm. Neredeyse her gün başka bir ürün satar, üstelik de araya reklam alırdı. Gerçekten bir radyo reklamı okurmuş edası ile reklam spotunu okur, sonra yine ürün tanıtımına devam ederdi. Simsiyah saçlı, güneşten hafif yanmış, yazın t-shirt, kışın da kar bile yağsa yağmurluk giyen, oldukça genç bir adamdı ilk zamanlar. Herkes onu "Burhan Pazarlama" olarak bilirdi. Bir kaç sene önce, en son gördüğümde hala aynı işi yapıyordu. Kıştı. Saçları yer yer kırlaşmıştı. Üzerinde kaşmir, deve tüyü renginde bir palto vardı. Sanırım kalem satıyordu bu kez. Belli ki artık zevk için çalışıyordu. Ne de olsa çok ünlü bir adamdı.

Sanırım bir Kurban Bayramı öncesiydi. Arife günü. Annemle yorgancıya gittik. Evimiz için yastık yaptırıyorduk galiba. Yorgancı yoktu. Kalfası oradaydı. Kalfa, dümdüz siyah saçları olan, 30'lu yaşlarında (bana o zamanlar çok yaşlı gelmişti) bir adamdı. Yastıkları teslim aldık. Parayı verdik. Üstünü vermek için bozuk parası yoktu. Hatta zorlayınca hiç parası olmadığını öğrendik. 2 çocuğu varmış. Cebimizdeki tüm parayı büyük ısrarlarla ona verip çıktık. İkimiz de ağlıyorduk.

Yakın arkadaşlarımdan biriyle Altıyol'dan Bahariye'ye yürüyorduk. Onu gördüm. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sesi de çıkmıyordu. Ama titriyordu. En fazla 10 yaşında olmalıydı. Dayanamayıp sordum. Tartısını çalmışlar. 250.000 liraymış değeri. Verdik. Ağlamayı kesti. "Babam çok döverdi, çok teşekkür ederim" dedi. Sanki beni dövmüşler gibi hissettim. Dönüşte baktık. Gitmişti.

Okulun bahçesinden hep ona bakardık. Karşıdaki, çok eski, muhtemelen çok önemli bir sanat eseri olan ama bunu kimsenin umursamadığı ve içinde çok fakir insanlar oturan binanın camına çıkardı. Tam olarak ne yaptığını da hatırlamıyorum. Acaip el hareketleri yapıyordu galiba. Herkes ona gülerdi.Onun için deli derlerdi. Tek hatırladığım hep beyaz bir atletleydi. Deli ne demekti? O evde yalnız başına nasıl yaşardı? Evin içi nasıldı? Eşyaları? Ne yer, ne içerdi? Bilinmez.

Neredeyse her gün, yaşadığım evin önünden atıyla geçiyordu. Sabah nal sesleri ile uyandırıyordu beni. Her zaman pırıl pırıl çizmeleri vardı. Ve hep at kuyruğu yapılmış, şapkasının arkasından görünen sapsarı, dümdüz saçları. Asfalttan yavaş yavaş ilerliyor, sonra parka girince de dört nala koşturuyordu atını. Sanki başka bir yaşamı yok gibiydi. Sanki tek varlığı o sokak, o park, o giysiler, her zaman tertemiz olan sapsarı saçları ve atıydı.

İrice bir adamdı. Taksiyi son derece sakin kullanıyordu. Hangisi olduğunu hatırlamadığım bir opera parçası çalıyordu. İzin istedi. Bir puro yaktı. Şaşkın şaşkın bakakaldık. Taksi şoförü değil de bir sinema eleştirmeniydi adeta. Oraya ait değildi sanki. Ya da biz oraya ait değildik.

Mağazaya girdik. Öylesine bakınıyorduk. Çok ucuz mağazaların olduğu bir caddeydi. Ben bir elbise denemek istedim, arkadaşım bir gömlek ve sonra bir kaç şey daha. Sürekli "bayan" diyordu. "Buyrun bayan", "bu şu kadar bayan", "şunun şu rengi de var bayan", "bunu da denemek ister misiniz bayan?". İçimize fenalık geldi, gülme krizi ile zor attık kendimizi dışarı. Bu satıcı kızı kim programlamış olabilirdi?

11 Temmuz 2007 Çarşamba

Günün Sözü...

Happy families are all alike; every unhappy family is unhappy in its own way.
(Mutlu aileler hep birbirine benzer, mutsuz ailelerin ise her birinin kendine göredir mutsuzluğu)

Leo Tolstoy

Annemin gözünden...

