4 Kasım 2010 Perşembe

NTV'deki 'Neden' programında 'Aleviler ve Siyaset'i tartışıldı. (Zamanında...) Açılışta Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser'e soruldu:
- Neden her seçim öncesi "Sünniler ve Siyaset" değil de "Aleviler ve Siyaset' tartışılır?"

Eser, rakamlarla yanıtladı bu soruyu...

Verdiği rakamlar, tartışmaya yer bırakmayacak kadar net bir tablo sergiliyordu.

  • Türkiye'de kaç okul var? - 67. 000
  • Kaç hastane var? - 1. 220
  • Kaç sağlık ocağı var? - 6.300
  • Peki kaç cami var? - 85.000
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.

  • Peki, kaç kilise var? - 270
  • Kaç cemevi var? - 100
  • Türkiye'de kaç doktor var? - 77.000
  • Peki, kaç din görevlisi var? - 90.000
Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken, her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.

Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var.

  • Türkiye'de kaç kütüphane var? - 1.435
  • Almanya'da kaç kütüphane var? - 11.000
  • Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var ? - 13
  • Kaç kentte kuran kursu var? - 81
  • Bu kursların toplam sayısı kaç? - 3.852
Türkiye'de 1 opera derneği var, 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği var.

  • Peki, kaç tane "cami yaptırma derneği" var? - 35. 000
  • İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar? - 783 milyon
  • Ulaştırma Bakanlığı'nın? - 678 milyon
  • Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın? - 677 milyon
  • Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın? - 632 milyon
  • Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın? - 280 milyon
  • Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın? - 249 milyon
  • Çevre ve Orman Bakanlığı'nın? - 404 milyon
  • Sadece Sünnileri temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi ne kadar? 1,3 milyar

8 bakanlığın bütçesi kadar...

22 üniversitenin toplam bütçesine denk...

Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım:

1997'de 66 milyon.
1998'de 119...
1999'da 180...
2000'de 270...
2001'de 302....
2002'de 553...
2003'te 771...
2004'te 1 milyar...
2005'te 1 milyar...
2006'da 1,3 milyar...
2007'de 2,7 milyar...
2008'de 2 milyar...
2009'da 2,45 milyar...
2010'da 2,65 milyar...

Bir ülke, Diyanet'e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor, bunu bir yılda ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?

Arkadaşlar!

Dışarıda birşeyler oluyor farkında mısınız?

Uykuda olanları sarsın, uyandırın. yakında ışıklar sönebilir, karanlıkta ne yapacaksınız?

19 Ekim 2010 Salı

Kolestrol Yalanı...

Kolesterol ilaç firmalarının yarattığı bir entitedir. Büyük bir yalandır.

Büyük bir yalanı firmalar uydurmuş senelerce herkes buna inandırılmıştır! !

En pahalı ve tehlikeli ilaçlarını satabilmek için.

Statin grubu ilaçlar kanser yapıyor, ALZHEİMER yapıyor ve de kalp yetersizliği yapıyor. Yaşlılarda dengesizlik ve unutkanlık ve de yaygın vücut ağrılarının sebebidir.

Ben hayatta bu ilaçları vermedim ve de alan hastalarıma bıraktırıyorum! !

Bütün hayvanların hücre yapılarında kolesterol bulunur.

Kolesterol olmazsa vücudumuzda ne biz ne de hiç bir hayvan yaşayamazdı, oluşamazdı yeryüzünde.

Bu rakamları sağlık kılavuzlarında ortaya atan kişiler 8-9 milyon dolarlar aldıkları bu firmalardan, senelerden beri biliniyor.

Kendileri itiraf ettiler çünkü.

Kolesterol diye bir hastalık olamaz.

Karaciğeri yağlanmaya başlayan herkesin, şeker metabolizması bozulmuş olan herkesin kolesterolü yükselir. Hastalıkların nedeni kolesterol değildir. Kolesterol altta bir metabolik bozukluk bulunduğunu göstermektedir.

Asıl en tehlikeli olanı kanda yüksek olan şeker ve ensülindir.

Bütün hastalıkları bunların başlattığını senelerdir söylüyoruz.

Rant getirmediği için göz ardı ediliyor!

Para getirmediği, hediyeler dolarlar, lüks otellerde konaklamak getirmediği için doktorlar aldırmıyorlar.

İşte ben EXPOCHANNELL' de aylardan beri bunu söylemekteyim.

İnsanlar şaşırıyorlar.

İlaç firmalarını yarattığı hastalıklar 3 tanedir ve dikkat ederseniz

ilaçları en pahalı olanlardır.

1. Kolesterol

2. Osteoporoz

3. Menopoz

Bunların hepsi fizyolojik olaylardır, HASTALIK OLAMAZLAR! !

Her yere forward edebilirsiniz, arzu ediyorsanız.

Sevgilerimle, Canan Karatay

7 Ekim 2010 Perşembe

Bir Şeyler Gerçekten Değişmeli Artık!

Dünyada her gün 34.000 çocuk ölüyor. Tamamen açlıktan ya da kolaylıkla engellenebilecek hastalıklardan. Artık bir şeylerin gerçekten ama gerçekten değişmesinin zamanı gelmedi mi?
ZEITGEIST hareketi için: http://www.thezeitgeistmovement.com/

6 Eylül 2010 Pazartesi

Kendinle Hesap...

Dün sabaha karşı kendimle konuştum,
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum,
Yokuşun başında bir düşman vardı,
Onu vurmaya gittim, kendimle vuruştum.

Özdemir Asaf'ın bu dizelerini gördüm sabah sabah... Ne kadar etkileyici. Kendisi 1923'te doğmuş, 1981'de ölmüş. Aslında ne kadar kısacık bir yaşam. Eskiden bana çok uzun gelen yıllar şimdi ne kadar kısa geliyor. Yaş ilerledikçe insan nasıl da değişiyor. Ve, yine sabah sabah düşündüm: Şaka maka 2011 geliyor!!!

2 Eylül 2010 Perşembe


"Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise; bana komünist diyorlar..."

Aslında Brezilyalı başpiskopos Dom Helder Pessoa Camara'ya ait olan bu sözler yanlışlıkla Che'ye atfedilmiş. Bence ona daha çok yakışıyor, o yüzden onun bu çok sevdiğim fotoğrafının yanına, onun sözleriymiş gibi yazdım...
.

