30 Haziran 2007 Cumartesi

Sahip olamadıklarımız...

"Genelde sahip olmayı en çok istediğimiz şeyler, sahip olamadıklarımız"... Böyle diyordu akşam Grey's Anatomy'de Meredith... Galiba gerçekten de öyle... Ne kadar çok istersen, ne kadar hırs yaparsan, ne kadar acı çekersen olması için o kadar ellerinin arasından kaçıyor istediğin şey... Çok isterken için için de korkuyoruz herhalde sahip olmaktan, sahip olmak biraz da kaybetme olasılığı demek ondan mı acaba? Sahip olmadığın bir şeyi kayıp da edemezsin sonuçta... Oysa sahip olmadan istemek daha kolay, sahip olup da kaybetmekten...

Sahip olmak sorumluluk, ağırlık, emek vermek gerek, yorulmak, terlemek gerek... Sahip olunca kıymetini bilmek gerek... Hele de kaybettiğin için kendini suçlayacağın bir şekilde kaybedersen çok isteyip de sahip olduğun şeyi, acısına dayanmak ne kadar da zor... Keşke kelimesinden oldum olası nefret etmişimdir... Bazen kaybettikten sonra da anlayabiliyor insan aslında istediğinin o olduğunu, "o" her ne ise... Ama çok büyük olasılıkla artık çok çok geç olmuş oluyor... Çekilen acının üzerine acı biber sürercesine daha da yakmak için... Keşke şöyle yapsaydım, keşke şu şekilde davransaydım düşünceleri insanın beynini bir kurt gibi kemiriyor...

"Şimdiki aklım olsaydı" diye bir radyo programı vardı ben çocukken. Önce bir olay anlatılır, sonra olayın kahramanları farklı davransaydı eğer, sonuç nasıl olurdu, bir daha canlandırılırdı. Anneannemle onu dinlerdik hep... İnce uzun kahverengi radyoda... Hala salonda duruyor... Keşke yanımda olabilseydi şu anda... Karşılıklı bir kadeh içseydik dolunayın karşısında da her zaman yaptığımız gibi bol keşkeli konuşmalar yapsaydık...

Ah dolunay ah, insanı nerelere sürüklüyor... :))

Soluksuz yaz geceleri...

Balkonda oturmuşken, tam da dolunay soldan derin bir turuncu renk ile doğarken, tam da soğuk karpuzu yer ve düşünürken olmuş, olan, olacak şeyleri... VD'nin yazdıklarından, en güzellerinden biri...

yuvasından ayrılan bir çekirdek
ne kadar özlerse karpuzunu
öyle özlüyorum seni
soluksuz yaz gecelerinde
şimdi oturup da bu karpuzu yiyorum ya
bakma serinlemiyorum
boğazımda hala kış sebzelerinin tadı
yazlanamıyorum
çekirdekler diziliyor sıra sıra önümde
her birinin üstüne bir gözyaşım düşüyor
düştüğü yerde bir karpuz bitiyor da
her şey başa sarıyor
sonlayamıyorum...

29 Haziran 2007 Cuma

Şapkayı alıp gitmek gerek...

Toplamalı eşyaları... Hanidir çekmecede, en dipte kalmış ıvır zıvırı da unutmadan... Kimbilir kaç zamandır duran ve belki de hiç giymediğim ayakkabıları da almalı... Hani, acil bir toplantı olursa diye buradaydılar... Kitaplarım var mı ki sağda solda... Şu kağıtlar da ne, bakmalı... Bir sepet duruyor masada, ne çok gereksiz şey var içinde, atmalı çoğunu... Karşımda yapışık duran kağıtlar, atmaya kıyamıyorum, işime yaramayacaklar biliyorum, feda etmeli onları da... Şu Walkers kutusu, içindeki bisküvileri benden başka kimse beğenmemişti... Kartvizitlerimi koyduğum kutuyu da almalı, hiç sevmem kartvizit defterlerini... Şeffaf çekmecede de var bir kaç döküman, onlar ne ola ki... 1 yıldır fişte duran sarj aleti var bir de... Arkamda bir vazo var, götürsem mi onu da, doğumgünümde gelen çiçeğin vazosu olmalı... Bir de Fenerbahçe atkısı, şampiyon olduğumuzda getirmiştim ajansa hani... Amma da boşalacak masam... Bu bilgisayara da bağlanmışım, bir bilgisayara bağlanılır mı, oluyor işte... Herkesle vedalaşmalı... Yok bunu yapmak istemiyorum... Hiç sevmem vedaları, bitmez ki ilişkiler, nasıl olsa hep görüşeceğiz... İnsan ne çabuk anı biriktiriyor... Ne çabuk benim olmuş burası... Ne kadar da çok sevdiğim insan var... Hepsini saysam biter mi? ZB blog'una "gitme" yazmış benim için... Keşke gitmesem... Yok gitmem gerek... Ah ama istemiyorum hiç... Yok yok istiyorum... Ah ne kadar karışık duygularım... Ama bazen gitmek gerek... Bazen kapıyı son kez kapatmak gerek... Kapatıp geriye bakmamak gerek... Zaten zamanla unuturum kapı şifresini de... Bazen böyle, bazen şapkayı alıp gitmek gerek... Geriye bakmamak gerek... Defteri kapatmak gerek... Yeni şeyler aramak gerek... Yeniden başlamak gerek...

28 Haziran 2007 Perşembe

Ne akşam ama...

Bizim balkon, daha önce fotoğraflarını (hatta kendisini) görenler bilir, ömre bedel... Şu anı yazmak istedim, özellikle de EE için. :)) Çünkü kendisi anormal derecede mehtap düşkünü ve ben de şu anda mehtabı tam karşıma almış durumdayım... Çatlasın kendisi. :)) Çektiğim fotoğraf ne yazık ki görüntüyü tam yansıtamıyor, makinem çalındığı için hala HG'nin fotoğraf makinesi bende ve şu anda ilk defa kullanıyorum, sonuç da tam bir felaket ama yine de umarım gözünüzde bir şeyler canlanmaktadır... Çünkü çoook güzel, anlatılmayacak kadar çok güzel bir manzara var. Dolunay'a oldukça yakın bir ay, onun pırıl pırıl denize yansıyan ışıkları, hemen arkasında adalar, bir de tam yakamozun üzerinden (biliyorum yakamoz o değil ama ağzımış alışmış, güzel de yakışıyor) ışıklı bir tekne geçiyor. İnsan burada alkolik olabilir de neyseki ben çok içki düşkünü değilim. :))





Ne gündü ama!

Hayatımda böyle şey görmedim. Bir siteye CV'mi koydum, hayatım değişti. :))

ÖY, sağolsun, bana geçen akşam http://www.cvyolla.com/ diye bir siteden bahsetti. Bu ilginç bir site, diğer ik sitelerinden farklı; burada iş başvurusu yapmıyorsun, o sitede kayıtlı tüm adreslere, kendi yazdığın kapak mektubu ile CV'ni, hem de kendi adresinden yolluyorsun. Bunun karşılığında da oldukça ehven sayılabilecek bir bedel ödüyorsun. İstersen sektör seçebiliyorsun, firma seçebiliyorsun. Mailler senin adresinden gittiği için de iletişim direkt seninle oluyor. Yani, bir anlamda aracılık yapıyorlar. Güzel bir sistem ortaya çıkarmışlar gerçekten...

Dün uzun uğraşlar sonucu içime sinen bir kapak mektubu yazdım, hatta deneyimli olduğundan ÖY'ye gösterdim, o da eleştirdi, katkıda bulundu ve yolladım. Bu sistem bir yandan beni rahatsız etmekle birlikte (çünkü aslında insanların e-mail'lerine bir anlamda spam sayılabilecek bir mail yolluyorsun) gerçekten çok işe yarıyor. Asla sesini duyuramayacağın, senin dikkatini bile çekmeyebilecek, aklına gelmeyecek bir çok firmaya CV'n ulaşmış oluyor.

Bugün bu şekilde 30-40 firma ile görüştüm, 5 dakikam boş kalmadı diyebilirim. 4 aya yakın bir süredir iş arıyorum, bu uzun durgunluktan sonra bu o kadar büyük bir motivasyon oldu ki bana anlatamam...

ÖY'ye yeniden teşekkür edeyim öncelikle. :)) Her zaman insandan yana şanslıyımdır, şu mevzubahis'e bakanlar anlar da, şu son bir senede hayatıma o kadar güzel insanlar girdi ki, bu liste çığ gibi büyüdü... İnsan açısından ne kadar şanslı olduğumu bir kere daha kanıtladılar... Helal olsun hepsine... :))

Kristalize olmak ya da olmamak!

Kristal Elma ödülleri açıklandı... Bakıyorum çevremdeki tüm genç reklamcılara, özellikle de bu işte 3-5 senedir çalışanların suratlar beş karış. :)) Herkes "ya bir kristal elmamız bile yok!" diye hayıflanmakta, ben bunu hak etmiyor muyum acaba diye kendini sorgulamakta, hak ettiğini düşünenler ise niye olduğu yerde olduğu için ya kendini ya kaderi suçlamaktalar... Ben de nispeten bu sektörde deneyimli biri olarak onlara taktik vereyim dedim biraz, bakalım bundan sonra alabilmeleri için nasıl fikirler üretebileceğim:

1. Öncelikle iyi bir takım ruhunun olduğu bir ajansta çalışmalısınız. Buna ajansın patron ya da patronları, kreatif direktörü, müşteri ilişkileri ekibi bile dahil olsun. Takım ruhu derken illa ki herkesin çok arkadaş, dost olması gerekmez ama herkesin ortak bir amaç için çalışıyor olması gerek... Çok iyi olduğunu düşündüğünüz bir yerde az para ile çalışmaktan çekinmeyin, kendine inandıran insanların ne kadar kısa zamanda ne kadar gelişebileceğine inanamazsınız. Daha kariyerinizin başlarındayken az para kazanmak inanın çok kolay, ileriye yatırım yaptığınızı düşünün. Azıcık aç yaşayın ki ileride daha tok olasınız. Boş tartışmalarla zaman kaybeden, elemanına değer vermeyen, sizi görmeyen/duymayan/konuşmayan bir yerdeyseniz daha vaktiniz varken hemen kaçın. Korkmayın, üşengeçlik yapmayın, tembellik yapmayın, arkadaşlarınızı sevebilirsiniz, ortamı sevebilirsiniz, rahatınız yerinde olabilir, boşverin bunları.