Madem konu bu kadar gündemde, annemin yazdığı bir yazıyı günlüğe koymak istedim. Bir de onun gözünden görmek için... Bu yazı beni çok duygulandırıyor, ağlatıyor... Yaşadıklarını ben yaşayabilir miydim? Bilmiyorum.... Emin değilim... Ama ona çok saygı duyuyorum, çok takdir ediyorum, çok da seviyorum...

atasözlerimiz var;
cennet anaların ayağının altındadır,
ana gibi yar olmaz, bağdat gibi diyar olmaz,
ağlarsa anam ağlar, kalanı yalan ağlar,
anasına bak, kızını al

şarkı sözlerimiz var;
daha dün annemizin kollarında yaşarken
üşüdüm, üşüdüm üstümü örtsene annem,

anne sözü dinler gibi masum,

küfürlerimiz var;
anam avradım olsun ki,
ulan ben senin ananı...
anama küfreden bari müslüman olsa...

anne, sıfatlar yakıştırdığımız

karnında taşıyan, doğuran, büyüten,
karşılıksız seven,
karşılıksız veren,
hiç beklemeyen,
yemeyip yediren,
giymeyip giydiren,
fanusumuz, siperimiz, duvarımız, annemiz,
peki,
cinsiyeti ne bu annenin?
cevap kolay
kadın,

yani..
etten, kemikten, kandan, sinirden, deriden yapılma
babalar gibi... aynen... insan...
seven... hisseden... duyguları, düşünceleri olan...
peki, anne hep anne mi olmalı ve öyle mi kalmalı?
kim yükledi bu ağır görevi ona?
neden yükledi... niçin yükledi... kimlerin işine geldi bu?
babalarımızda hoş gördüğümüz nice olayı annemiz yapsaydı eğer...
anneye bak anneye...
annesiyle babası ayrılınca, babasının düğününe giden bir arkadaşım annesinin erkek arkadaşı olduğunu duyunca onu öldürmeye kalkmıştı...
uzun bir sürede dargın kaldılar...

baba erkekti... bir kadına mutlaka gereksinimi vardı... asla yalnız kalamazdı...
ya diğer insan... çünkü o bir kadındı... o bir anneydi... onun görevi ancak ölünce biterdi...
o bir nöbet askeriydi... hep nöbette kalmalıydı... bu nöbetin saatleri yoktu... yeri ve zamanı yoktu... sorgulaması yoktu... sadece kabulü vardı... ona sorulmadan kendisine bir görev verilmişti... görev kutsaldı ve ne olursa olsun yapılmalıydı... anne anneydi. o kadar...

o yalnız kalabilirdi... sevgiye, okşanmaya, güzel sözler duymaya, armağanlar almaya, vermeye, dans etmeye, sevdiğiyle yağmurda yürümeye, onu öpmeye, elini tutmaya, sıcaklığını duymaya, bir erkeğe seni seviyorum demeye, bunu duymaya gereksinimi olamazdı...

sanki papatyalar, yıldızlar, gökkuşağı, tangolar, karlı dağlar, denizdeki dalgalar onun için de değildi..

o çocuğunu doğuracak, büyütecek, okutacak, meslek sahibi yapacak, evlendirecek, sonra ondan doğacak çocuklara da bakacaktı... hatta bunları gerektiğinde baba da dahil olmak üzere hiç kimseden yardım almadan başaracaktı... başardığı ölçüde onurlu... saygındı... birileri öyle istemişti... ölürken yüzünde görevini alnının akıyla tamamlamış insanların tebessümü oluşacaktı...

o... anneydi...

hep nöbette kalmalıydı...

10 Temmuz 2007 Salı

VD'nin şiirleri...

Bu benim en sevdiklerimden ve muhteşem de bir şarkı... Bu aralar duygusalım malum :) Şarkı ile birlikte söylemeyi tavsiye ederim. http://youtube.com/watch?v=PMtEUbZj8Ew. Bu aslında Makis Ablianitis'in bir şarkısı (daha önce Ciwan Haco yazmıştım, yanlışlık için özür dilerim, benim hatam), VD'den önce başka birisi, yani Cansu Koç yapınca, onun da içi yanmış, bence bu sözler çok daha fazla yakışıyor. Objektif olabildiğimi umarım. :)

ESKİDEN

Bir kış günü ayazın,
Ayazın ortasında kalsan...
Bir yaz günü çöllerin,
Çöllerin ellerine düşsen...

Kar tanesi savrulur,
Savrulur avucuna senin...
Su tanesi kavrulur,
Kavrulur avucunda senin...

Sen eskiden, güneşe dönerdin,
Gölgende ben serinlerdim iyi bilirim küçük...
Ben yanında, kışlara döndüm,
Bastığın yer bir yaz günü dondu kaldı şaşarım küçük...

27 yıldır görmediğin bir insana ne diyebilirsin ki?

Aşağıdaki yazıyı 2-3 sene önce yazmıştım:

25 yıldır görmediğin bir insana ne dersin? Nasılsın (mı)? Neler yaptın bunca zaman (mı)? Beni hiç düşündün mü (mü)? Ben seni çok düşündüm (mü)? Senden nefret ettim (mi)? Seni çok merak ettim (mi)? Seni çok özledim (mi)? Yokluğunu çok hissettim (mi)? Senin yokluğun ne kadar etkiledi yaşantımı şimdi, şu an, şu yaşımda daha iyi anlıyorum (mu)?