20 Ağustos 2010 Cuma

Kosmosun Kardeşliği Adına

Kosmosda bizden başka düşünen var mı

var

bize benzer mi

bilmiyorum

belki bizden güzeldir

bizona benzer mesela ama çayırdan nazik

belki de akarsuyun şavkına benzer

belki çirkindir bizden

karıncaya benzer mesala ama tıraktörden iri

belki de kapı gıcırtısına benzer

belki ne güzeldir bizden ne de çirkin

belki tıpatıp bize benzer

ve yıldızlardan birinde

hangisinde bilmiyorum

yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz

hangi dilde bilmiyorum

yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz onunla

Tovariş* diyecek

söze bu sözle başlayacak biliyorum

Tovariş diyecek

ne üs kurmağa geldim yıldızına

ne petrol ne yemiş imtiyazı istemeğe

Kola-kola satacak da değilim

selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,

bedava ekmek ve bedava karanfil adına

mutlu emeklerle mutlu dinlenmeler adına

"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"

diyebilmek adına

evlerin

yurtların

dünyaların

ve kosmosun kardeşliği adına


Nazım Hikmet / 13 Nisan 1961 / Paris...


*Tovariş: Rusça yoldaş demektir.

13 Ağustos 2010 Cuma

Kadıköy...

Kadıköy'ü o kadar çok seviyorum ki...
Kadıköy Pazarı'nın içinde olduğumda yaşadığımı hissediyorum.
Çocukluğumdan beri aynı yerde olan Beyaz Fırın, Hacı Bekir, İnci Pastanesi (ND ile yediğimiz kilolarca tulumba), Papatya Fırın, bizim entellektüel manav, kahve içtiğimiz yerler, aktarlar, kuruyemişler, kızlarla balık aldığımız dükkan... Hepsini hepsini çok seviyorum...
Moda, Moda Çay Bahçesi, Kırıntı, Ali Baba Dondurmacısı, sonra sandviç yaptırdığımız pastane (bak adını unutmuşum ne ayıp!), Koço ve sonra sonra Cibalikapı Balıkçısı'nı da unutmayalım...
Fotoğrafta çarşının içinde kumda kahve yapan aktarda, annem ve CC.

3 Ağustos 2010 Salı

Can Yücel'den...

Bu aralar tam aklımdan geçen şeyleri Can Yücel'in bu şiirinde buldum...

TAM ZAMANINDA YAŞAMAK

Yemek de boş içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.
Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için.
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.
Tam zamanında okşamalısın başını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.
Tam zamanında koymalısın elini omzuna
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.
Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk.
Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon'da Hasan Ağabey' in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.
Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.
Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.
Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.
Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.
Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.
Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.
Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında aşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.
Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI...

23 Mayıs 2010 Pazar

Muhteşem Güller...



Canım güzel teyzem DK dün bana gelmişti. Bahçesinden toplayıp getirdiği çeşit çeşit güllerin kokusu evimizin salonundan evin içine doğru yayılmakta dünden beri. Ne yazık ki fotoğraf makinem bozulduğundan ancak cep telefonumla bu fotoğrafı çekebildim. Tam olarak bu muhteşem güzelliği yansıtamıyorum ama umarım birazcık fikir verebiliyorumdur. Hayatımda ilk kez hiç bilmediğim gül kokuları duydum. Gerçekten. Parfüm gibi. İnanılmaz.
Yine, bir kez daha şükrettim bu güzellikler için...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Anneler Günü'ne dair bir iki şey...

Yaşı ilerledikçe duygusallaşıyor insan derler ya aslında ben katılaşıyorum. Eskiden yerli yersiz daha çok ağlardım. Hala öyleyim, hala komedi filmlerinde dahi ağlıyorum ama yine de eskisi kadar değil. Hayır demeyi öğreniyorum. Gerektiğinde "kötü" olabilmeyi. Gereksiz özverinin karşı tarafa yük yüklemekten başka işe yaramadığını...

Ama bir istisna var ki annem. Gün geçtikçe daha fazla görüyorum onu, daha fazla anlıyorum, daha çok empati kurabiliyorum kendisi ile. Eskiden onu eleştirdiğim şeylerin ne kadar haksız olduğunu, onun ne kadar güçlü, dirayetli, ne kadar kendiyle barışık olduğunu görüyorum. İşin en komik tarafı ise onu suçladığım şeylerin hepsinin aslında bende olduğunu, onunla hiç ilgili olmadığını görüyorum...

Yaşamımdaki en büyük şansım olan anneme bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Varlığı için, olduğu kişi olduğu için, benim olduğum kişi olmamdaki katkıları için. Yaşam umarım onu benden hiç almaz, hep yanımda olur, en yaşlı halimizde bile şimdiki gibi oturup gazete okuyup, tv'da bir şeylere bakıp, kahve ve likör içip muhabbet edebilir, birlikte vapura, arabaya binebilir, Bebek Kahve'ye gidebiliriz.

Ben aslında kadınlar açısından çok çok şanslıyım. Yaşamımda büyük iz bırakan kadınlar oldu, halen de varlar. Annem gibi dediğim insanlar, annem kadar sevdiğim insanlar... Yaşamımın ilk yıllarının en önemli kişisi büyük babaannem, büyük aşkım anneannem, elbette annem, yaşam boyu sırdaşım teyzem DK, öz teyzem olmayan ama bir o kadar öz teyzem olan SU, emektarımız canımın içi Ayşe Ablam, hangi birini sayayım? Annemin arkadaşlarından bazen bir insanın annesinden görmeyeceği iyilikler gördüm, kendi teyzelerimin sevgisi, arkadaşlarımın başımı yasladığım omuzları bazen öyle değerli, öyle güzel geldi ki...

Yarın anne olan, kadın olan herkesin anneler günü kutlu olsun. Her ne kadar geyik olsa da, ticari boyutu ile hepimizi illet etse de ben özel günleri seviyorum...

Annem, anneciğim herşey için sonsuz teşekkürler... Hakkını ödemek elbette mümkün değil ama umarım biraz olsun seni mutlu etmeye başarabilecek kadar uzun olur yaşamım... Seni seviyorum.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Yaşasın 5 ay taksit erteleme vaar!

İkea geldi ve hayatımızı değiştirdi.

Keşke gelse, geliyormuş, ha geldi ha gelecek dedik. Geldi ve gerçekten hayatımızı değiştirdi.
Aradan da 5 yıl geçmiş bile.

Hep birlikte Ikea kataloğu inceleyip "aay ne kadaar güzeeelll!" demek sosyal aktivitelerimizin önemli bir parçası haline gelmedi mi? Yakında Kuzey Avrupalı'lar gibi haftasonu mabedi olmazsa şaşmayalım... Herkesin arabasının arkasında mini boy bir çekici, bu hafta Ikea'dan ne alsak aktivitesi...

Yalan mı?

Neyse bu kadar lafın üzerine Ikea'nın 5. yılı olduğunu hatırlatayım, özel kampanyalar var, indirimler fırsatlar, hatta Axess kartınız varsa "5 ay" erteleme yapıyorlarmış!!!. Ne güzel değil mi?

Bana kalsa köleliğinizi 5 ay daha uzatma aktivitesi. 

Bence, taksitli alışveriş bitirdiğimizde insanlığımızı yeniden keşfetmeye başlayacağız! Özgür olacağız... 