2. Yüksek bir entellektüel seviye peşinde koşun, çevrenizde sizi besleyen insanlar olsun, siz de çok okuyun, araştırın, inceleyin, onlar da sizi beslesin. Size geyik gelen bir çok tartışma, toplantı, ödül töreni vs. şeyler aslında siz farketmeden size çok şey katar. Tartışmaktan, analiz etmekten çekinmeyin, bunları zaman kaybı olarak görmeyin... Ajansın kütüphanesini, arşivini uzaktan seyretmeyin, onları kullanın. Hele de network ajanslarda bilgi hazineleri saçılmıştır, kaçırmayın.

3. Mümkünse bir ajansın teklifini kabul ederken (tabii söylemek kolay da) müşterilerini iyice anlayın, hatta piyasadan soruşturun, ajansın potansiyelini iyi değerlendirmeye çalışın. Orada çalışmış insanlarla konuşun, yeni müşteri adayları var mı sorun. Ödülü getiren %50 sizin yaratıcılığınız ise %50 de müşteridir unutmayın. Müşterinin hedefleri, vizyonu, açık görüşlülüğü herşeyi değiştirebilir.

4. Kreatif Direktörünüzle aranızdaki iletişim de belirleyici bir faktör bana kalsa... Önünüzü açan, size bir şeyler katan, sizi yönlendiren ama değiştirmeye çalışmayan, yaratıcı gücünüzü deneyim ve bilgisi ile daha da akıl almaz noktalara taşıyabilen bir kreatif direktörle çalışmıyorsanız mümkünse orayı terk edin. Yöneticiniz size inanmalı, yaptığınız işi müşteri karşısında öyle bir anlatmalı ki, siz bile şaşırmalısınız. Hatta işinizi sizin anlatmanız için yolunuzu açmalı...

5. Tiyatrocu olun, yazar olun, ressam olun, araştırmacı olun, şoför olun, büfeci olun, ev kadını olun, anneniz olun, babanız olun, sokakta yürüyen adam olun... O insanların içine girin, onlar olun, kendi sırça köşkünüzde kalmayın, onları hissedin ki onların dilinden konuşasınız, onları anlayın ki onları durdurup heyecanlandıracak, o markayı sevdirecek, o malı sattıracak ve de üstüne ödül aldıracak işi yapabilesiniz.

6. İş küçümsemeyin, sizi gıcık edecek kadar ayak işi olduğunu düşündüğünüz bir işi bile uçurabilirsiniz yeter ki motivasyonunuz yerinde olsun... Bu yüzden bunlardan önceki maddeler çok önemli. Özellikle de 4. madde... Heyecanınızı kaybetmeyin, bu işi sevin. Bu işi küçümsemeyin, çağdaş düzendeki yerinizi takdir edin, ekonominin en önemli parçalarından birinde yer aldığınızı unutmayın. Eğer sevmiyorsanız zaman varken işinizi değiştirin. :)))

Bu kadar ukalalıktan sonra hadi herkes TBWA'e. :))))))

VD'nin şiirleri...

Harika bir güne uyandım... Sarı perdeler pırıl pırıl bir güne esen rüzgarla dalgalanıyordu, ne kadar da güzel bir manzara... Ismarlama şiir yazan şairimizden bir şiir koyayım dedim günlüğe, neşemiz iyice gelsin yerine :))

patlat dedi şaire
bir şiir ince belli
doydum çirkinliklere
olsun bu 3 şekerli

şöyle bir düşündü şair,
yaktı kaşık elini
şiiriyle çayını
karıştırıp hislendi
naifçe gülümsedi
ben şair değilim ki

o zaman bir hayat patlat
dedi oradan şaire
şiirden olsun tadı
bak geçiyor oradan
kafiyeli rum kızı
sonuçta dedi şair
yaşamak ya da yazmak
seçmeliyim birini
mecaz olmadan daha
yakalayayım şu kızı

gerindi şöyle şair
taktı şapkasını
kararlı adımlarla
aldı voltasını

27 Haziran 2007 Çarşamba

Fesleğenler ne kadar güzeldir...

Bu o kadar zarif, naif bir şiir ki... VD'nin şiirlerinden biri ama bu şiire özel olarak, bir başlığı olsun istedim, bir de yeşil rengi... Kırılgan çünkü... :))

FESLEĞEN

Bir küçük fesleğen
Camımın önüne kon
Üzüntümü al
Sür yeşil yaprağına

Bir yeşil fesleğen
Renginden çal bana
Karanlığımı al
Göm hadi toprağına

Fesleğen
Fesleğen
Yok mu seni besleyen
Camın önünde
Boynun bükük de
Yok mu seni bir seven?

VD'nin şiirleri...

Bu günün ruh haline o kadar uydu ki, inanamadım ve hemen buraya koyuyorum...
VD, canım; çok çok teşekkür ederim... Ne diyeyim sana başka... Bilemedim...

UZAK

Gittiğin yer çok uzak,
Gittiğin yer çok soğuk,
Bir kuş olsam bile,
Kanatlarımla aşmam zor...

Bastığım boz toprağa,
İçtiğim duru suya,
Soluduğum havaya,
Eskisi gibi ait ol...

Gittiğin yer çok uzak,
Gittiğin yer çok soğuk,
Bin renk olsan bile,
Gökkuşağını bulmam zor...

Bastığım boz toprağa,
İçtiğim duru suya,
Soluduğum havaya,
Eskisi gibi ait ol...

Arkanda ekmek kırıkları bıraktın,
Yağmurdan erirler, umutlar gibi ne sandın...
Aslında camdan kırıklar yarattın,
Kanarsın kalbime basma sakın ...

Ardına parlak yıldızları astın,
Kayıp kaybolurlar, umutlar gibi, ne sandın...
Aslında yıldızdan yaralar açtın,
Kanasın yaram bırak değme sakın...

Gittiğin yer çok uzak,
Gittiğin yer çok soğuk,
Bir şarkı olsam bile,
Yakınlığını duyman zor...

24 saat içinde neler olabilir?

24 saat ne kadar kısa ve aslında ne kadar uzun... Bir yazı dolaşıyordu hani bir aralar maillerde, 1 günün değerini şuna sor, 1 saatin değerini buna sor, 1 saniyenin değerini falancaya, 1 salisenin değerini de bir 100 mt koşucusu atlete falan (tek bu kalmış aklımda)... Benim de aklıma 24 saat takıldı dün gece... İnsanın hayatı 24 saatte baştanbaşa değişebilir gerçekten, hem de tamamen...

24 saatte ülke yönetimi değişebilir mesela... 12 Eylül'ü hatırlıyorum, 24 saatte tüm ülke durulmuş, bambaşka bir hale kavuşmuştu... Ya da bir bomba ile dünyanın işleyiş biçimi değişebilir, 11 Eylül'de öyle olmadı mı? (Maaşallah Eylül'de az değilmiş yani) 17 Ağustos depremi var sonra, anneannemle konuştuk, yattık, gece kalktık, Yalova baştan başa yıkılmış dediler... Ertesi gün zar zor yer bulduk deniz otobüsünde, indik Yalova'ya... Her şey o kadar karışıktı ki, oturduğu sokağı bile bulamadık, mesafeyi bile hesaplayamadık, Yalova'da ismini bağıra bağıra bulduk anneannemi... Trafik kazaları da böyle, neşe içinde bir yere gidiyorum diye çıkarsın, 24 saat sonra, ailece camide bir kaç naaş başında nöbet tutuyor bulabilirsin kendini... Ne bileyim işte binlerce örnek sayılabilir böyle...

Biriyle telefonda konuşursun, neşe içinde gülerek, 6 ay sonrası ile ilgili planlar yaparak... Ertesi gün o planların asla gerçekleşmeyecek olduğunu öğrenirsin... İçinde bir yerler sızlar, aptallaşıp kalırsın, çaresizsindir doğa karşısında, gerçekler karşısında... Boğazına bir yumru takılır, "allah beterinden saklasın" diye geçer içinden, nesillerdir söylenegelmiş teselli cümlecikleri... Lanet edersin bir yandan kadere, kaderin olması gerektiği düşüncesinin rahatlığına sığınarak...

Yeni bir güne başlarsın, umut edersin, herşey düzelir dersin, sağlığımız yerinde ya dersin, bu da geçer dersin, zaman herşeyin ilacı dersin... Atarsın kendini sokağa...

26 Haziran 2007 Salı

BA'nın doğum günü...

Bugün sevgili arkadaşım BA'ın doğum günü... Ona buradan sevgilerimi yolluyorum ve çok çok mutlu olmasını diliyorum... Nice yıllara...
Kendisi yelkenci olduğu için de bir resmini ekleyeyim dedim bari tam olsun...

VD'nin şiirleri...