Onu çok düşündüm. Hayal etmeye çalıştım. Yüzünü, konuşmasını, birlikte neler yaptığımızı. Aklımda kalan ne kadar da az şey var. Buna çok şaşırıyorum. Ne kadar az şey paylaşmışız. Ya da ne kadar az şey kalmış aklımda. Neden? Bilemiyorum. Belki de unutmak istediğimden. Belki de geride bırakmak istediğimden aynı onun bana yaptığı gibi. Bir kere aradım. Seneler önceydi. Telefonunu buldum. "Merhaba" dedim. Tanımadı. Kendimi tanıttım. Şaşırdı. Konuştuk biraz. Neler yaptığımı sordu bayağı bir. Sonra "sen arama beni" dedi, "ben seni ararım". Aramadı bir daha. Yeniden aramayı düşünmedim bir daha. Kalbim mi kırılmıştı? Bilmiyorum. Kırıldıysa da unuttum. Belki de tersi olacağına zaten inanmamıştım. Geride bırakmak zorundaydı. Arayamazdı. Artık kendine ait bir hayatı vardı ve ben onun bir parçası değildim. Ona yük olacağımdan korkmuştu belki de. Bilmiyorum.

Onu çok düşündüm. Aynı evde yaşasaydık yaşantım nasıl olurdu, beni kısıtlar mıydı? Bu kadar özgür olabilir miydim? Yaptığım yanlışların bazılarını yapmaz mıydım? Daha mı çok yanlış yapardım? Daha doğru mu olurdu ilişkilerim? Daha mı az olurdu sırtımızdaki yük? O yükü paylaşır mıydı bizimle, yükümüze yük mü eklerdi acaba? Aynı yerlerde oturmazdık herhalde, aynı insanlarla dost olmazdık. Kavgalı gürültülü mü olurdu evimiz acaba? Sanki bir erkeğin varlığı bir evde bana hep kavga gürültü çağrıştır nedense? Deneyim mi? Hayal mi? Tam olarak kestiremiyorum.

Onu çok düşündüm. Birlikte neler yapacağımızı. Pazar sabahları ona kahvaltı hazırlamayı. Takıldığım konularda ona fikir danışmayı. Dünyaya karşı beni koruyacak bir insan olmasını. Bunun nasıl bir şey olduğunu hiç bir zaman bilemedim. Kendi kendini korumalıydı hep insan. Birine sırtını dayamak olmazdı. Kimseye yük olunmazdı. Hep kendi ayakların üzerinde durmalıydın. Ben böyle öğrenmiştim. Birine kendini bırakmak, bir konuda tüm yükü ona atmak nasıl olur bilememiştim. Bunun için hep onu suçladım. Bu kadar güçlü olmak zorunda kalmaktan dolayı ağırlık duyduğumda suçu hep ona attım. Kolayıma geldi belki de.

Onu çok düşündüm. Kıskandım. Bana ayırmadığı zamanları kıskandım. Gülmesini, yemek yemesini, filmler seyretmesini, uyumasını, piknik yapmasını, yüzmesini, bir şeyler okumasını, şarkı söylemesini hayal edip kıskandım. Duştan yeni çıktığında ve traş olduğunda onu koklamak istedim, hiç bilmediğim halde nasıl bir duygu olduğunu. Uyurken yanına yatmak istedim, güven içinde kollarında yatmak 5 dakika bile olsa. Elimden tutup beni bir yerlere götürsün istedim, bana bir şeyler alsın. Diploma törenlerimde alkışlasın beni, gözleri gururla parlasın. Evlenirken ağlasın belki de beni kaybetmenin ve başka bir erkeğin koluna vermenin acısı ile aynen dayımın yaptığı gibi kuzenimin düğününde.

Onu çok düşündüm. Bir gün karşısına çıkmayı. "Merhaba, ben geldim" demeyi. Onsuz neleri başardığımı görmesini. Artık belki de bunları yapabilecek yaşımda görüyorum ki, geç oldu, her şey anlamını yitirdi.

Artık olsa bir şey fark eder mi? Sanmıyorum. Onsuzluğa öyle alıştım ki. Yaşantımı öylesine onsuz kurdum ki. Artık olmaması olmasından daha iyi gibi geliyor. Keşke böyle olmasaydı diyemem. Çünkü beni ben yapan en önemli şeylerden biri onsuz olmaktı. Böyle olması gerekiyordu. Böyle oldu. Kader mi demeli? Öykü böyle mi yazıldı? Bilmiyorum. Belki bir gün bir yerde karşılaşırsak sevinir miyim ya da bir gün duyarsam bu dünyadan göçtüğünü üzülür müyüm? Bir şeyler hissediyor muyum? Onu bile bilmiyorum.

25 seneyi kaçırdığın bir insanla ilgili ne bilebilirsin ki?

Oysa bu yazının üzerinden çok da zaman geçmemişti, geçen Pazar onu aradım. Ve anladım ki, onca seneye rağmen, duygularımda bir şey değişmemiş. Aslında onu hep sevmişim. Aslında zaman o kadar da önemli değilmiş. Ve bir şans, birbirimizi tanımamız ve arayı kapatmamız için bir şans hala varmış... İyi ki aramışım. İyi ki olduğum şu insan olmuşum da aramışım. :)

VD'nin dediği gibi...

çek çek kürekleri
akıntıya karşı
korkma boğulmazsın
hayata karşı

9 Temmuz 2007 Pazartesi

VD'nin şiirleri...