Bankalardan artık hiç hoşlanmıyorum. Uzun süren kriz, maaş alamama ve işsizlik dönemimde yıllardır binlerce para kazandırdığım, bütün ödemelerimi erken erken yaptığım bankaların beni bir an evvel haciz konumuna getirebilmek ve psikolojik olarak çökertebilmek için ne kadar çaba gösterdiklerini gördüm ve onları reddediyorum artık. 

İlk fırsatta tüm kredileri, kredi kartlarını kapatıp bankasız bir hayat yaşamak ilk hedefim. Amin!

Bütün bunlar beni Ikea'ya gidip 5 ay ertelemeli alışveriş yapmaktan engelleyecek mi peki? Sanmıyorum... Halen o kadar olgunlaşmadım sanırım. Bir dahaki sefere inşallah. :)

26 Nisan 2010 Pazartesi

22 Nisan 2010 Perşembe

Fest Turizm

Annem, malum, gezgindir. Hep de Fest Turizm'le gezer, artık bir grup olmuşlar, dünyanın en ücra köşelerine birlikte gidiyorlar, özellikle de Faruk Pekin'in peşinde, böyle ördek yavruları gibi.

Ben de, Fest Turizm'le kısıtlı tecrübemden son derece memnun kaldığımdan ve saygı duyduğum tek turizm şirketi olduğundan burada programın linkini yayınlayayım dedim, olur ya görmeyen vardır, ilginizi çeker.

http://www.festtravel.com/tr/sonprogram.asp

İyi yolculuklar. :))

21 Nisan 2010 Çarşamba

Akıl ile zeka arasındaki fark...



Akıl yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda düşünce yürütebilme ve görüş bildirme yeteneğidir. İnsan olgunlaştıkça aklı gelişir. Zeka ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yataneğidir. Genel olarak 12 yaşına kadar gelişir, 20 yaşına kadar sürer sonra sabit kalır. Zeka bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına gelmez. Bir besteci müzik yapıtını aklıyla değil zekasıyla yaratır. Fakat en basit matematik problemini çözemeyebilir. Sonuç olarak zeka, ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere göre farlılıklar gösterir. Akıl somut olarak ölçülemez, zeka IQ denilen testle ölçülebilir.

18 Nisan 2010 Pazar

Esse'yi Seviyorum!

Esse'ye bayılıyorum. Gazetelere verdiği kılıf ilanlara (cover için kılıf en uygun geldi bana, başka fikri olan var mı acaba?), ilanlarına, mağazalarına ve tabii ki ürün gamına gerçekten bayılıyorum. Esse'ye baktıkça bütün mutfak eşyalarımı yenilemek için derin bir istek duyuyorum...

Bugün yine Kelebek ile ön kapak ve ön kapak içi kılıf girmişlerdi. Burada Essenso'nun Provence Dökme Demir Tencerelerine, bakır cezvelere ve bakır çaydanlıklara, minik kahvaltı servisliklerine bayıldım. Arka sayfada ise hayallerimdeki tost makinesi var, fiyatı da 149 TL. Uygun sayılabilecek bir fiyat. İlk fırsatta almak istiyorum inşallah.

Alzheimer Korkusu

Yıllar önce, anneannemin evde bakımı ile baş edemeyince (büyük suçluluk duyguları ile kıvranarak) onu yatırdığımız bakımevinde Alzheimer gerçeği ile karşı karşıya gelmiştim... Öğretmen, avukat gibi meslek sahibi nice kadının dünya ile bağlantısını kopardığına tanık olmak içimi fena halde acıtmış, bayağı da korkutmuştu doğrusu. Annem ise her zamanki rasyonel, tedbirli hali ile bu hastalıktan korunmanın yollarını araştırmış, sıkı bir şekilde de uygulamaya girişmiştir. Bu bağlamda annemi sürekli bulmaca çözerken, dişlerini ters eli ile fırçalarken, evine başka başka yollardan giderken, sol eli ile yazı yazarken görebiliyoruz. :)

Bugün eniştem MG'den gelen bir mailde de Alzheimer ile mücadele etmenin güzel bir yolu tavsiye ediliyordu, ben de fırsat bu fırsat bunu paylaşayım istedim. Bu meşhur doktor Mehmet Öz'ün tavsiyelerinden biriymiş. Şöyle ki:

Mümkünse, her sabah veya akşam, günde bir kez olabilir, sert bir zemin üzerinde, çıplak ayakla, sağ ve sol ayak üzerinde, GÖZLERİNİZ KESİN TAM KAPALI her iki kolunuz yanlara T şeklinde açık, yaklaşık 30 sn.'de 100'e kadar, tek ayak üzerinden "sesli" sayarak DENGE'de durma eğitimine vücudunuzu ve beyninizi mutlaka ACİL alıştırınız. İlk bir hafta sayamamanız çok normal. İlk bir haftadan sonra, 100'e kadar sayarak bu eğitime vücudunuzu alıştırırsanız, ileride kesinlikle Alzheimer konusunda sorun yaşamazsınız.

diyor kendisi...

Alzheimer inanılmaz ilginç bir hastalık. Benim referans kitaplarımdan olan Louis L. Hay'in "Düşünce Gücüyle Tedavi"'de Alzheimer'in nedenleri olarak "yaşamı terketme arzusu", "hayatı olduğu gibi kabul edememek/kabul etmeyi reddetmek", "çaresizlik ve yetersizlik", "yoğun öfke" gösteriliyor. Aslında (bana göre) çoğu hastalık gibi Alzheimer da geçmişimizde yaşadıklarımızla başa çıkamayıp geleceğin de benzer olacağından ve böylece elimizde heba olmuş bir yaşamla ölüp gidecek olma fikrinden doğan korku ile ortaya çıkıyor. Bana kalırsa bunun en yoğun yaşandığı ve bilinçaltında şalteri tamamen kapatmanın daha kolay görüldüğü, kişinin kendini tamamen korumaya aldığı bir yaşam durumu.

Bu durumda yaşamın lineer bir akış içinde ilerlemediğini, her günün yeni bir gün, her anın yeni bir an olduğunu, geçmişte olan olumsuz deneyimlerin bu "an" için, dolayısı ile gelecek için referans olamayacağını kabul etmekle işe başlamalıyız. Güvensizlik, korku, bağışlayamama, içerleme, öfke gibi olumsuz duygular o kadar güçlüdür ki, bunlarla savaşıp yoketmek için en az onlar kadar güçlü olmak, bu duygular, düşünceler bastırdığında aklımızdan kovmak için sabırlı ve kararlı olmak gerek diyorum.

Geçmiş defterleri kapattığımızda elimizdeki yepyeni bembeyaz sayfaları ile tertemiz defterimizi açabiliriz artık. O zaman da Alzheimer, kanser, ülser vs. vs. zaten uzak olacaktır bedenimizden...