Kötü haberle başladı bugün... Hem de gece yarısından... Üzgünüm... Üzülmenin faydası olsa... Külleniyor üzüntüler ve herşeye de alışıyor insan... Diyecek başka bir şey var mı... Bu, VD'nin yazdıkları içinde en sevdiğim diyeceğim, hüznü sevdiğimden mi, yoksa çoğu şiire mi böyle diyorum, bilemedim... Herhalde ruh halimden.

sabah güneşi dediğin
bende akşam alacası
üstüne beyaz giydiğin
rakımın bulanığı
senin elin değdiğin
yerler bir ince sızı

bu akşam alacasında
bir rakı sofrasında
sızlayan yerlerime
az su doldur
be usta

değmesin eller bana
değmesin eller bana

25 Haziran 2007 Pazartesi

Olmalıydı...

Doğduğum evde yaşıyor olmalıydım hala... Lise aşkımla evlenmeli ve hep onu sevmeliydim, başka bir beden aklıma bile gelmemeliydi... Meşhur bir yemeğim olmalıydı, sık sık onu pişirmeliydim, mantı örneğin. Anneannem, babaannem, dedem, büyükbabam hatta büyükanneannem yaşıyor olmalıydı hala ve annemle babam da birbirini seviyor olmalıydı... Kardeşlerim olmalıydı, onların çocukları, hep birlikte olmalıydık, iyi günler kötü günler paylaşılmalıydı... Yollarımız hala arnavut kaldırımı, bakkalımız da hala Asım Abi olmalıydı, çocukluğumu bilmeliydi kasap, muhtar ise yıllardır o koltukta oturuyor olmalıydı... Manav herşeyin tazesini bize saklamalı, yakınlarda ise bostanlar olmalıydı... Terzimiz akla gelen herşeyi dikivermeli, özel günlerde tuvalet yaptırılmalıydı. Oğlanların sünnet düğünü, kızların gelinliği hayal edilmeliydi... Kahveler bakır cezvelerde pişirilmeli, iyi dileklerle fallar kapatılmalı, fincanlarda hep bayrak çekilmeli, 3 vakte kadar kısmet gelmeliydi... Yazın salça, tarhana yapılmalı, kışın kestane patlatılmalıydı sobada... Odun, kömür alınmalı, çamaşırlar bahçeye asılmalı, tüm çarşaflar bembeyaz olmalıydı... Çocuklarıma tüm aile bakmalı, bahçelerde büyümeliydi... Herkes orta halli olmalıydı, para konuşmak ayıp, çok zengin olmak ise hayal bile edilemeyecek ve de çok işe yaramayacak bir şey olmalıydı... Karpuzlar kocaman siyah çekirdekli, ay çekirdekleri de siyah olmalıydı... Bazen acı çıkmalıydı salatalıklar, yoğurt ise evde kurulmalıydı... Düğünlerde karı koca dansa kalkılmalı ve ayakkabıya sığmamalıydı ayaklar alışmamışlıktan topuklu ayakkabıya... Tek yastıkta yatılmalıydı... Tek yastıkta kocanmalıydı... Hayat müşterek olmalıydı... Umutlar olmalıydı... Tüketilmemeliydi hemen duygular... Herkes sonsuza kadar mutlu olmalıydı...

VD'nin şiirleri...

Bir haftaya daha başladık... Bu ajanstaki son haftam... Temmuz ve sonrası şu anda meçhul ve kimbilir ne sürprizlere gebe, umarım güzel şeyler olur diyeyim, ne diyeyim?!

Bu şiir çok çok eski şeyleri getiriyor aklıma, artık aklımda yok sandığım şeyleri... Unutmak istediğim ama unutamadığım şeyleri... Çoktan affettiğim şeyleri... Hatırlayınca güldüğüm şeyleri... Çok çok şeyleri işte...

birden ona kadar
bir numara ver bana
küçük bir kesir ayır
hayatının payında
ister çarp
ister topla
birden ona kadar
bir numara ver bana

birden ona kadar
bir numara ver bana
pi sayısı gibi uzasam
sonum belli olmasa
ya da buçuklu olsam
hesaplar ödendiğinde
ne de olsa
küsuratlar kalır akılda

birden ona kadar
bir numara ver bana
say baştan yaşadıklarımızı
kaça geldiysen söyle
söyle gönlünün abaküsünden
ne geçiyorsa
bir numara ver bana
ama bana bir daha asla seni seviyorum numarası yapma!

24 Haziran 2007 Pazar

Beynelmilel...

ZB Beynelmilel'in DVD'sini almış, bana hararetle tavsiye etti, ben de ne zamandır seyretmek istiyorum, seyredemiyordum. Dün gece annemle seyrettik, Sırrı Süreyya Önder'in o kadar ödül almasına şaşırmadım. Çok iyi bir film, çok beğendim... Bu sabah da EE (büyük olan) geldi kahvaltıya, şimdi onunla bir kez daha seyrediyorum. :)) Güle ağlaya bağıra...

Filmde, Dilber Ay'ın söylediği bir türkü var, ben ilk defa dinliyorum. Onun sözlerini buraya yazmak istedim, o kadar ince bir esprisi var ki... Bu yüzden seviyorum işte ülkemi; esprili, kendine özgü yanlarını, bu renkli kültürümüzü...

(Erkek)
Akşama geleceğim
Hacı Baba nerede
(Kadın)
Tavukları döndermişem
Hacıyı da çarşıya göndermişem

(Erkek)
Akşama geleceğim
Anahtarlar nerede
(Kadın)
Anahtarlar pencerede
Tavuk da pişer tencerede

:))

23 Haziran 2007 Cumartesi

The Lost Room




















Hepimizde bir "Lost", "Heroes" ve benzerleri hastalığı başladı ya ben, tamamen içgüdüsel olarak, geçenlerde "The Lost Room" diye bir DVD almıştım, o tarzın süper bir örneğini bulmuşum meğerse. Ben bunu bir film zannederek ve hakkında da hiç bir şey bilmeden aldım. Bugün onu seyrettim. Meğer, 3 bölümlük bir mini diziymiş... Hatta 3 film diyeyim, bayağı uzun çünkü... Çok beğendim, kılımı kıpırdatmadım 4-5 saat... Evin sıcaklığı da 38 derece falandı :)) Terler içinde kalmışım, farkında değilim...

Ortada her kapıyı bir motel odasına açan bir anahtar, o motelin esrarı, 1961'de olmuş bazı olaylar, geçmiş, gelecek, bir dedektif, onun kızı, o oda ve içindeki eşyaların sırları, onları yoketmek isteyenlerin olduğu bir grup ve o oda ve içindekileri tanrılaştırmış başka bir grup var... Odadan alınan her obje oda dışında çeşitli şeyler yapmaya yarıyor; zamanı durdurmak, bir şeyleri döndürmek, ateşi söndürmek vs. vs. vs... Araştırdığım kadarı ile devamının çekilmesi de söz konusuymuş. Sonuç olarak şiddetle tavsiye ederim.


VD'nin şiirleri...

Bu şiir beni çok etkiliyor, "uzak olan yakın kalır"... Öylesine doğru ki, söyleyecek başka şey yok... (Tabii ben hep şiir diyorum da aslında bu da şarkı sözü olarak yazılmış)

günle gece,
baharla kış,
kurtla kuzu,
seninle ben...
aşk ve nefret,
savaş barış,
karışıyor birbirine...

erguvani gözlerinde,
kış uykusu kalkmıyorsun...
erguvani gözlerine,
bahar gelmiş açmıyorsun...

uzak olan,
yakın kalır...
güle güle erguvanım...
yetiş bana dedin ama...
sen akrep,
ben yelkovanım...

erguvani gözlerinde,
kış uykusu kalkmıyorsun...
erguvani gözlerine,
bahar gelmiş açmıyorsun...

Moda Geceleri...

Cuma akşamı... İskeçe'ye de gidememişim... Ne yapacaksın? Oturup derdime yanacak halim yok ya? Kadıköylü olup da en sakin insanların yaptığı şeyi yaptık, Moda'ya gittik. ND ve ben; Moda Cup'dan 2 sandviç yaptırdık, gittik Moda Çay Bahçesine, önce onları yedik, sonra ŞE geldi, kahveleri içtik, en son MD geldi, ND'nin eşi, birer çay daha derken, sırtımız tutuldu... Konunun temel noktası erkek ismi bulmaydı :)) ŞE ve ben son derece yeteneksiz olduğumuz bu konuda konuyu sulandırırken; MD yazar olmanın verdiği güvenle kel alaka öneriler ortaya attı, tabii ki akılcı öneriler ND'den geldi... :)) 3 saat falan geçti, baktık sırtımız iyice tutuluyor, bir de hiç görmediğimiz, zıplayan ve kar beyazı bir böcek huzursuz edince kalktık. Her zamanki deyimimizle "bir boy yürüyelim" dedik, Moda Teras'ın önünden Bomonti'ye... Aman orası da pek pis olmuş canım :)) Karıncalar her yerdeydi, orada da soda falan takıldık... Eee, ne oldu? Biz ŞE ile ah bir bira olsaydı falan deyince, atladık geldik bizim balkona... Karşımızda adalar, sağımızda turuncu bir yarım ay, eh daha ne isteriz ki? :)) Bir Cuma akşamını da böyle tamamladık derken :)) EE aradı. Şölen'de bir müşterimiz vardı, soyadı da biraz komiktir, ayıptır söylemesi :)) onu sordu, güldüm ben de, cevapladım sonra... Saat gece 1'i geçti... Eh bir Cuma akşamını daha bitirdik sayılır... Haydi bakalım.

22 Haziran 2007 Cuma

VD'nin şiirleri...

Madem İskeçe'ye gidemedim, bari bir şiir koyayım günlüğe de yüreğim şenlensin :))

EZBERİNA

bir sevgilim vardı
ezberina adı
küçük bir çocukken
hafızamda yaşardı

ezberina şarkılar söylerdi
kulağımın içinde
sözleri şöyle bir şeylerdi:
unutacaksın beni
unutacağın gibi her şeyi

tam 22 yıl geçti
sanki evden çıkmışım gibi
bir şey unuttuğum aklıma geldi
işte o sırada başladı yine şarkı
demiştim ben sana
unutacaksın beni
unutacağın gibi her şeyi

bir sevgilim vardı
şarkı biterken
unuttum adını

Kös Kös...