Sabah... Herkes işte... Ben evde... Deniz sakin... Taa öte yanı görünüyor Marmara'nın... Garip bir yalnızlık... Bu şarkı muhteşem, söyleyebilmek isterdim... Okumakla yetineyim...

yalnızlık buğu bırakır
saydam camlar üstünde
zaman geçer, cam kırılır
yerlere düştüğünde
parçalar elindedir
kanatır tüm tülleri
rüzgar işlemez oradan
dağıtamaz külleri
ne bir geçen ne bir tin
camların arkasında
akıp süzülürsün
bir yağmur damlasıyla
sarkıtırsın camlardan
bakkala kaderini
sepetin boşluğuna
yazılmış bir not ile
sepet yine boş döner
tıpkı yazdığın gibi
camının buğusunda
imdat yalnızlık yazar
akşamın mihrabında
biri baksa kaç yazar
odan küçük, için boş
camlarda yansımazsın
yalnızlık ağır gelir
heyhat kaldıramazsın

küskün buğu coğalır
berrak gözler demlenir
zaman her zaman geçer
camdan kalpler kırılır

İyi ki doğdun ZB...


Bugün ZB'nin doğum günü... Ona buradan kocaman öpücükler ve iyi dileklerimi iletiyorum... Umarım bu yaşın sana geçen yılı unutturacak güzelliklerle dolu olur canım. İyi ki doğdun.

8 Temmuz 2007 Pazar

HG'nin kareleri...

HG'nin "kimsesiz duvarlar" adını verdiği bu fotoğraf bana Attila İlhan'ın meşhur "duvar" şiirini anımsatıyor. Bu şiir ikinci dünya savaşında yitip giden duvarlar için yazılmış, duvar simge aslında insanların yalnızlığını simgeliyor ve bu fotoğraf da bunu ne kadar iyi anlatıyor... Haydi şiirden de birkaç dize koyayım, tamamı çok uzun olacak...

ben bir duvarım hiç güneş görmedim
sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar
yüzümüz benek benek tahta kurusundan
ve sinemiz baştan başa ak üstünde karalar
- kelepçeden kahroldu kahroldu bileklerim
- sıyrılıp çıktım artık ölüm korkusundan
- dilim dilim sırtımdaki yaralar
ben demirbaşım sığır siniriyle dayak yedim
biz de duvarız dinleyen duyan düşünen duvarlar
bizim kucağımız terkedilmiş bir yatak gibi kirli soğuk
ve bizim kucağımızda kasırgalı insanlar



Günün Sözü...

Günün alıntısı da diyebilirim aslında, hatta daha da uygun...

"Varoluşu kurcalıyorum, sokuyorum parmağımı içine — hiçbirşey kokmuyor.
Neredeyim? Nedir dünya denilen bu şey? Kimdir beni burada varolmaya kandıran ve şimdi burada bırakan? Nasıl geldim dünyaya? Niçin danışılmadı bana?"

Søren Kierkegaard

Pazar Keyfi...

Bir uyanmışım saat 11,5... Gece kafama saplanıp kalan ve uyutmayan başağrısının izleri yüzümde... Cumartesi gecelerini çok severim normalde... Bunu sevmedim...

Annemin telefonu ile kendime geldim, iki teyzemi de almış, bize geliyorlarmış... Fırladım hemen, günüm aydınlandı... O kadar az görüşüyoruz ki, kıymetini bilmek, toparlanmak gerek...
Balkonda oturduk, gökyüzü masmavi, özlemişiz de birbirimizi... 4 kadının sohbeti ne olur? Yok bizimki öylelerinden değil... İş meseleleri, kuzenlerim, babalarından ayrı kalan çocuklar, bitsin bu küslükler, niye birbirimize zaman ayırmıyoruz vs. vs. vs. Teyzelerim her teyzeye benzemezler, hem yaş farkımızın azlığından, hem geçmiş yaşamışlıkların mesafeleri, zamansızlıkları bana göre önemsiz kılmasından... Ama biraz sitem dinledim tabii, eh o kadarı da çok doğal... Tembelliğim dillere destan. :))

Bir ayran yaptım, koca sürahiye... Oturdum... Telefonu çevirdim... Aradan geçen 27 yılı umursamadan onu aradım... Konuştuk... Kapattım... Hıçkıra hıçkıra ağladım 5 dakika... Yıllardır yapmak istediğim şeydi...

İçimde bir huzur var... Yapması gerekeni yapmış insanların huzuru... Affetmeye gerek duymadan olanları kabullenmenin huzuru... Beklemeyi bitirmiş olmanın rahatlığı ile bir yudum daha alayım ayrandan da şu bizim kitaba bakayım biraz daha... Güzeldir Pazar sakinliği ne de olsa...

7 Temmuz 2007 Cumartesi

Cumartesi sakinliği...

VH1'da Nothing Else Matters çalmakta... Ne kadar olağanüstü bir parça...
Perdeler uçuşuyor hafif rüzgarda, dünyada en sevdiğim şeylerdendir...
Bir dolu bardak su, az şekerli türk kahvesi, Winston Light paketi bir tepside solumda...
Bir defter, kırmızı kurşun kalemim sağımda, önümde annemin bilgisayarı, arka planda Horatio :)
Bir kitap, HG okumak ister misin diye verdi; "Ne demek İstanbul, Bebek, niye Bebek!?..
Müzik Everything I Do I Do It For You'ya döndü... Dünyanın en güçlü 25 balad'ı programından, bugün baladlardan gidiyorum...
Akşam EE ve ŞE'nin flüt dinletisi var, oraya gideceğiz, bunun güven duygusu var içimde...
Ev, müzik dışında sessiz...
Her şeye rağmen, huzurluyum...
Her şeye rağmen, bazen dünyanın çekilir anları oluyor sanki!..