İyi Pazarlar herkese...

14 Nisan 2010 Çarşamba

"Ignorance is Bliss" (Aaaahhh! Ahh!)



Dunning-Kruger Sendromu

Televizyon izlerken birilerine bakıp da "Yahu bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş" diye düşündüğünüz oldu mu hiç?

Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı? Onlara bakıp "Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?" diye iç geçirdiniz mi?

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:

"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."

Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:

· Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.

· Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.

· Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.

· Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Bitmedi...

Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi...

Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin “kendilerine güvenleri” müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.

Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise “en alçakgönüllü” deneklerdi; soruların yüzde 70' ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:

“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!

Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.

‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.

Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler...Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar..."

Ne olur fazla mütevazı olmayın!...

"Siz de çevrenize şöyle bir bakın" diyeceğim ama eminim bu satırları okurken bile aklınızdan bir dolu yüz, bir dolu isim geçti...

Bence Dunning ile Kruger'in, bu çalışmalarıyla 2000'de, Nobel yerine Harvard Üniversitesi'nin Ig Nobel'ini alma nedeni "cahil olmamalarıydı".

Gönlümün Nobel"ini bu ikiliye vererek yazımı Bertrand Russel'in bir sözüyle bitiriyorum:

“Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”

(gruptan, adsız)

13 Nisan 2010 Salı

Bugün Orhan Veli'nin doğum günü...

Orhan Veli. Gençliğimde en etkilendiğim şairlerden biri. Annemin, içinde sevdiği şiirleri o güzel yazısı ile kaydettiği ve benim sık sık karıştırdığım defterindeki en değer verdiğim şairlerden biriydi. Onun hüznü, benim o zamanki melankolik ruh halime ne kadar uyuyordu tanrım...
Bugünü onu anmadan geçmek ayıp olurdu dedim ve bu sabah yaşadığım duygulara uygun bu şiirini paylaşmak istedim...


Baharın İlk Sabahları

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karsı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
..........
..........

Orhan Veli Kanık

9 Nisan 2010 Cuma

Yıllar amma da geçmiş...

Sunum için çeşitli zaman çizelgesi (time-line için iyi mi acaba bu şekilde söyleyiş?) formatlarına bakıyordum, bunu buldum... Ne çabuk geçmiş o kadar zaman. Bende buradaki telefonlardan 4 tanesi vardı... Hala da (yanılmıyorsam) 6670 kullanıyorum. Telefonum 5 yıllık falan. Ama ahdettim i-phone alana kadar yenisini almayacağım. Haydi en kötü Nokia E-72 olsun. :)

8 Nisan 2010 Perşembe

"There is still hope"

Yüzüklerin Efendisi "İki Kule'de, Arwen'in neredeyse fısıldayarak söylediği ve insanın içini cızlatan ve canım çok fena sıkıldığında aklıma gelen cümle. "Hala umut var", "Benim hala umudum var", "Daha bitmedi, dur bakalım" falan gibi farklı şekillerde çevirilebilecek ama Türkçe'me olan bütün aşkıma rağmen bu şekilde İngilizce ve fısıldanarak söylenince etkisi daha bir başka olan cümle de diyebiliriz!

Günün ayakkabısı...


Buna alışabilirim. :)
Şuna bakar mısınız? Bu kadar güzel bir ayakkabı olabilir mi?
Bu model Cesare Paciotti'nin 2010 İlkbahar-Yaz Koleksiyonu'ndan bir parça. Aslında Paciotti'nin efsane bir spor modeli var, benim de sahip olduğum tek Paciotti o şimdiye kadar ama böyle topuklu modelleri de çok güzel, zaten hepsi de tüm dünyada taklit edilen modeller. Yani Paciotti de ayakkabı modasının modellerini çizen markalardan diyebiliriz.

7 Nisan 2010 Çarşamba

İşte bunu istiyorum...
















Bu, Jesse kitaplık. İtaldeko tarafından ithal edilip satılıyor... www.italdeko.com'da başka muhteşem tasarımları incelemek mümkün...

Ağla ağla nereye kadar?..

İlginç bir huyum var, komedi filmlerinde bile ağlayabilirim. Örneğin Çöpçüler Kralı'nda kayınpederin Apti'yi elinde çiçek ve lokumla kapıda bekletip bekletip sonra kovmasına birçokları güler ama ben bir güzel ağlarım ya da Gülen Gözler'de Vecihi'nin kovulmasına ya da Hababam Sınıfı'nda Kel Mahmut'un kalp krizi geçirmesine, ne bileyim böyle şeylere işte. Reklam filmlerine bile ağlamayı başarabilen ben, bu son Anadolu Sigorta reklam filmine her seyrettiğimde ama her seyrettiğimde ağlıyorum. Tüm ekibine helal olsun, fikir de, prodüksiyon da süper...

6 Nisan 2010 Salı

Günün ayakkabısı...


























Şu, aşağıdaki mor ayakkabıya bakınca hergün bir ayakkabı fotoğrafı koyasım geldi. :) Arşivime koyduğum bir çok ayakkabı fotoğrafı arasından yine bu moru seçtim ya, inanamıyorum. Bu mor hastalığı ne olacak bakalım? Gören de beni gerçekten çok frapan giyinen, bir de hergün mor giyen biri sanacak! :)

Not: bu da Jimmy Choo'nun 2010 İlkbahar Yaz modellerinden biri. Haksızlık etmeyeyim. Marka ile ilgili yazı yazıp ayakkabı modellerinden birinin fotoğrafını koymamışım, fotoğrafını koyduğum yazıya da markayı yazmamışım. :) Allah bana akıl fikir versin, ne diyeyim?

http://breathingearth.net/

Site çok başarılı... Her ülkenin ipliğini pazara döküyorlar. Karbon salınımları konusunda gelmiş geçmiş en başarısız, en umursamaz ülkelerden biri olarak artık bir şeyler yapmanın zamanının geldiğini düşünen yok mu gerçekten? Ben dahil...

30 Mart 2010 Salı

Communique

Benim Cenajans/Grey'den iki arkadaşım; Pınar Özdemir Hotiç ve Aslı Keçeci Tamer yeni bir ajans kurmuş. Ajansın adı da Communique. Daha önce TBWA'de çalışıyorlardı. Pınar TBWA Fusion'ın başındaydı. Aslı da TBWA'de Müşteri Direktörü'ydü. Ajansı, 2019 New Media ile birleşerek kurmuşlar ve interaktif alanda da faaliyet göstereceklermiş. Yolları açık olsun, iyi işler yapacaklarından eminim...

26 Mart 2010 Cuma

Jimmy Choo


Son dönemde bir ayakkabı markası için marka stratejisi hazırladım. Yaşantımda bir işe bu kadar şevkle, bu kadar istekle, severek çalıştığım çok çok ender olmuştur sanırım.