Vizem çıkmadı, elimde bavul kös kös kaldım... :)) Salı gününe randevu vermiş konsolosluk, aman ne hoş... Hayatımda 50 kere vize aldım, hiç konsolosluğa çağırmadılar, şimdi iş acele ya, ondan böyle oldu sanırım. Ah şu Murphy :)) Neyse ne yapalım, kısmet değilmiş, söyleyecek bir şey yok... Artık MA'nın yollayacağı fotoğraflar ve videolarla idare edeceğiz... Benim anlamadığım, pasaportunda onlarca vize olan, ABD'deye gitmiş, İngiltere'ye, Yunanistan'a defalarca gitmiş, başka ülkelere de defalarca gitmiş bir insana niye 2 günde vize verilmez? Bu adamlar bizden bu kadar mı nefret ediyor anlamadım ki... Korkuyorlar diyeceğim, tartışma çok uzayacak, iyisi mi burada keseyim, Ayşe Abla çay yapmış onu içeyim...

21 Haziran 2007 Perşembe

Yarınımı bilmiyorum...

Bugün vizem çıkmadı, yarın da 10:30'da dolmuş kalkıyor Sirkeci'den. Ben 08:00'de evden çıkacağım, meçhule doğru, hala tam olarak gidebileceğimden emin değilim. Vizem çıkacak mı acaba? Vizeci çocuk dedi ki yarın sabah 08:30'da konsolosluğa gidecekmiş, inşallah vize verilmiş halde pasaportumu teslim almaya, haydi bakalım ne olacak... O yüzden bu yazım son yazım olabilir deee, olmayabilir deee... Yarın hiç yazmazsam anlayın ki gittim, yok kös kös yazarsam zaten gidemedim... :))

Günün Yemeği

Eve geldim, bu akşam Ayşe Abla bizde, baktım ses seda yok, eh elbette; CSI Miami oynuyor :)) Annem Horatio'ya konsantre olmuş, Ayşe Abla da ses çıkarmadan ve de hiç bir şekilde hiç bir şey anlamadan ekrana bakıyor... Manzara müthişti... Neyse 15 dakika sonra dizi bitti, oh rahat ettik, konuşabiliriz diye ellerimizle "çak" yaptık Ayşe Abla'yla... :)) Ayşe Ablam bizim yardımcımız, 20 senedir bize gelir, en fakir zamanlarımızda para almadan bile gelmiştir, annem gibidir, hatta annemin bile annesi gibi, yalnız annemden 2 yaş küçük :)) Çak hareketinden de anlaşılacağı üzere Ayşe Abla batı kültürünün simgelerine karşı çok açık bir insan, örneğin telefonu da "bay baaayy" diyerek kapatır. :)) Her neyse annemin dizisi bitti, Ayşe Abla'nın "Kaybolan Yıllar" dizisi başlamadan önce yemek telaşı başladı. Yemek de karpuz ve peynir tabağı... Bildiğimiz karpuzun yarısını birlikte götürdüler, şimdi bir dizi daha başlayacakmış, Ayşe Abla dizi delisi olmuş... :)) Ben karpuza bayılırım, ama artık eskisi kadar çok yiyemiyorum çok şişiriyor. Çocukken dilim dilim karpuz yerdim, delirirdim karpuz için ama çocuk olduğumuz için midir nedir, sanki o zamanlar karpuzlar daha güzeldi, üstelik çekirdekleri dev gibi ve simsiyahtı, onları civcivlerin ağzına tıkabiliyordun ya da tavukların, çok güzel yiyorlardı. :)) Ya işte böyle, yaz günleri bizim evin temel yemeği karpuz kavun, bugün de istisna olmadı... Ay diziyi kaçırmayayım ben :))

Kısa Kısa 21 Haziran 2007

Bütün vapurların içlerini yeniden dizayn ediyorlar, bugünkünün (adını unuttum) bütün yerlerini yeniden yapmışlar, parkeye benzer bir malzeme... Önde açıkta sigara içmeyi de yasaklamışlar, zaten yazık yani, o yepyeni zemine sigara külü atılmasına hiç kıyamadım... Ön alt tarafta da böyle yuvarlak dönen koltuklar yapmışlar, çok havalı...

Öğlen GG, DG, CA, ben Sedir'e gittik. Bizim Ortaköy'de sık sık gittiğimiz yer, daha önce yazmıştım sanırım... 4 kişi 120 YTL hesap geldi... Acıdım, allah biliyor ya. İçki falan da yok, öğlen yemeği için bence çok... Geçenlerde yine kalabalık bir ekip gitmiştik, 45 dak siparişlerimiz gelmedi, topluca kalktık biz de... Ama herkesin de bir dayanma gücü var...

Öğleden sonra nasıl sıkıcı, nasıl sıkıcıydı ajansta... Bir yandan da vizem çıkacak mı endişeleri içinde hala bekliyorum... Vizeci çocuk aradı, konsolosluktayım, pasaportları bekliyorum, arayacağım 5 dak sonra dedi, yarım saat oldu aramadı... Yarın gidip gidememem buna bağlı, halim çok komik... Doğumhane kapısındaki babalar gibiyim...

Bugün gazete yazıyordu, Mehmet Öz demiş ki klima şişmanlatıyor... Hepimiz obez olacağız bu gidişle, haftasonu geceleri bile 30 derece olacakmış çünkü... :)) Bizim evde klima yok gerçi... Biz şıpır şıpır kilo veririz artık. :))

Bütün konumuz kim kime oy verecek, CHP ve DYP olarak ikili bir dağılım var... Bir de Cem Uzan'a vereceğim ulan, ne güzel ABD'yi dolandırdı diyenler var... Bu da iyice şehir efsanesi oldu, bu lafı kim söylediyse ilk olarak, ona helal olsun, atasözü haline geldi artık.

HG sağolsun, bir lafımla bana fotoğraf makinesini ödünç verdi. Bugün önce bir sarj aleti geldi kurye ile... Bu ne ya diye bakarken kafama dank etti, o sırada fotoğraf makinesi de geldi... Size bol fotoğraf çekip, bu vaftiz nasıl bir şeymiş yazmak artık iyice şart oldu... :))

Ayakkabı tamircisine ayakkabılarımı bırakmıştım dün, bugün almaya gittim, adam dedi ki "5 lira". "Tamam" dedim ama boyamasını söylememiştim ben, tamirattı sadece, "boyamışsınız ama bu kadar mı hepsi?" dedim, "evet ama siz söylememiştiniz o yüzden para almıyorum" dedi, "aaa" dedim "olur mu öyle şey?" "o zaman dedi, siz uygun gördüğünüz bir şeyi verin", 10 lira verdim, "aman dedi yok, çok olur 8 lira yeter"... Ne diyeyim yani, hala bu kadar gözü tok insanların kaldığına inanamayarak, adama hayran olup çıktım dükkandan, bundan sonra bütün ayakkabılarımı ona yaptıracağım...

VD'nin şiirleri...

Bu şiir beni çok etkiledi, önce yeni yazdığını sandım, sonra baktım yok eskiden yazılmış bir şiiriymiş... Yorumsuz yayınlayayım dedim, o da olmadı. :)) Ben çok seviyorum bu şiirin tarzını, matematiğini ya da armonisini mi desem... Neyse, gerçekten de yorum yapmayayım... Sadece tadına varayım...

bir şeyler var
arkadaşım
lakin
mecalim yok
anlatmaya
dinlesen de
aklında bırakacak
mecazım yok
dağarcığımda
hoş
anlatmaya calıştığımın
sende meali yok
arkadaşım
hani var bir şey
sende karşılığını bulacak ama
onu da söylesem
meramı yok

bir şeyler var,
varolmasına
da arkadaşım
anlatamam
mümkünü yok

HG'nin kareleri...















Bugünü HG'nin bir fotoğrafı ile açmak istedim... Gazetelere bakarken Irak'taki bir yetimhanenin fotoğrafını gördüm, insanın içini yakan fotoğraflardan biriydi... Buraya onu koyacaktım, kimse görmezse belki gerçekliği azalır diye düşündüm, ne kadar saçma olduğunu bile bile... Gerçekler onlardan kaçınca değişir gibi... Bu terkedilmiş, harap kilise o çocukların ruh halini yansıtıyor sanki... :((

20 Haziran 2007 Çarşamba

Bilen de kazanıyor...

Yarına kadar dayanamadım... ZB'yi akşam 5-4 yendim, duyuruyorum... Hem de tek pulla. Öyle sıkı bir maç oldu ki... Ama şansımın döndüğü anı da biliyorum, hani o 5-1 attığım ve onu kırdığım an, o anda maç 1-3'dü. Yani ben gerideydim ama heyhat! :))) Daha ilk oyunun ilk zarında zarları yerlere attı, herşeyi tek tek saydı, alabileceği kapıları almayıp, kırabileceği pulları kırmadı ama sanmayın bunlar bana yardım etti, çünkü sürekli 4-4, 5-5, 6-6 attı, allahım ne el yahu!!! Neyse ben bu maçı aldım ya artık ölsem de gam yemem. :)))

Nasıl bir şey bu dost dediğin?...