ES'den alıntılar...

ES'nin "Balat'ta Balad, alt alta satırlar" adını verdiği şiir kitabından bir parça...
Bu güzel havalara çok uydu...
Çevrem bu kadar yetenekli insanla doluyken; boş yere mi sıradan bir insanın günlüğü burası? :))


BU BİZİMKİ


(Serseri bir) kurşun gibi


(Telaş ve hevesle) fırlayıp önce


(Hep tazelenen umutlarla hedef) arayıp sonra


(Bir ıssızda yerçekimine yenik) düşmek sonunda

Salak mıyız? Salak muamelesi mi yapıyorlar?


Bu sabah motor ehliyet sınavı vardı. Hani A2 cinsinden. VD de bu sınava gireceğinden, ben de tesadüfen sınav sorularını gördüm ve inanamadım... Sorulardan bazıları ve cevapları şöyle:

Fren yapıldığı halde motosikletin hızı azalmıyorsa, sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Diferansiyel ağrızalıdır
b) Kavrama ayarı bozulmuştur
c) Aks arızalıdır
d) Fren ayarı bozulmuştur

Doğru cevabı tahmin edemeyen var mı? Tabii ki D!!!

Bu daha da güzel...

Motosikletin sinyal lambalarından biri yanmıyorsa sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Endüksiyon bobini yanmıştır
b) Lamba yanmıştır
c) Alternatör yanmıştır
d) Konjektör yanmıştır

Doğru cevap gerçekten çok zor!!! Tabii ki B!!!

İnanamıyorum... :))) Bu kadar derin bilgi gerektiren bir sınav ilk defa görüyorum... Bu arada çok daha komik olan şey motor sınavına girmek için yüzlerce insanın motosikletleriyle gelmesiydi ki, fotoğrafını çektik ama buraya ne yazık ki koyamıyorum çünkü annemin makinesinin bluetooth'u olmadığından fotoğrafı aktaramıyorum. Ama her açıdan göstermelik ve komik bir ülkeyiz vesselam!

(Bu arada bir fotoğraf elde etmeyi başardım, yukarıda görüşlerinize sunulmakta)

6 Temmuz 2007 Cuma

VD'nin şiirleri...

Yağmur... Yollar... İnsanlar... Ben... Bu şiir sanki herşeyi söylüyor gibi...

gitmek zorunda insan
ne yöne olursa olsun
yaşamak yolculukmuş
molalarda anladım
gitmek zorunda insan
ne yalnız olursa olsun
düşünmek çift kişilik
otel odalarında
gitmek zorunda insan
ne için olursa olsun
alışmak korkutucu
ezbere tekrarlara
gitmek zorunda insan
ne ile olursa olsun
yürümekmiş uçmakmış
menzil derdi olmadan
gitmek zorunda insan
dönecek olursa olsun
varmanın önemi yok
yollara çıktığında

5 Temmuz 2007 Perşembe

4. Gün

Tükendim... Yok, yok tükenmedim... Ama bu sıcakta bu kadar koşturmak, yazları rölantiye almaya alışmış bir reklamcı için gerçekten zormuş... Boyumun ölçüsünü alıyorum klimasız ortamlarda :). Fazla şımarıklığın alemi yokmuş belli ki... Bugün üst üste 4 görüşme vardı. Hepsi de birbirinden ayrı yerlerde, hepsi zor zor yerler. O yüzden geçici olarak tükendim diyebilirim... Şuna dikkat ettim ki, sokaklar insan dolu. Gerçekten de bu sıcakta bu kadar insanın ne işi var sokaklarda anlamak imkansız. Hele de Ümraniye'ye gidince insanın başı dönüyor, aptallaşıyor. Sıcak, kalabalık ve en önemlisi bayraklar... Allahım her yer ipli bayrak dolu. Binalar görünmüyor ipli bayraklardan ve işin komik tarafı, her partinin ayrı ayrı bayrakları tepede asılı, birbirine karışmış bir halde. Hangi insan bunları görüp de etkilenecek, evet ya ben bu partiye oy vereyim en iyisi diyecek gerçekten çok merak ediyorum. Bayrağa verdikleri paraları halka harcasalar, birebir iletişim kursalar, gezseler konuşsalar daha iyi olmaz mı diye merak ediyorum. Sahrayıcedit'te CHP'nin bir seçim bürosu var. Dün gördüm, içeride bir sürü insan miskin miskin oturuyordu, sıcaktan bayılmışlar. İyi ki seçim bürosu var ya! Çok güldüm yemin ederim, bu CHP seçim kazanacak da ben de göreceğim. Neyse, konumuza dönersek, artık mutlu olacağım işi çok fazla uzatmadan bulayım da klimalı bir ortama kavuşayım, yoksa çok geç olacak, o zamana kadar tükenmiş olacağım! :)))

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Spagetti'yi bükmek...