Ne diyeyim yani, ayakkabı gerçekten büyüleyici bir obje. Bir ara ayakkabılara verdiğim paranın kazandığım paranın önemli bir bölümü olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Artık, elbette, bu denge değişti ama hala aynı potansiyele sahip olduğumu da itiraf etmeliyim.

Sunuma Marilyn Monroe'nun bir sözü ile başlamıştım: Give a girl the right shoes, she can conquer the world. Ben bu cümleyi şöyle çevirdim: Ayağında doğru ayakkabı olan kadın, dünyayı bile fetheder! Çok doğru değil mi?..

Internet çıktı, insanın kendine işkence edebileceği alanlar da otomatik olarak arttık. Bir çok ayakkabı markasının bültenlerine üyeyim. En beklenmedik zamanlarda en etkileyici modelleri yollayıp insanın sinirlerini bozuyorlar. Bunların arasında en önde gelen de Jimmy Choo. Zaten neredeyse her sezon modelleri bilgisayarımdaki "güzel şeyler" klasörümde bayağı bir yer kaplayan marka, arada da nokta vuruşları ile kafama kafama vuruyor, "gel beni aaalll", "gel beni aaalllll" diye. :)

Kendine işkence etmek isteyenlere tavsiye ederim. www.jimmychoo.com

not: bu arada yukarıdaki görselin jimmy choo ile ilgisi yok. o, sunumda kullandığım, yanılmıyorsam Yves Saint Laurent'a (ya da Chanel miydi?) ait bir görsel. Ama gerçekten çok çok güzel değil mi?...

23 Mart 2010 Salı

Reklamcılara Kitap Önerileri

Reklamcılık Vakfı, sektörün önde gelen profesyonellerinden bazılarından kitap önerileri derlemiş, benim de hoşuma gitti, reklamcı adaylarına ya da mesleğe yeni başlayanlara iyi gelebilir:

Aytül Gülçelik - Ajans Başkanı / Ogilvy&Mather
A New Brand World, Scott Bedbury
Trading Up: The New American Luxury, Michael Silverstein, Neil Fiske
The Courage to Create, Rollo May
The One-to-One Fieldbook, Don Peppers and Martha Rogers
The Tipping Point, Malcolm Gladwell

Haluk Sicimoğlu - Ajans Başkanı / Alice BBDO
Understanding Brands:
By 10 People Who Do, Don Cowley
World’s Greatest Brands, John Wiley&Sons
Driving Brand Value, Tom Duncan
Managing Brand Equity, David A.Aaker
The 22 Immutable Laws of Marketing, Al Ries/Jack Trout

Hakan Senbir - Stratejik Planlama Direktörü / Art Grup
The Use of Lateral Thinking, Edward De Bono
PO: Beyond Yes and No, Edward De Bono
Olumlu Devrim’in El Kitabı, Edward De Bono
Altı Şapkalı Düğünme Tekniği, Edward De Bono
Altı Ayakkabılı Uygulama Tekniği, Edward De Bono
Rekabetüstü, Edward De Bono
Stratejik Düşünme-İş, Politika ve Günlük Yaşamın Rekabetçi Yanı, K Avinash Dixit, Barry Nalebuff
İzinli Pazarlama, Seth Godin
Mor Ynek, Seth Godin
Gelecek Zamanda Düşünmek, Jennifer
Kotler ve Pazarlama, Pazar Yaratmak, Pazar Kazanmak ve Pazara Egemen Olmak, Philip Kotler
BrandChild, Martin Lindstrom
İnsanlar Neden Alışveriş Yapar, Paco Underhill

Prof. Dr. Nükhet Vardar / Elizi Danışmanlık

Advertising Manager, Aaker Myers
Otto Klepner’s Advertising Principles, T. Russell & G. Verrill
The Creative Marketer, Simon Majaro
Accountable Advertising, Simon Broadbent
When to Advertise, Simon Broadbent
Planning Media, W. J. Donnelly

Serdar Erener
What’s in a Name?, John Philip Jones
Does It Pay To Advertise?, John Philip Jones
How Much Is Enough?, John Philip Jones
When Ads Work, John Philip Jones
How Advertising Works, Colin McDonald

Haydi iyi okumalar! :)

Bahar geldi, iyi ki dooooğğdduuumm...

Pazar günü benim doğum günümdü.

Gün sevgili arkadaşım ŞE'nin sabah 08:35'te beni araması ile başladı. Kendisi aslında saati 09:30'u geçti olarak gördüğünden beni aramakta bir mahsur görmemiş, uykulu sesimi duyunca ise biraz erken aradığını düşünmüştü. Telefonu kapattıktan sonra saatin ayırdına vardığından olsa gerek bana mesaj attı, halen de pişmanlıklarını sergilemeye devam ediyor ama bugün artık onu durdurabildiğimi zannediyorum...

Gün ŞE'nin telefonu ve muhteşem güneşin terasımızdan ve yatak odası camından içeri dolan ışıkları ile başladı, güneş öylesine motive ediyor ki insanı hemen giyinip attım kendimi sokağa, evimize yakın ve benim gazete alma mekanım olan BP Benzincisi'nden gazetelerimi, sonra hemen 3 bina ötedeki Lila Pastanesi'nden de muhteşem poaçalardan (ev poaçaları ve sebzelileri özellikle çok güzel) alıp geldim eve, kuruldum camın önüne. Çay, poaça, gazete, ev sessiz... Daha güzel bir başlangıç olabilir mi?

Bir önceki akşam (aynı zamanda sevgilim de olan) kocamla pasta kestiğimizden ve mini bir kutlama yaptığımızdan Pazar gününü sokakları arşınlayarak geçirmeyi düşündük. O da kalkıp kendine geldikten sonra attık kendimizi dışarı...

İlk durağımız; Bostancı'da oturan, annemin arkadaşı YG idi. Kendisini çok ama pek çok severim, o da beni çok sever, sıkılmadan da fal bakar (ve falları çıkar). Amacımız aslında kendisini ve annemi 10 dakika görmek, annemin bana doğumgünü hediyesi olan bu haftasonu gideceğim eğitim için hazırladığı parayı almaktı. Arabamızı eve yakın bir yere park ettikten sonra eve doğru yürüyorduk ki karşımıza bahar çiçekleri çıkıverdi. Tanrım ne kadar güzeller, insan çıldıracak gibi oluyor...


Benim çıldıracak kadar mutlu olduğum anlarda yaptığım el çırpma, zıplama ve çığlık atma hareketini gören, ağaca evsahipliği yapan bahçeye bakan penceredeki teyze de, hoşuna gitmiş olmalı ki, el sallayarak katıldı coşkuma. :)

Neyse iki muhabbet ettikten, annemden parayı tahsil ettikten, fal baktırıp keyfimizi yerine getirdikten sonra yeniden düştük yollara, yürüye yürüye Bostancı'ya...