MA, benim kan kardeşim, kendisi Yunanlı ama aynı kandan olsak bu kadar olabilir, öyle duygular içindeyiz birbirimize karşı... 15 senedir tanıyoruz birbirimizi. O, İskeçe'de (Yunancası Xanthi) yaşıyor, ben, malum İstanbul'da ama şunu keşfettik ki mesafe denilen şey gerçek sevgi için bir engel değil... Senede bir kez, bazen 2 senede bir kez görüşüyoruz ama her görüşmemiz sanki hergün birlikteymişiz gibi... Herneyse; MA'nın 2 oğlu var, küçük olan Alexis'in (asıl adı Alexandros, bu kısaltma adı) bu haftasonu vaftizi var ve biz 6 aydır bunu konuşuyoruz, yani benim de vaftize gitmemi... Ama ben 1 hafta sonra işsiz güçsüz bir insan olacağım için (tabii kısa sürede yeni bir işim olmazsa) biraz problem oldu, MA'ya söylediğim anda o ve kocası çığlık çığlığa bağırdılar telefonda, "biz para yolluyoruz hemen geliyorsun" diye... Ben artık daha ne diyeyim... Gerçek dostluk böyle birşey işte ve milleti falan da yok... Çok mutluyum böyle dostlarım olduğu için ve o kadar şanslıyım ki, bende o kadar çok var ki :))

Sözün özü; bu Cuma sabahı İskeçe'ye gidiyorum, Pazartesi dönüyorum, dönüşte de günlüğe vaftizin detaylı hikayesini anlatma sözü veriyorum. Hatta fotoğraf makinem çalındığından HG'nin desteği ile süper fotoğraflar da çekebileceğimi umuyorum.

Bütün bunları söyledikten sonra da, eskiden yazdığım dostlukla ilgili bir yazımı buraya koyuyorum...

Öyle paylaşılmışlıklardır ki onlar, hani her şeyini bilirsin birbirinin, hani 12 sene öncesini konuşup da her seferinde tekrar tekrar, bıkmazsın, kah ağlayarak kah gülerek... Hani geceler vardır sabahlara kadar dert anlatılmıştır karşılıklı, günler vardır güneşli, bir yerlere gidilmiştir ve başka günler yağmurlu, ne kadar da gülünmüştür hani sırılsıklam halinize... Aylarca görüşmesen, bir telefonla bile konuşmasan hani, bir gün tekrar bir araya geldiğinde, karşılıklı oturduğunda sanki hiç bir şey değişmemiştir, kalınan yerden devam etmek o kadar doğal gelir ki, sanki zaman hiç girmemiştir araya... Milliyet, cinsiyet, yaş, medeni durum, yaşam standartları aynı ya da farklı olabilir, hiç birinin bir önemi olmaz... Hani karşı cinsse eğer bir yatakta yatsan da yanyana, aklına bile gelmez kardeşçe bir sevgiden fazlası ve inanasın gelmez bu kadar sevebildiğine arada bir akrabalık, aşk olmadan... Aradaki sonsuz güven duygusunu büyüten yıllar mıdır, paylaşmışlıklar mıdır, hani bilirsin ki başın sıkıştığında iki eli kanda olsa gelecektir, hiç bir şey engelleyemeyecektir... Verilmiş emeklerin, yapılmış fedakarlıkların, paylaşılmış ve anımsanan ortak anların büyüttüğü ve mezara kadar bitmeyecek o sevgi, belki de bir gün biteceği korkusuyla yaşanan ve daha büyüğünün asla yaşanmayacağına yürekten inandığın aşklardan daha onurlu, daha erdemlidir belki de kimbilir? Dost dediğin böyle bir şeydir, şüphelerden, baskılardan, sorulardan, yargılamalardan uzak, sakin bir denizde güneşin batışında yüzmek gibi sonsuzluğa...
15.11.2004

Bilen kazanmıyor kardeşim!

Ya kardeşim bu tavla ne biçim bir oyun yaa... Zar atmayı beceremeyip zarları hep yere atan, pullarla 1-2-3 sayan, bu oyunu apaçık bilmeyen ZB beni 2 keredir yeniyor. Bu akşam Ortaköy'e iniyoruz, bizim kahvede bir maç daha yapmaya. Bu akşam da yenemezsem kesin ilan ediyorum ki "bilen kazanmıyor" ve "bu tavla çok şerefsiz bir oyundur"... Bakalım maç sonucunu yarın buradan açıklayacağım artık. :))

VD'nin şiirleri...

Bu o kadar zarif, naif bir şiir ki (aslında şarkı sözü olarak yazılmış da ben şiir olarak algılıyorum) insanın içini titretiyor... Çok sevdiklerimden biri...

her gece ben, gece ben
senin dibinde
bana sakın uyu deme
bu gece son, gece son
o dizlerinde
bana sakın büyü deme
uyuyamam, büyüyemem
büyüyemem inadına
uyuyamam, büyüyemem
büyüyemem

tüm dünya, dünya
benim peşimde
hadi artık büyü diye
ben sade, sadece
kendi izimde
bana sakın büyü deme
uyuyamam büyüyemem
büyüyemem inadına
uyuyamam büyüyemem
büyüyemem

19 Haziran 2007 Salı

Şu dizi ve Metin Altıok!

EE ile ŞD'nin evinde buluştuk, sohbet muhabbet derken: bir anda "sus! sus!" dediler sustum, büyülenmiş gibi seyrediyorlar. :)) Bir de her planda herşey gerçekmiş gibi yorumlar. Allahım yarabbim, öleceğim. :)) Her neyse biraz önce ŞD bize Karapaks'ın bir parçasını çaldı; "Evde Yoklar". Bu, pisi pisine ölüm deyince ilk aklıma gelen isimlerden biri olan Metin Altıok'un bir şiirine yapılmış bir beste ve bence şiirin ruhunu da çok iyi yansıtmış, çok sevdim. Bir de Metin Altıok'un kızı ZA bizim çok sevdiğimiz bir arkadaşımız olunca şiiri günlüğe koymak istedim... Gecenin ruhu ve güzelliğin onuruna, şiiri bir kez daha okuyacağım şimdi, kavunlu votkamdan da bir yudum alacağım veeee allaha şükür bu dizi de bu gece bitiyor diye kutlama yapacağım :)))

EVDE YOKLAR

Durmadan avuçlarım terliyor,
İnildiyor ardımdan
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem
Evde yoklar.

Kimi zaman çocuğum,
Bir müzik kutusu başucumda
Ve ayımın gözleri saydam.
Kimi zaman gardayım
Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Bekliyorum bir kapının önünde,
Cebimde yazılmamış bir mektupla.
Bana karşı ben vardım
Çaldığım kapıların ardında,
Ben açtım, ben girdim
Selamlaştık ilk defa.

"Oğluna ayakkabı alacaktı..."

Posta Gazetesi'nin ön sayfasında, sağ alt köşede bir haber... Aşırı makyajlı, yaşama bağlılığı bakışından belli bir kadın fotoğrafı... Onun üzerinde bir tabuta dokunan, belli ki dedesinin kucağında, küçük bir oğlan çocuğu fotoğrafı... Ankara'daki Anafartalar Çarşısı bombalamasında ölen bir kadın ve onun çocuğu... Haber şöyle:

... saldırıda yaralanan Hülya Develi de (21) dün Ankara Çubuk'ta toprağa verilirken 6 yaşındaki oğlu İbrahim "Annemi istiyorum" diye ağladı.
Hülya Develi, 15 yaşında ailesinin zoruyla evlendirilmişti. 1 yıl sonra boşandı ama ailesi reddetti. Ankara'ya taşındı ve bir gecekonduya yerleşti. 4 yıldır bir gazinoda konsomatris olarak çalışıyordu. 3 gün sonra doğumgününü kutlayacak olan oğluna ayakkabı almak için Anafartalar Çarşısı'na gitmişti. Hülya ölmeseydi, 1 Haziran'da gazinodaki işini bırakıp kendine yeni bir hayat kuracaktı...

15 yaşında kadın olmak zorunda ol, 21 yaşında 6 yaşında bir oğlun olsun, muhtemelen hoşlanmadığın bir işi yapmak zorunda kal, kurtulmak için hayaller kur, o sırada pisi pisine öl... Söyleyecek ne var... Bütün bunların bir anlamı olduğu mu? Kadere karşı gelinmez olduğu mu? Bir şey söylemek gerekiyor mu? Bilmiyorum... Tek bildiğim çocukların annesiz babasız kalması ve insanların pisi pisine ölmesi çok ama çok yüreğimi yakıyor...

VD'nin şiirleri...

Bugün en sevdiklerimden birini seçtim... Bir şeyler yazmak istedim ama zaten şiir ruh halimi iyi anlatıyor... Kendimi bıraktım sözcüklerine...

çek çek kürekleri
rüzgara karşı
ne kadar önüne alsan da
hayat sana karşı

çek çek kürekleri
akıntıya karşı
korkma boğulmazsın
hayata karşı

18 Haziran 2007 Pazartesi

İyilik nedir? Kötülük nereden geldi?

Bu akşam vapurdan indim, baktım Tayyip Erdoğan Kadıköy Meydanı'nda konuşma yapıyor... Elimde değil, haksızlık mı yapıyorum şüpheleri içimi kemire kemire hiç hoşlanmıyorum kendisinden... Aklıma eskiden yazdığım bir yazı geldi, onu koyayım istedim günlüğe...