Bir spagettiyi büktüğünüzde (kırmak değil ama bükmek) en az 2 yerinden kırıldığını biliyor muydunuz? Asla ikiye kırılmıyor, en az 3'e kırılıyor yani. Ben bilmiyordum biraz önce öğrendim. Bir şey daha öğrendim ki; spagetti meselesini öğrendiğim Numbers dizisinden öğrendim bunu da: Her şeyin bir anlamı olması gerekmez! Bunun üzerinde düşündüm biraz önce...

Hakikaten her şeyin bir anlamı olması gerekir mi? Her şeye illaki bir anlam yüklemeye ve açıklamaya çok meraklı bir insan olarak kendimi düşündüm. Belki de bazı şeyler sadece oluyordur, yani, sadece gelip geçiyordur. Ya da sadece yaşaman gerekiyordur ya da bilmen gerekiyordur. Bu söylediklerim bir yere varacak mı? Tam emin değilim :))

Bugün sadece bir görüşmem vardı, o da olmadı. Çünkü oraya vardığımda aslında öyle bir görüşme olmadığını öğrendim. Nasıl bu kadar yanlış anlaştığımıza şaştım, o sıcakta o kadar yürüdüğüme kızdım. Bu şimdi benim başıma niye geldi, buradan almam gereken ders nedir diye düşündüm bütün gün... Biraz önce dizinin sonunu seyrederken kafama dank etti. Belki de bir anlamı yoktu, belki de bir açıklaması, öğrenmem gereken bir ders falan yok. Sadece yaşandı işte. Üzerinde bu kadar uzun boylu düşünmeye değecek bir şey mi? Hiç değil aslında...

Ne yoracaksın kendini... Yaşamaya bak... Bak güneş batıyor yavaştan ve hafif de bir esinti var balkonda, bir de cacık yaptım Datça zeytinyağı ile... Güzel bir kitabım da var.... Başka ne ister ki insan? Bak yaşamana. :))

3 Temmuz 2007 Salı

2. Gün

Allahım ne zormuş iş görüşmesi yapmak! Bir sürü yepyeni adresi bulmaya çalışmak da cabası... Yön bulma duygum genelde çok iyidir. Bana bir yerin adresini ver, ben genelde kolayca bulurum. Hatta şunun karşısında falan demek yeter ama bugün Bostancı'da, burnumun dibindeki yeri bulmakta zorluk çektim... Ben de mi hata var, kulaklarımla duyduğumu algılamakta mı zorluk çekiyorum yoksa tarif mi kötüydü? Neyse önemli değil... Tek bildiğim sıcak havanın hiç yardımcı olmadığı...

Sabah gittiğim yer beni satış yapmaya uygun görmüştü, ben mi derdimi anlatamamışım, onlar mı CV'mi ve kapak mektubunu tam okumamış kestiremedim. Ondan sonra gittiğim yerler de ilginçti... Bir tanesi hakkında çok az şey bildiğim bir çikolata firması, kendimden utandım, o kadar çikolata sektörünü didik didik etmişim, adamlar ABD'ye dünyanın malını satıyorlar, benim haberim yok... Utandım kendimden, pek çaktırmadım ama, umarım öyledir yani :)) En son gittiğim 10 yıllık bir firma ishbul.com, anlaşılan kendilerini tanıtmakta pek başarılı olamamışlar. Çünkü yine utanarak söylüyorum ki ben de yeni duydum...

Evet bugünün bilançosu böyle... Bakalım önümüzdeki günlerde neler olacak... Moral bozmak yok, elbet bulacağım mutlu olacağım işi ama söylemeliyim gerçekten zor işmiş... Bugüne kadar gayet şımarıklık yapmışım, işler hep benim ayağıma gelmiş... Neyse, insanın her şeyi bir kere deneyimlemesi gerek sanırım... Allahım bu her şeye iyi tarafından bakmak da bazen insanı bir yoruyor ki... :))

Ahmet Yeşil'in Resimlerini Seviyorum...

Ahmet Yeşil benim Türk ressamları arasında en sevdiklerimden biri... Çok yıllar önce Kadıköy'de bir galeride resimlerini görmüş ve tek kelime ile "şaşalamıştım"... Renk kullanımı çok yüksek bir zeka seviyesinde olmakla birlikte (bana göre öyle tabii) resimlerinde imge olarak her zaman ip kullanması da insanı içine çekiyor... Yani ip onun resminde bir obje değil, hayatın kendisini oluşturuyor... Bugün TRT'de birden onu gördüm, bir röportajı vardı, aklıma geldi yazayım dedim... Kendisi kendi yaratıcı sürecini çok güzel anlatıyor ben anlatmaya çalışmayacağım beceriksizce... İlgilenen varsa : http://ahmetyesil.com/v3_plt/platin.aspx?platinID=173§ion=1&lang=TR adresinde daha detaylı bilgi var...

VD'nin şiirleri...

Bu benim en sevdiğim şiirlerden... O kadar çok şeyi, o kadar basit bir şekilde anlatıyor ki...

HİÇ

Beni kırın içim boş, dışım saydam zar,
Ayan beyan görünür, içimde ne var...