Bostancı'da Şampiyon'da kokoreç+midye ile Marmaris Büfe'de dilli kaşarlı, hamburger kararı aşamasında kalıp, sonunda Şampiyon'da CC bir yarım ekmek kokoreç :) ben bir porsiyon midye yemeye, devamını Erenköy'de Kızılkayalar'da getirmeye karar verdik, yeyip devam ettik yolumuza...

Hava bu kadar güzelken yürümek ne güzel, ne kolay geliyor insana, ne sıcak var ne soğuk, ooh değme keyfimize. Laf aramızda Bostancı'dan da küçük purolardan almıştım 2 tane (ne yazık ki CC yeniden sigaraya başladı!) kahve ile onlardan birini içme planı ile caddeyi arşınlamaya devam ettik biz de.

Timberland, Lumberjack, Tommy Hillfiger gibi sevdiğimiz markaların vitrin ve mağazalarını inceledikten, ay bu çok güzel, ooo bu süpermiş yorumlarımızı hiç esirgemeden sağa sola saçıp hiç alışveriş yapmamayı başardıktan sonra benimle asla gidilmemesi gereken tehlikeli yer Nezih Kırtasiye'de tabii ki bunu yapamadık. Yeni işe başlayan CC'ye 3 tane, kendime de hastalığım olan mor yazan kalemlerden birkaç tane aldıktan sonra durumu ucuz atlattığımıza şükrederek Erenköy'ye doğru yola devam ettik...

Ve attık kendimizi Kızılkayalar'a. 2'şer ıslak hamburgeri tükettikten ve içimizi "amaaan canım nasıl olsa dünya yol yürüyoruz" diyerek rahatlattıktan sonra da Saloon Cafe'ye. 2 tane mocha olmayan ama adını hatırlayamadığım espresso, süt kreması ve rende çikolatadan oluşan kahve ısmarladık, muhabbetimize devam ettik. Çikolata rendesi unutulduğu için sitemlerimizi ekleyip oradan kalktıktan sonra en acı olay gerçekleşti. D&R'a girmek gibi bir hata işledik. :)

D&R'da olanları hiç anlatmak istemiyorum, ucuz atlattık allaha şükür diyerek geçiştirmek istiyorum. Sadece öyle bir kitap aldık kiii, bundan diğer blogda sıkça söz edeceğimi zannediyorum. İlgilenenler zaten okuyacaktır.

Geri dönüş yolunda da (şaşırtıcı bir şekilde) o kadar yolu yürümek bizi hiç yormadı. Sütiş'te bir çay molası, aldığımız kitapları inceleme, 2 bank sefasını saymazsak çok da dinlendik sayılmaz. Arabaya vardığımız an, aynı bahar çiçekleri ile yüklü ağaç sahnesi yaşandı ve kendime "pes" dedim. Diyorum ya, bahar çiçekleri beni büyülüyor. Her seferinde yeni görmüş gibi oluyorum.

Bahar güzel... İnsanın doğum günü olması da güzel. Hele 41. yaş ve 41 kere maşallah dilekleri daha da güzel. :)

20 Mart 2010 Cumartesi

Doğadaki Ayak İziniz...

Doğadaki her canlının yaşamını sürdürmek için birtakım gereksinimleri var. Gezegenimiz bu gereksinimleri karşılayacak kaynakları bize cömertçe sunar. Peki, eğer her birimizin ayak izi, tükettiğimiz kaynakların yenilenmesi için gereken alanla orantılı büyüklükte olsaydı ayak izlerimiz gezegenin ne kadarını kaplardı?

Diğer canlılar gibi biz de gereksinimlerimizin tamamını doğadan karşılıyoruz. Gereksinimlerimizi karşılayabilmemiz ve bunun sonucunda çıkan atıkların yok edilebilmesi için ne kadar “doğa” gerektiği “ekolojik ayak izi” denen bir kavramla anlatılıyor. Ekolojik ayak izini hesaplayabilmek için insan etkinlikleri sonucunda hangi doğal kaynakların ne ölçüde kullanıldığı ve her birini yerine koymak için ne kadar doğal üretim alanı gerektiği gibi birçok veri gerekiyor. Bu verileri bir araya getiren araştırmacılar, en basit şekliyle ekolojik ayak izi = tüketim x gereken üretim alanı şeklinde bir formülle bunu hesaplıyorlar. Ülkelerin, kıtaların ya da dünyanın toplam ayak izini bulmak için bireylerin ortalama ayak izini çarpmak gerekiyor. Buradaki tüketimi yalnızca bireylerin günlük yaşamlarında yaptıkları tüketim gibi düşünmek gerek. Bir ülkenin yaptığı ve kaynakların kullanılmasını gerektiren tüm etkinlikler (ticari, askeri, hatta bilimsel) birey başına düşen ayak izinin artmasına yol açar.

Bu hesap işi eğlenceli bir etkinlik gibi görünse de “ayak izimizin Dünya’nın ne kadarını kapladığı” sorusunun yanıtı kaygı verici. Çünkü Dünya’daki tüm insanların ekolojik ayak izleri toplamı şimdiden gezegenden taşmış durumda. Şu andaki gereksinimlerimizi sürdürülebilir biçimde, yani gelecek kuşakların kaynaklarını da tüketmeden karşılayabilmemiz için bize bir Dünya yetmiyor; onun üçte biri kadar fazlası gerekiyor. Oysa yalnızca tek gezegenimiz var. Bu gezegen, üzerinde milyarlarca yıldır yaşayan sayısız canlı türüne ev sahipliği yapıyor ve kaynaklar üzerinde oluşturduğumuz baskı nedeniyle günümüzde bu türlerin çoğunun geleceği tehlike altında.

Alışkanlıklarımızı değiştirmediğimiz sürece doğadaki kaynaklar giderek daha da hızlı bir şekilde tükenecek. Varlığımızı sürdürebilmemiz için tükettiğimiz kaynakların, yerine konulabilir yani “yenilenebilir” olması gerek. Bu gün pek azımız bunun farkında olsak da doğa son zamanlarda bunu bize anımsatmaya başladı.

“Küresel ısınma” dediğimiz olay, bunun en iyi göstergesi. Küresel ısınmanın en önemli nedeni karbondioksit salımıdır. Hemen her türlü insan etkinliği sırasında atmosfere çeşitli oranlarda karbondioksit salınır. Karbondioksit, sera etkisi yaratarak atmosferin küresel ölçekte ısınmasına neden olur. Karbondioksit, karalardaki bitki örtüsü ve okyanuslar tarafından emilerek atmosferden uzaklaştırılır. Ne var ki, günümüzdeki karbondioksit salımı doğanın dengeleyemeyeceği kadar yüksek düzeyde.