Görecelik Kuramı'nın işlediği bir çok şeyden biri de "iyilik". Neyin iyilik olduğu, kime göre iyilik olduğu, ne kadar iyilik olduğu son derece değişken bir şey bana kalsa. İyilik diye yaptığınız şey aslında çok kötü sonuçlar verebileceği gibi, istemeden bile olsa kötülük diye yaptığınız başka bir şey o insan için çok iyi sonuçlar verebiliyor. İyi olmak için özellikle çaba gösteren insanlar son derece itici olabileceği gibi, kötü gibi görünen insanlar sadece öyle görünüyor ama aslında iyi olabiliyorlar. Yaşam karşıtlık üzerine kurulu hepimizin bildiği gibi. İyilik ve kötülük konusu da hiç bitmeyen tartışmalarımız arasında bu yüzden.
Ben çocukken herkes iyiydi. Ya da biz öyle sanıyorduk. Dünya mı daha saf ve temizdi? Belki de. Ya da bizim dünyamız öyleydi.
Toplumun imece usulü yaşadığı günlerdi. Kaynaklar kıttı (hala kıt da biz yapay bir dünyada kurduk aslında) ve bireysellik diye bir şey bilinmiyordu. Bir kuyruğu giren, herkes için kuyruğa girmiş sayılır, bir yemek yapan tüm mahalle için yapmış sayılır, bir düğün olunca herkes çağırılır, bir cenaze olunca herkes koşardı. Herkes öylesine birbiri için de yaşardı ki, hiç bir şey zor olmazdı. Yorganlar, yastıklar, yataklar sırayla açılır, pamuklar beraberce atılır, herkesinki birlikte doldurulur, kimin çoktu kimin azdı bakılmazdı. Turşular kurulur, reçeller yapılır, herkesinki birbirine dağılırdı. Yazın, bahçelere, çıkmaz sokaklara herkes masa çıkarır, metrelerce masa kurulur, yaz ramazanlarında bütün gece keyif, sohbet, muhabbet gırla giderdi. Terörün kol gezdiği, herkesin birbirini yediği günlerdi ama nedense sağcısı, solcusu, futbolcusu hep birlikte yemek yenir, tartışmalar, kavgalar bile tadında bırakılırdı. Bizim mahallenin büyüsü müydü? Bilinmez. Sinemaya, tiyatroya, gazinoya, pikniğe birlikte gidilir, herkes bir şeyler getirir, çocuklar el üstünde tutulur ama tatlı da bir disiplin olurdu.
Hiç bir şeyimiz yoktu ama iyilik vardı. Herkes mutluydu. Ağaçlardan meyvelerin yerlere döküldüğü, tarlalardan sebzelerin koparılıp alındığı, kışın kar, baharda yağmur yağan, yazın sonsuz yıldızlarla dolu gecelerin hala var olduğu o günlerde, iyilik, dürüstlük, doğruluk öylesine normal bir şeydi ki, paradan bahsetmek ayıptı. Biri sıkışınca gizli bir güç devreye girer, yardım bulunur buluşturulur, çocukların haberi bile olmazdı. (Uyanıklar hariç!) Öğretmenlerin, doktorların, eczacıların, yargıçların hala çok ama çok saygın insanlar olduğu, herkesin gazete, kitap okuduğu o günlerde hep iyilik kazanırdı. İyi insan sallanır ama yıkılmaz, dürüst insan hep kazanır, iyilik yapılır sana geri döner, iyilik yapıp denize attığında balık bilmezse halik bilirdi.
Çevren sana ne öğretirse sen de öyle olursun ya, biz de böyle saf çocuklardık işte. Biz de son olduk. En son nesil. En son saf nesil orta yaşlarına yaklaşırken böyle aptallaşmamızın nedeni de bu değil mi zaten? Bize böyle öğretmemişlerdi.
Bizi Cumhuriyet çocukları yetiştirdi. Biz, kadın erkeğin bir arada dostça yaşadığı, kimsenin kafasını falan örtme ihtiyacı olmayan, insanların birbirini aptal ahlak kuralları ile değil iyiliği, hak geçmemesini, bilgiyi gerektiren kurallarla yargıladığı, gerektiği kadar erdemli, gerektiği kadar anlayışlı, gerektiği kadar disiplinli, gerektiği kadar dertli, gelecekten umutlu, iyi insanlar gördük. Başka bir şey mi görmeliydik? Bilmiyorum. Bunlara hazırlıklı değildik belki de. Belki de bu yüzden bocalıyoruz. Bu insanlar nereden geldiler? Bütün kurallarını kadınla erkeğin bacak arasına göre ayarlayan bu kafasının içi garip cinsel problemlerle dolu insanlar mı bizim başımızda olmalıydı? Bu, işi bilmenin, uzman olmanın, bilimin değil, akraba, yandaş, fikirdaş olmanın önemli olduğu garip güruh mu bizi idare etmeli? Bunu mu hak ediyoruz? Bu kadar mı azınlık kaldık? Bu şehir, bu ülke hep mi böyleydi? Yoksa biz kendi içimizde başka bir rüya şehrinde mi yaşadık? Kötülük hep vardı. Ama biz bilemedik. Göstermediler.
13 Eylül 2004

Hayatı çalmak...

Hırsızlığın şekli şemali yok, bazı insanlar başka insanların hayatını bile çalıyor, baskı ile zorbalıkla hatta fiziksel şiddetle, o yüzden mala mülke gelen zararı büyütmek biraz da ağrıma gidiyor açıkçası ama artık son günlerde olanlar hakikaten fazla gelmeye başladı...
ZB'nin eski evine 2 kere hırsız girdi, hem de bir kaç ay içinde...
SÖ'nün arabasından teybi yanılmıyorsam 3 kere çalındı... Yenisini al çalınsın, yenisini al çalınsın!
ND'nin dükkanına giren zorbalar bir sürü malını çaldı, dünyanın zararı, korkusu cabası...
Benim fotoğraf makinesi sırra kadem bastı, kimseyi suçlayamıyorum ama muhtemelen çantamdan aşırıldı...
VD söyledi, koskoca motoru evin önündeki otoparktan çalmışlar...
Bu sabah da HG aradı, ofise girmişler bütün dizüstü bilgisayarları falan alıp götürmüşler...
Ne oluyor allah aşkına? Dünya iyice çıldırdı mı nedir? Hırsızlık çok büyük bir haksızlık değil mi? Senin aylarca uğraşıp aldığın, daha taksidini ödediğin şeyleri insanlar bir kaç saniyede alıp götürüyor, insan kızmadan edemiyor... Elbette insan hayatının yanında nedir ki ama ateş de düştüğü yeri yakıyor...

17 Haziran 2007 Pazar

Bugün "Babalar Günü"ydü...

Bugün babalar günüydü... Kafamda bir türlü anlamlandıramadığım o özel günlerden biri daha işte... Herşeye rağmen büyük bir gayretle NÖ'nün babasını aradım, belki de baba bildiğim tek insan o olduğundan... Telefon hep meşguldü... Sanırım telefon bozuk... Cep telefonu da kullanmazlar ki onlar ailece... Sonra; hepsi de taze baba olan birçok arkadaşım var, onlara bir SMS mesajı çekecektim, metnini bile yazdım kafamda "baba olan bütün baba arkadaşlarımın babalar gününü kutlarım"... Çok saçma geldi, ondan da vazgeçtim... Buraya, günlüğe zaten bir şey yazmamaya karar vermiştim... Sonra internette dosya ararken hazırladığım döküman için, nereden nereye ekşi sözlük'te http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=dogmamis+kizima+mektup%2F%2310957411 bu mektuba denk geldim... "Vay be!" dedim, "kafamda elimde olmaksızın olumsuz olan babalık kavramını değiştirebilecek insanlar var", buna benim tüm arkadaşlarım da dahil... Sonra dedim ki bari buradan GG'ye, ES'ye, HG'ye, BA'a, HS'a, CB'ye, SÖ'ye, MS'ye, İÖ, MG'ye, BG'e, CY'e bir selam yollayayım... Sevgili arkadaşlarım, babalar gününüz kutlu olsun, hepiniz de düzgün babalarsınız, hep sizleri anlatıyorum herkese... Helal olsun size!...

Salacak Manzarası...

Dünyanın en güzel manzaraları İstanbul'da ya, ben de bu konuda çok şanslıyım, hep güzel manzaralar benim karşıma çıkar... Sabah, annem biraz da çekinerek, erkenden uyandırdı beni, SG'nin Salacak'taki evine kahvaltıya gittik. Kendisi, olağanüstü kahvaltılar hazırlamasının yanısıra, İstanbul'un en güzel manzaralarından birine sahip bir evde oturur. Manzara kadar güzel bir de balkonu olan bu ev beni büyülüyor... Ne yazık ki fotoğraf makinemi kaybettiğimden cep telefonumla çektiğim bu fotoğrafı buraya koyuyorum... Kahvaltıda krep, farklı peynirler, salatalık, domates, üzüm pekmezi, biber kavurması, elmalı kurabiye, salamura zeytinler ve çay vardı... Tabii bir de SG'nin evde yaptığı muhteşem ekmek... Hatta, sağolsun, bana da bir tane yapmış, şimdi eve geldim ekmeğimle, evin içinde muhteşem bir ekmek kokusu var... :)) Ekmek makineleri, her ne kadar fırınların pabucunu dama atacak diye üzülsem de, çok güzel aletler... Taze ekmek hiç bir şeye benzemiyor... Hani Nazım Hikmet der ya "seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi" taze ekmek bana hep sevgiyi çağrıştırır... Neyse konuyu dağıttım; Salacak, benim de doğduğum semt ve bence İstanbul'un da en güzel manzaralarından biri... Buyrun...

VD'nin şiirleri...

HG'nin kareleri gibi bundan sonra VD'nin de şiirlerini buraya koyacağım... Kendisi iyi bir şair olduğunu kesinlikle kabul etmese de ve kendi çapımda kelimelerle oynuyorum dese de... Ben aşağıya sadece 20 saniye içinde yazdığı dizeleri koydum... Benim fikrim budur, ben şiirlerini seviyorum, siz de kendi adınıza karar verin artık.

yelkenin mutluluğu rüzgardır
denizin tuz
bulutun mutluluğu yağmur
çiçeğin öz
ateşin mutluluğu sıcaktır
biraz da köz
insanın mutluluğu nerede
sıkıysa çöz

16 Haziran 2007 Cumartesi

Güle güle...