İçinizden biri gibi, yaşıyorum ya,
Sakın inanmayın, içimde dünya...
İçimden geçenleri, öğrenmek kolay,
Sakın güvenmeyin, içimde hiç var...

Beni açın özüm boş, kabuğum camdan,
Gözlere aldanmayın, görünen yalan...

İçinizden biri gibi, yaşıyorum ya,
Sakın inanmayın, içimde dünya...
İçimden geçenleri, öğrenmek kolay,
Sakın güvenmeyin, içimde hiç var...

Hiç sizden biri gibi, olur muyum ya
Yakın olma bana, hiçim ben dünya...
Hiçlikten gelenleri, tanımak kolay,
Bakın iyi bakın, içimde hiç var...

2 Temmuz 2007 Pazartesi

Velvet'in demosu...

Davul Hocam TK ve grubu Velvet'in demo parçalarını http://www.myspace.com/velvetbandlive adresinden dinleyebilirsiniz... Ben "Bu Işık Çok" adlı parçayı özellikle çok beğendim... Eh, artık sıra albümde... :) Yorumlar bana, benden de Taner'e... Haydi, yorum bekliyorum... :)

Mutlu olacağım işi arıyorum... 1. Gün

Evet bugün aslında 4 aydır sürmekte olan arayışımın ilk "boş iş günü". O yüzden bunu 1. gün ilan ettim... Böylece gelişmeleri daha iyi görebilirim diye düşünüyorum... Bu haftam çok yoğun... Geçen hafta cvyolla.com'a şöyle bir kapak mektubu yazdım:

Evet, mutlu olacağım işi arıyorum!

İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi'ni bitirdim... İngiltere'de Kingston Üniversitesi'nde Pazarlama Yüksek Lisansı yaptım... 94 krizini atlattım... En uzun süre çalıştığım yer olan Cenajans'ta fırtınalı günler yaşadım... 2001 krizinden de sağ salim çıktım...

Şu anki en büyük yaşam hedefim: Her açıdan mutlu bir şekilde çalışacağım o yer neresiyse, orayı bulabilmek...

Reklamcıyım... Pazarlamacıyım... Marka uzmanıyım... Araştırmacıyım... Tüketiciyi anlarım... Piyasayı koklarım... İç dış iletişimi sağlarım... İşim iletişim-pazarlama... Bunu iyi yaptığımı biliyorum. Ama mesele doğru yerde doğru insan olabilmek, kurumun gereksinimlerine kendi özelliklerimle katma değer sağlayabilmek...

Kendine güvenen, firmasına güvenen, ürününe/markasına güvenen, elemanına güvenen, büyük hedefleri; bundan 5 yıl sonra nerede olması gerektiği ile ilgili net fikirleri olan, inisiyatif vermeye niyetli bir patron ya da genel müdürle, bana güvenen (güvenmelerini sağlayacağım), markaya inanan (inanmalarını sağlayacağım), takım ruhu ve bilgisi yüksek bir ekiple çok büyük işler yapabileceğimi biliyorum... Bu bir reklam ajansı da olabilir, ürün/hizmet pazarlayan bir firma da... Yeter ki pazarlama odaklılık olsun, "yaptık oldu" mantığı olmasın, "bilgi" değerli görülsün...

Mutlu olacağım yer firmanız mı? Umarım... Beni daha iyi tanıyabilmeniz için görüşme şansımız olmasını dilerim.


Fazlasıyla samimi olan bu mektuba bayağı da cevap geldiğini düşünürsek, samimiyet işe yarıyor sanırım... Göreceğiz bakalım neler olacak... :)))

1 Temmuz 2007 Pazar

Mutluluk nedir?

Mutluluk; herkesin arayıp bulamadığı, dünyanın sadece; asla varılamaz, varılsa da dönülemez, dönülse de yaşamaya gücün kalmaz yerinde yetişen nadide bir bitkidir. Mutluluk öyle kısa bir an gelir ki, yakalarsan tutabilirsin, yakalayamazsan kaçıp gider. Mutluluk o kadar küçüktür ki onu; ancak onu görmek için açık gözler, duymak için hazır kulaklar, hissetmek için bekleyen eller kavrayabilir... Mutluluk var mıdır? Mutluluk yok mudur? Bilinmez... Tek gerçek şudur: Mutluluk sendedir eğer mutlu olmaya varsa niyetin.

Nasıl da arıyoruz değil mi? Her köşebaşında, her güneş doğumunda, her günbatımında, her bulutta, her seste, her ışıkta, her notada, her renkte, her şeyde, her yerde onu arıyoruz. Bir gün onu bulabilme ümidi bizi yaşamaya zorluyor. Bir gün geleceğine, bizi bulacağına, kapıyı çalıp bak ben geldim diyeceğine olan inançla bir sonraki günü karşılıyoruz. Asla bulamadan bu dünyayı terk edip gidenler ile, bulduğunu zannedip kendini kandıranlar olduğu gibi, hiç bulunmadığına inanıp, karşısına çıksa da onu görmeyenlerimiz var. Hiç bir şeyi özlemedik onu özlediğimiz kadar... Hiç bir şeye inanmadık ona inandığımız kadar... Ve hiç bir şey bizi bu denli hayal kırıklığına uğratmadı. O tren bir gün benim istasyonda da durur mu diye düşünürken, baktık ki tren geçmiş... dumanının izi kalmış... biz ise... uyuya kalmış kaçırmışız onu. Ve yine kaçınılmaz soru... Bu düzen niye böyle? Niye böyle kurulmuş bu dünya? Kime isyan edelim? Tanrıya mı? Neye yarar? Değiştirebilecek miyiz? Asla! Geliştirebiliriz ancak... O da inancımız varsa.