Tüketim, karbon tüketimi (özellikle fosil yakıtların yakılmasıyla), su tüketimi ve gıda tüketimi gibi bileşenlere ayrılabilir. Bunların yerine konulabilmesi için gereken üretken alanlar da bu bileşenlerin ayak izini oluşturur. Yani ekolojik ayak izi, “karbon ayak izi”, “su ayak izi”, “gıda ayak izi”, gibi bileşenlere ayrılabilir. Böylece her bir bileşenin ekolojik ayak izinin büyüklüğüne ne kadar etkisi olduğu daha iyi görülebilir. Karbon ayak izi, ekolojik ayak izinin en büyük bileşenini oluşturur. Bu kadar önemli bir bileşen olduğu için de sıklıkla ekolojik ayak izinden ayrı bir şekilde karşımıza çıkar.

Ülkelerin Ayak İzleri

Ülkelerin ekolojik yıkımdaki payları gelişmişlik düzeyleriyle orantılı. Gelişmiş ülkelerdeki bireylerin ekolojik ayak izi, gelişmemiş ülkelerdekilere göre çok daha büyük. Bundan çıkan sonuçsa gelişmiş ülkelerin bu refah düzeylerinin bedelini tüm dünyanın ödediği. Buna karşın, gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki büyük nüfus da küresel ekosistem üzerinde büyük baskı oluşturur. Büyük nüfuslu ülkelerdeki kişi başına düşen ayak izi küçük olsa da ülkenin ayak izi büyük oluyor. Çünkü, ülkelerin ayak izi kabaca birey başına düşen ayak izinin nüfusa çarpılmasıyla bulunuyor.

Ekolojik ayak izi büyük olan ülkeler, kendi öz kaynaklarının üzerindeki baskılar bir yana, tüm gezegen üzerinde baskı oluşturuyor. Çünkü karbondioksit salımı coğrafi sınırları tanımıyor. İnsan etkinlikleri sonucunda her yıl atmosfere 30 milyar ton kadar karbondioksit salınıyor. Bunun başlıca kaynağı petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlar. Salınan karbondioksitin yaklaşık yarısı ormanlar, denizler ve toprak tarafından emiliyor. Ancak bunun öteki yarısı atmosferde kalıyor. Bilim insanları, salım bugünkü haliyle sürerse, atmosferdeki karbondioksit oranının 2040’ta geri dönülmez bir düzeye ulaşacağı konusunda bizi uyarıyor. Ancak salımın sabit kalacağı bile fazla iyimser bir tahmin. Çünkü özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki karbondioksit salımı giderek artıyor. Bu ülkeler arasında en çok nüfusa sahip olan Çin ve Hindistan da başı çekiyor.

Bundan 50 yıl kadar önce, yeryüzündeki hemen her ülke kendi kaynaklarıyla, başka ülkelere çok da bağımlı olmadan var olabiliyordu. Günümüzdeyse, kaynakların küreselleşmesi sayesinde birçok ülke özellikle petrol ve doğalgaz gibi enerji hammaddelerini başka ülkelerden karşılıyor. Bu küreselleşmeyle birlikte karbon salımında da büyük bir artış oluyor.

Geleceğe Ümitle Bakmak İçin…

Bu şekilde devam edersek, 2030’lu yılara geldiğimizde gereksinimlerimizi karşılamak için gezegen daha bulmamız gerekecek. Ancak birtakım önlemlerle bu gidişi tersine çevirebilirz. Gelişmiş ülke insanları, yaşamlarının her alanda teknolojiyi kullanıyorlar. Her ne kadar bundan teknolojinin ayak izimizi büyüttüğü gibi bir sonuç çıkıyorsa olsa da teknolojiyi kendi yararımıza kullanarak ekolojik ayak izimizi de küçültmek mümkün. Geleceğin –aslında günümüzün – teknolojisi, kaçınılmaz bir şekilde gereksinimlerimizi giderek daha az kaynak kullanarak karşılamamızı sağlamaya yönelik olacak. Gelişen teknolojiyi yaşam standardımızı çok da düşürmeden bunu yapmamıza olanak tanıyor.

Aslında bilim ve teknolojiyi, sahip olduğumuz tek gezegendeki varlığımızı sürdürmenin yollarını da bize gösteriyor. Tüketim alışkanlıklarımızın ne şekilde değiştirilebileceği, atıkların nasıl yok edileceği, alternatif ve temiz enerji elde etme, yöntemleri bunlar arasında. Otomobil üreticileri, ürünlerini satabilmek için daha az yakıt tüketen otomobiller üretiyor, havayolu şirketleri yolcu başına düşen maliyeti düşürmek için yakıtı daha verimli kullanan uçakları yeğliyor. Tüketicilerse araçlarını daha az kullanıyor, evlerine daha düşük elektrik tükete makineleri, buzdolaplarını, ısıtıcıları ve ampulleri kullanıyorlar. Bu açıdan bakıldığında, teknoloji bizim yanımızda.
Herkes aynı özeni gösterdiği zaman bireysel çabalar gezegeni kurtarabilir. Ancak bu pratikte kolay uygulanabilir bir şey değil. Bu nedenle temiz enerji üretimi ve kullanımı, kaynakların verimli kullanımı, yenilenebilir kaynaklara yönelim, atıkların geri kazanımı, nüfus kontrolü gibi konuların devletlerin politikası haline gelmesi gerek.

Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı kentlerde yaşıyor. Kent yaşamına uyum sağlayan insanlar genellikle her şeyin o kent içinde olup bittiğini düşünüyor. Oysa o kentteki yaşamın sürdürülebilmesi ve atıkların uzaklaştırılabilmesi için çok daha büyük alanlara gereksinim duyuluyor. Doğayla dost olarak yaşabilmemiz için kentlerin hem yerel hem de küresel kaynakları, olabilecek en verimli şekilde kullanacak biçimce tasarlanması gerekiyor.”””

Bilim ve Teknik Dergisi Mart 2009 sayısından alıntıdır…

17 Mart 2010 Çarşamba

41 kere maşallah!


Biz, 4 çok yakın kız arkadaş, doğum günlerimiz 1 ayın içinde peşpeşe olduğundan her yıl birlikte mutlaka bir doğum günü kutlaması yapıyoruz. İşte bu akşam da o akşam. Bu akşam Kadıköy'de her zamanki mekanımızdayız. Benim ve ND'nin 41. yaşı, EE'nin 34, ŞE'nin ise 36. yaşı oluyor bu yıl.

Ben bu akşam için çok uyduruk bir kolaj yaptım. Şimdi ajanstaki arkadaşlarım onu paspartu yapıyor, akşama arkadaşlarıma vereceğim, onlara teşekkür etmiş olacağım, sevgileri, dostlukları, destekleri için...

Nice yıllara, hep birlikte inşallah.