Bugün birini daha sonsuzluğa yolcu ettik... Annemin can arkadaşı SU'nun karşı komşuları, artık bizim de aile dostumuz olan Taylan Bedizel... Uzun zamandır kanser hastalığı ile mücadele ediyordu... Her gidenin ardından insanın yaşadığı anlar geçiyor gözünün önünden... Bu kez de öyle oldu... Kendisi her zaman tek bacağını sıyırdığı bir pantalonla gezerdi... :))) Ne güzel sofralar kurmuşlardır ailece ve ne güzel sohbetlerimiz olmuştur, saysan sayılmaz da, aklıma ilk gelen hep tek bacağı sıyrık dolaşan hali oldu... Bir de Aşık Veysel'in şu dörtlüğü :

var mıdır dünyaya gelip de kalan
gülüp baştan başa muradın alan
muradı maksudu hepisi yalan
ölümü dünyada hakikat gördüm

15 Haziran 2007 Cuma

Seni Seviyorum Nimbus...

Hazır sevdiğim şeylerden bahsederken, uzun zamandır Nimbus'u yazmak istiyordum, o aklıma geldi... Resme bakar mısınız? Kendisi ZB'nin kedisi ve biz görür görmez birbirimize aşık olduk... Nimbus adı üstünde koyu gri renkli, çok gururlu, kendinden hiç ödün vermeyen (çoğu kedi gibi tabii) bir arkadaşımız... Ama ZB'nin evinde ilk yattığım gece tepemde gezdi, beni yaladı, ısırdı, bütün gece benimle ilgilendi sağolsun, gece 3'te zorla yataktan kaldırdı, yemek yemesini seyretmemi talep etti, yemek yedikten sonra da uzun uzun kendini okşattı.... En son koynumda bile yattı... Bunun geçici bir durum olduğunu sandık ZB ile biz ama bir sonraki sefer de benzer bir durumu yaşayınca artık kesin karar verdim, biz Nimbus'la birbirimizi seviyoruz... ZB de kedisi gibi burnundan kıl aldırmadığından pek çaktırmıyor ama apaçık kıskanıyor, biliyorum... :)

HG'nin kareleri...

Bence dünyanın en güzel şeylerinden biri ayçiçekleri, hatta ayçiçek tarlaları...
O kadar severim ki, insan durup saatlerce seyredebilir...
Bugün de hava ayçiçeğini aklıma getirdi...
Sanki ayçiçekleri güneşe yalvarmışlar, demişler ki: bizim için en tepede dur bugün, ısıt bizi, şikayet ederse etsin insanlar, kimin umurunda, biz aşığız sana, bak hepimiz aşığız, hep seni seyretmiyor muyuz, duy bizi! :))
Canım arkadaşım HG'ye bu harika fotoğraf için teşekkürler...

14 Haziran 2007 Perşembe

Fenerbahçe Vapuru

İstanbul vapurlarını gerçekten çok çok seviyorum... Her sabah vapura biniyor olmak o kadar büyük bir lütuf ki bunu yaşamayanlar çok şey kaçırıyorlar... Bu sabah 08:15 vapuru Fenerbahçe'ydi... Gugıllayıp resmini de buldum. Bu vapuru o kadar çok severim ki, hem tasarımı çok güzeldir, kapıları daha küçüktür, açık yerler de aslında daha kapalıdır, yani açıkça kışlık vapurdur ama korunaklıdır, ne bileyim güvende hissedersin kendini... :)) Eh tabii Fenerbahçeli olmaktan gelen bir duygusallık da olabilir... Umarım yeni vapurlar eskinin tadını verir bizlere, biraz önyargılı davranıyorum galiba bu konuda... Bağdat Caddesi'ni tek yön yaptılar, çok üzüldük, kızdık, alıştık... Dolmuşları yenilediler, içimiz yandı, ona da alıştık... Herhalde buna da alışırız, ne diyeyim?!
* Fotoğraf Ali Bozoğlu diye bir beyefendinin arşivindenmiş... Onu da belirteyim de hak geçmesin...

12 Haziran 2007 Salı

Spagetti Bolognese...

Efendim bizim meşhur "Pazartesi Tavuk Geceleri", uzun zamandır kesintiye uğramıştı, asıl neden de benim Osmanlıca kursuydu, Pazartesilerim boş kalsın demiştim, benim yüzümden oldu kesinti yani... Ama neyse artık yaz tatili, rahatız... Geçen hafta da ŞE ve EE'nin tatilde olmaları ve bizim de ND ile bir türlü görüşememiş olmamız nedeniyle, bu Pazartesi biraraya geldik, benim çok severek yaptığım Spagetti Bolognese yapıp, yemek üzere tabii... Bu nefis yemeği ben çok severim, zaten beni bir makarna tenceresine atsınlar, ben hep makarna yiyeyim o kadar severim ve de Bolognese sosum meşhurdur, o yüzden herkes faydalansın diye buraya da tarifimi yazmaya karar verdim...

Önce bir malzemeleri sayalım (gayet iyi yiyen 4 kişi için)
Yarım kilo kıyma, 1 orta boy soğan, 2 iri sivri biber, bir ortaboy havuç, 4 orta boy domates, 1 küçük paket salça (kaç gr. tam hatırlayamıyorum, salçacık diye satılanlardan), tereyağı, az su, tuz, kekik, nane ve isterseniz kırmızı pul biber.

Soğanları minik minik, sivri biberleri içinden tohumlarını çıkarıp, ikiye kesip ince ince kıyıyoruz, havuçları çok çok küçük (1/3 cm gibi) küpler halinde :), domatesleri de kabuklarını soyup yine küpler halinde doğruyoruz. Domateslerin suyu önemli, doğrarken suyu harcamayın :))
Derince bir tencerede önce 2 kaşık kadar (bol yağlı süper oluyor ama kalorisi de süper tabii) tereyağını eritiyoruz, eriyince soğanları koyup kavuruyoruz, biberleri ilave edip iyice pişiriyoruz ama soğanlar pembeleşmemeli, yanmamalı... Bu sırada havucu da ekleyip biraz daha pişiriyoruz. Soğanlar hala beyazken kıymayı ekliyoruz, kavuruyoruz... Kıyma da pişer gibi olunca domatesleri, kekik, nane, pulbiber ve tuzu ekliyoruz.... 5 dak kadar piştikten sonra, bir paket salçacığı, orta boy bir su bardağına koyup, tamamına yakın bölümünü suyla doldurup, iyice eritiyoruz ve karışıma ekliyoruz... 10 dakika kadar daha pişirince, sos hazır! :))

Salçayı koyduğumuz anda, makarnayı da haşlamak üzere kaynar suya atarsak, ikisi denk gelir muhtemelen... Allahım çok çok lezzetli... Afiyet olsun... :))) Bu arada Pazartesi sabahı ile Salı sabahı arasında 700 gr kilo almışım... Ona göre yapın yani. :))

10 Haziran 2007 Pazar

Şehir Eşkiyaları...

Ben pek inanmam böyle şeylere (Allah biliyor ya), anlatan olursa da güler geçerim... İnsan başına gelince anlıyor...

Dün gece ZB yeni evine taşındığından beri planladığı "Bekarlığa Hoşgeldin" partisi vardı. ZB Ortaklar'da oldukça iyi bir muhitte oturuyor. Anne ve babasının evine de yakın, komşulukların da iyi olduğu, düzgün insanların oturduğu, güzel bir evi var... En azından biz, dün akşama kadar öyle sanıyorduk...

15 kişi kadar, ZB ve sağolsun annesinin de hazırladığı süper yemekleri yiyip, bir yandan da içip, muhabbet edip, müzik dinliyoruz... Saat 12'ye geliyor, artık müziğin sesini indiriyoruz, muhabbet tarafına ağırlık veriyoruz, bu sırada BS ve daha önce ZB'nin stajyeri olan şimdi Manga'da çalışan genç bir yazar arkadaşımız geliyoruz diye telefon açıyorlar... Aa, ne güzel diyoruz, birazdan kapı çalıyor, tabii biz onlar geldi sanıyoruz. Zeynep kapıyı açmaya gidiyor... O da ne, 55 yaşlarında bir bayan ve bizim yaşlarda bir adam... Meğer alt kat komşularıymış... Çat kapı partiye gelmişler, Tanrı misafiri diyor ZB, buyur ediyor... Sonradan anlatıyor ki, o ailenin kızı ile tanışmış, kendisi ZB'ye hoşgeldin ziyaretine gelmiş... O da partiden bahsetmiş... Anlaşılan o da ağabeyine bahsetmiş, o da annesine ısrar etmiş o gece, ben partiye gitmek istiyorum ama yalnız gitmeyeyim, bu da kim demesinler, sen de gel, beni bırak diye...

Neyse koskoca adamın partiye annesi ile gelmesine mi gülelim yoksa elinde 10 tane kocaman kutu bira ile gelmesine mi; biz şaşırıyoruz, o da katılıyor aramıza, muhabbete devam... Aradan biraz zaman geçiyor... Kendisi oldukça içkili, özellikle aramızdaki bayanlara, hele de ZB'ye uygunsuz davranışlarda bulunmaya başlıyor... Komşudur, yüzyüze bakacaklar diyoruz, ya sabır çekiyoruz... Bir sonraki aşama, yerlere yemekler dökmeler, etraftaki eşyaları kırıp dökmeler olup rahatsızlığımız katlanılabilirliğin üzerine çıkınca, oybirliği ile şuna karar veriyoruz: bir kaç kişi aşağı inecek, annesinden rica edecek, oğlunuz çok içkili, lütfen gelin alın denecek... Kendisinden gitmesini rica etmek ağrımıza gidiyor, çözümü bu şekilde buluyoruz...