Dünyayı kuran ulu mimar şöyle düşünmüş olmalı; çıkarın kağıtları yazılı yoklama yapacağım! Soruları; cesareti ve bilgisi olanlar çözecek ve dünyada bulacaklar hasretle bekledikleri cenneti. Bilgisiz, yeteneksiz, cesaretsiz olanlar ise kendi cehennemleri içinde hapis yaşayacaklar, sınavı belki de başka bir yaşamda bir kez daha alacaklar.

Çok zengin, çok başarılı, çok sevilen, çok ünlü, çok güzel ya da çok başka bir şey olmanız yetmez geçmek için bu sınavı. Görebilmek gerekir, duyabilmek, hissedebilmek, koklayabilmek, tadabilmek, sezebilmek... Çevreni bakan değil, gören gözlerle inceleyebilmek.

Sahip olduklarının değerini bilenler ilk soruyu çözmüş sayılırlar. Bunlar kaybedince değil, elindeyken bilir her sahip olduğunun değerini, korur ve sever onu, emek verir. Çevresine sevgi verenler 2. soruyu da aşmıştır. Sevgiyle yaklaşırlar herkese; insanlar arasında ayırım yapmadan, diline, dinine, rengine, zekasına bakmazlar, herkesi olduğu gibi görürler. 3. soru zordur; cesaret gerektirir. Kolay yolu değil zor yolu seçenler bunu bilir. Zordur, emek ister, alınteri ama sonunda başarmanın onuru vardır, tatmini. 4. soru daha çetrefillidir; karşılık beklemeden vermeyi gerektirir. Karşılık beklemek öylesine içimize işlemiştir ki bu soruyu çözebilenler çok azdır, hemen farkedilir. 5. soru en zorudur, mülkiyet duygusundan sıyrılmaktır özü. Bu soruyu çözenler bilirler mülkiyetin sonu gelmez bir kuyu olduğunu. Derine indikçe daha hızlı düşülen.

Sözün özü; bu sınavda tam puan alan insan evladı pek olmasa da en azından bilelim ki, mutluluk çevremizdedir, içimizdedir. Onu bulup çıkarmak elimizdedir. Çok şey bekledikçe, daha çok istedikçe bizden uzaklaşır. Sevdikçe, elimizdekilerle yetindikçe, verdikçe bize gelir, yakınlaşır, büyür, içimize yerleşir.

Söylemesi kolaydır. Yapması zordur vesselam!

Komple, komple, komple bitiğiz...

Komple paramız yetmiyor... Komple denk gelmiyor kredi kartı borçları ile gelirimiz... Komple hesaplarda beş kuruş para yok, para biriktirmeye niyet var ama güç yok... Hiç kimse hakettiğini kazanmıyor, gençler 25 yaşında müdür olamadı diye yanıyor...

Komple sıkılıyoruz... Yapacak çok şey var ama psikolojimiz yetmiyor... Komple çıkıyoruz evden sabah, komple çökük bir ruh hali ile giriyoruz içeri... TV var, internet, DVD, home cinema sistemleri, dergiler, gazeteler, kitaplar, oyunlar ama yok yok yetmiyor... Daha çok istiyoruz...

Komple aşk yok... Hiç kimse dengini bulamıyor... El ele tutuşuyorsun, öpüşüyorsun, hatta daha da ileri gidiyorsun ama sevgili olamıyorsun, yeni trend herkesle birlikte olup, hiçkimseyle birlikte olmamak... Komple aşk arıyoruz, komple koşa koşa kaçıyoruz bağlanmaktan...

Komple yönetimden şikayetçiyiz... Ama komple ilgisiziz kimin ülkeyi nasıl yönettiğine, parça parça satışa çıkardığına, ülkece onurumuzun gururumuzun ayaklar altına alınmasına, en önemli fırsatların kaçmasına... Paçozluğun toplumsal kültürü virüs gibi sarmasına...

Komple kararsızız... Komple AB'ye girmeyi istiyoruz, aslında tek umurumuzda olan vize derdinden kurtulmak... Komple gezmek tozmak, az çalışmak istiyoruz ama bağlıyız köleleştiren sistemin bize dayattığı banka borçlarına, kredi kartına yapılan 12 taksitlere...

Komple yarışma programı seyrediyoruz, ha bir de dizi... Komple umurumuzda değil okumak yazmak, düşünmek, tartışmak... Tartışılmaya değer tek konu mankenler, diziler, yarışma jürileri, bir de ünlülerin selülitleri...

Komple pop dinliyoruz... Komple komple komple bitiğiz... Komple komple komple tikiyiz...

Helal olsun Burak Kut'a, son senelerde toplumun nabzını bu kadar tutan bir parça çıkmamıştı!!!