16 Mart 2010 Salı

Teknoloji ile Etkin Pazarlama - Cenk Bayrakdar

Yıllardır bir çok sunumda söylediğim şeyleri güzel toparlayan bir başka sunum daha. Tabii biraz Turkcell pohpohlaması olmuş ama yapacak bir şey de yok, adam kendi firması adına konuşmuş sonunda. Benim hep söylediğim daha mikrosegmentler bazında pazarlama, daha birebir konuşma, kitleleri chip'li barkod'lar yoluyla tüm tüketim süreçlerini detaylı takip ederek inceleme ve elbette mobil pazarlama ama belki bunun da bir sonraki adımı, belki mobil değil de, kafanın içine direkt. Ha, ne dersiniz? :)

Bursa'ın Zerafeti

Bursa'yı çok severim.

Çocukluğumda Bursa çok sık gittiğimiz bir yerdi. Anneannem 2-3 yaşındayken Bulgaristan'tan göç ettiklerinde ailesi Bursa'ya yerleşmiş. Dolayısı ile onun orada çok akrabası ve arkadaşı vardı, üstelik kaplıcalara çok meraklıydı ve daha da ilerisi çok iyi bir terzi olan amca kızı Bursa'da yaşıyordu. Dolayısı ile haftasonları eski 307 otobüslere atlayıp doğruca Bursa'ya koşardık. 307'lerden hatırladığım hep yarı uykulu geçen, zıp zıp zıplanan bir yolculuk, anneannemin yaptığı kuru köfte, yumurta ve haşlanmış patates, bir de elbette yoğun sigara dumanı. :) Tanrım nasıl olur da sigara içiliyormuş şehirlerarası otobüslerde şimdi hiç anlayamıyorum...

Bursa'dan hatırladıklarım ise Hacivat - Karagöz heykeli, Kültür Park, kaplıcalar, hamamlar, Çelik Palas Oteli, yemyeşil bir doğa, koskocaman ağaçlar. Ağaç sevgime muhakkak katkısı olmuştur güzelim Bursa'nın. Bir de yazın Uludağ'a giderdik ve muhteşem olurdu, yemyeşil. Çok severdim. Kışın ise kocaman şömineler yanardı...

Bugün Bursa'nın resmi sitesinin içine yaptıkları flash animasyona baktım, öyle güzel ki, o yüzden bu girizgahı yaptım, bunu paylaşmak istediğimden...

http://www.bursa.gov.tr/bursa.htm

9 Mart 2010 Salı

Kadınlar Günü Üzerine...

Kadınlara özellikle dini nedenlerle ciddi baskı yapıldığını söylemeye herhalde artık gerek yok... Ben (belki kendi içimdeki kalıplaşmış inançlar yüzünden) bir insanın isteyerek, gönüllü olarak din kitaplarında bile yazmayan kurallar ile yaşamak isteyeceğine pek inanamıyorum. Ama dediğim gibi bu benimle ilgili bir şey. Saygım var elbette.

Dün Kadınlar Günü nedeniyle üye olduğum mail gruplarından birinden bazı notlar gelmişti, ben de onları paylaşmak istedim burada:

- Kuran'ın en büyük surelerinden birinin (4. surenin) adı Nisa Suresi, Nisa kadın anlamına gelen bir kelime. Kuran'da bir erkek suresi ise YOK!

- Kabe'nin hemen yanında Hicr-i Hatim denen parantez kısım Kabe'nin içi kabul ediliyormuş. Orada bir de kadının mezarı varmış. Hz. İbrahim'in eşi, İsmail'in annesi Hacer'in mezarı. Yani Kabe'yi tavaf edenler bir kadını da alıyorlar o daireye, ikinci sınıf görülen bir cins için ilginç değil mi? :)

- Hz. Muhammed'in nesli kızı Fatma'dan devam etmiş. Hani günümüz erkekleri nesli devam ettirmek için kızları evlattan saymıyorlar ya. Bir müşterime kaç kardeşsiniz diye sormuştuk da 5 kardeşiz demişti, meğerse 4 tane de kız kardeşi varmış, erkekleri sayıyormuş kardeş olarak, öyle içim yanmış, öyle şaşırmıştım ki anlatamam.

- İlk müslüman bir kadındır, hatırlatalım: Hz. Hatice.

- Allah, yaratma sıfatını verdiği kadının uzvuna kendi isimlerinden birini vermiştir: Rahim.

- Kadından peygamber olmadı hiç diyenlere, peygamberlerin hepsini de bir kadın doğurdu, yalan mı?

- Kızlarını diri diri gömen bir topluma peygamber olan Hz. Muhammed bakın ne demiş: "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Kadın, Namaz, Güzel Koku..."

- Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile şerefini korumaları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnenmemeleridir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. (Hz. Muhammed'in Veda Hutbesi'nden)

Ve son olarak Mevlana'dan:

"Kadın hak nurudur, sevgili değil
Kadın yaratıcıdır, adeta yaratılmış değil"

bilmem başka bir şey söylememe gerek var mı?

5 Mart 2010 Cuma

Moleskine / The Legendary Notebooks

Yani herhangi bir zamanda yazılmış herhangi bir slogan bir markayı bu kadar mı iyi anlatabilir?

Benim gibi bir kırtasiye delisi için efsane markalar olmaması mümkün değil, bunların en önde gelenlerinden biri de Moleskine defterler elbette. Bugün bir müşteri için araştırma yaparken web sitelerine girdim, allahım daha benim keşfedemediğim neler varmış, neler...

Sadece yazmak için; yani yaratıcılığını yazı ile ifade edenler için, nasıl anlatsak, gezip dolaşırken aklına geleni yazıvermek için 153 farklı form var. Yanlış anlaşılmasın 153 farklı tasarım/renk falan değil yani farklı yazma biçimleri için 153 farklı form. Sonracığıma çizerler için ise 56 farklı form var, yani storyboard çizim defterinden tutun da, müzelerde çizim yapmak isteyenler için özel deftere, japonlar için özel tasarımlı defterlerden suluboya çalışması için özel deftere kadar.

Yıllar içinde bayağı bir adette Moleskine kullandım, benim en çok sevdiğim küçük, çizgisiz olanlar. O güzelim sayfalarını herhangi bir çizgi ile bozmasına kıyamadığımdan sanırım çizgisiz olanı tercih ediyorum. Bir de bir şeyler yazmak kadar bir şeyler çizmek de çok zevkli oluyor çünkü Moleskine'lerin muhteşem kağıdı öyle pürüssüz ve kaygandır ki en kötü kalemle bile çok güzel yazılabilir, çizilebilir...
Son iki senedir, tasarruf tedbirleri yüzünden Moleskine ajandalarımdan alamadım ama 2011'de mutlaka yeni onyıla onlardan biri ile başlayacağım...