Annesi geliyor, bizim içimizden bir kaç erkek arkadaşımızın da yardımı ile kendisini aşağı indiriyoruz, malum ayakta duracak, konuşacak bile hali yok... Biz yeniden oturuyoruz, muhabbete devam ederken... O da ne?! Anormal bir gürültü kopuyor... Allah allah, bu da ne demeye kalmıyor, kapıya koşuyoruz, biri kapıyı kırıyor!!! Anlıyoruz ki davetsiz misafir, olayı onuruna yedirememiş, hırsını kapıyı kırmakta buluyor... Ya koskoca çelik kapı nasıl kırılır, aklımız ermiyor... Bırakın şunu dövelim, ağzını burnunu kıralım diyen nazik :)) arkadaşlarımızı "aman hemen polis çağıralım, bırakın, dövmeyin, haklıyken haksız duruma düşmeyelim, komşudur, yüzyüze bakılacak" diyerek, biz kızlar, iyi niyetimizle engelliyoruz...

Polisi 4 kere arıyoruz... Ancak 1 saat sonra geliyor... Durumu kısaca anlatıyoruz; ilk tepkisi "niye dövmediniz gerizekalıyı?" oluyor... Şaşıp kalıyoruz... Komşunun daire kapısını çalıyor, arkadaşa "gel bir konuşalım diyor", arkadaş pişkin pişkin "sen gel burada konuşalım" diyor... Biz hala saf saf devletin polisine nasıl böyle şey söylenir anlayamıyoruz... Annesi dışarı çıkıyor, polise durumu anlatıyor, ZB'den çok çok özür diliyor... Oğlunun sorunlu bir boşanma yaşıyor olduğunu, çok içki içtiğini, içince sinirlerine hakim olamadığını, fiziksel şiddete ilk defa başvurduğunu, bir daha asla böyle bir şeyin olmayacağını söylüyor... O kadar ağlayan bir anne karşısında ve polisin de aman komşusunuz, mahkemelik olmayın telkinleri ile ZB davasından vazgeçiyor... Kös kös eve dönüyoruz... Bu sırada kapının, karşı komşunun kapısının önünde duran kocaman LPG tüpü ile kırıldığını farkediyoruz!!!

Sabaha kadar kimse uyumuyor... Herkes yavaş yavaş gidiyor... 2 erkek arkadaşımız, bizi yalnız bırakmıyorlar, biz ZB ile, içeride kanepede yatan 2 koruma görevlimizin :)) verdiği güvenle sabah 5 gibi yatıyoruz... Aklımız hala olayı almıyor... Evin kapısı kırık, bizim gönlümüz de bir o kadar kırık... Bekarlığın bir kadın için Türkiye'de hala zor olabileceğini düşünerek, içimiz acıyarak uykuya dalıyoruz!

9 Haziran 2007 Cumartesi

Ben bu İstanbul'u boşuna mı seviyorum?

Dün akşam, NÖ'nün yoğun ısrarları ile (iyi ki de ısrar etmiş) Kadıköy'de tam vapurdan indiğim sırada; sağolsun taksi paranı da ben vereceğim atla gel, dünyanın en güzel yerinde yemek yiyoruz diye de kandırması ile kalktım Beylerbeyi'ndeki Villa Bosphorous Restaurant'a gittim... Fotoğraftaki olağanüstü manzara yemek yediğimiz yerin manzarası, levend bıyıklı, göbekli, olağanüstü şahsiyet de :)) NÖ'nün ta kendisi...

Tam denizin kenarında rakı içip balık yeme lüksü başka hangi millete nasip olmuş? Allaha şükür bizlere... Çok şanslıyız çoookk! Bence her Türk insanı, daha doğrusu yaşayan her insan bu mekana bir kez gitmeli, tek kelimeyle olağanüstü... Bir de üstüne yediğim en güzel ızgara levrek'i servis ettiler, onun da üzerine sahipleri nasıl misafirperver, nasıl güzel insanlar, garsonlar da cabası... Hararetle tavsiye ederim...

5 Haziran 2007 Salı

Taksi Şoförleri ve Ben...

İstanbul taksi şoförleri ile aramda özel bir ilişki var:

Bugün Ortaköy'den Esentepe'ye giderken, taksici ile aramdaki diyalog şöyle gelişti:

Taksiye bindim, yola çıktık, Esentepe'ye geldik yani gideceğim yere artık 500 metre falan kaldı. Ben iç geçirmişim şöyle ve:

Ben: Ooff of...

Şoför: Neden ki?

Ben: Olur ya işte öyle

Şoför: Sizin gibi hoş bir hatun?

Ben: Ne ilgisi var? (manyak mısın ayol tarzı bir ses tonuyla ama!)...

Şoför: 10 dakikadır sizi seyrediyorum

Ben: Güler (sinirli sinirli)

Şoför: Bir daha karşılaşırsak, herşey farklı olacak" (Şerefsizim aynı kelimelerle!!!)

Ben: Müsait bir yerde ineyim ben...

Yavuklusundan ayrılıyormuş gibi içime işleyen bir bakışla baktı... Parayı verdim, indim... Allah allaahhhh! Hiç böyle şey duydunuz mu? Nasıl yani?... :))) Acaip, saçma ve komik olaylar hep benim başıma mı geliyor yahu?

4 Haziran 2007 Pazartesi

Carte D'or ve şu tutku meselesi...

Carte D'or'u çok seviyorum... Ürünlerini acaip sevmem bir yana, bir tüketici olarak da markayı seviyorum, bana hitap ediyor... Son reklam filmi (ürün bana kalsa çok Hagen Dazs taklidi olsa da) James Morrison'un "You Give Me Something" parçası ile tavladı beni, muhteşem dondurma görüntüleri de ayrı bir çekicilik katıyor tabii... Filmde de tutku meselesinden bahsediyor çoğu lüks dondurma ürününde (ya da yüksek fiyatlı diyelim) olduğu gibi... Hatta web sitesi bile : http://www.dondurmatutkusu.com/

Şu tutku meselesi hep ilgimi çekiyor... Tutku da modern çağ korkularımızdan çıkmış bir duygu mu yoksa tutkularımızla mı modern çağa ulaştık karmaşık bir soru da, tutkularının esiri olmak incelenesi bir şey gerçekten... Yani öylesine bağlanıyoruz ki; bir insana, bir futbol takımına, bir işe, paraya hatta! Onun kölesi olduğumuzun farkına varmıyoruz bile... Ya da varsak bile umurumuzda olmuyor. Okuyanlara Yakamoz Restaurant'ı hatırlatayım mesela, iyi bir örnek. :))) Belki de bu da bir gen ve bu genle doğuluyor. Yani bir şeye aşırı bir tutku ile bağlanmak da böyle bir gen gerektiriyorsa bu galiba bende yok... Yoksa var mı? Sözlükler... Kartpostallar... Kalemler... Kitap ayraçları... Arkadaşlarım... Amma da yokmuş yani... Herhalde hepimizde bir şekilde var tutku içgörüsü, eh reklamcılar olarak bizim işimiz de kullanılmamış içgörü yakalamak, yakalayabildiğimizce.... Ama tutku da artık miyadını doldurdu yani; dondurma, parfüm, kozmetik, giyim yok bilmemne...

Bu arada dondurma reklamlarından söz açılmışken Panda'nın ev pandası, benim gibi bir panda aşığını bile delirtecek bir film. Hatta annem şu anda deliriyor... :)))

Kırıntı'nın ruhu kayboldu. Hükümsüzdür!

Bizim Kırıntı'mız, hani Moda'da, hani küçücük bir mekandır, merdivenle inersin, her gün her saat doludur... Etli mantarlı dürüm söylersin, yanında ıvır zıvırları ile gelir, cheese burger'i de bir başkadır, poppers'ı da... Hepsi de ona özeldir... Servis acaip hızlıdır, mekan sıcaktır, garsonlar biz bildik bileli oradadır...

Bağdat Caddesi ve Nişantaşı'ndaki Kırıntı'lar bana Moda'nın onda biri kadar bile zevk vermiyor... Görünüş, tasarım, mimari çok güzel, çok havalı ama aynı sıcaklık, aynı lezzetli yemekler, aynı kucaklayan hava yok işte... O yüzden de başka bir kitle gidiyor oraya... Bizim bildiğimiz Kırıntı'nın ruhu orada yok... Kaybolmuş... Bu Pazar son bir deneme daha yaptık. Ama artık kesin söylüyorum. Bir daha gitmeyeceğim... Ben kendi Kırıntı'mı istiyorum... Havalı olmayıversin...

2 Haziran 2007 Cumartesi

Bakıp da görememek üzerine...

Akşam VD ile birlikte "Umut Ocakbaşı"na gittik. Ben Beyoğlu'nun Büyükparmakkapı Sokağı ve onu kesen ve hatta Jazz Cafe'nin de olduğu sokağı bin kere arşınlamış bir insan olarak buranın önünden bir o kadar geçmiş ve görmemişim helal olsun bana... Hava sıcak ve yapış yapış, etraf kalabalıktı... Masamızda patlıcan salatası, beyaz peynir, ezme, ciğer, soğan, cacık ve tabii rakı vardı. Memleketi bin türlü eleştiriyorum/z da şu rakı sofrasına gelince bizim üstümüze yok be kardeşim... Muhabbet de yerinde olunca, değme keyfine. Bu arada mekan güzel, salaş ama keyifli... Ordan kalkıp Beyoğlu'nun ara sokaklarında yürümek, hele de Karakedi'ye uğrayıp ekstra muhabbet edip bir iki CD almak da tuzu biberi... Seviyorum bu keşmekeşin içinde olmayı, yaşadığını hissettiriyor insana... :))