26 Mayıs 2008 Pazartesi

Gülmeyin ne yapayım, duygusalım!

Bir müşterimiz bugün dedi ki; "mağazada Süleyman Gündüz'ün fotoğraflarından sergi açacağız". "Allah Allah!" dedim içimden, "bu da kim ola ki"? Adını hiç duymamıştım, moda deyimle gugıllayayım dedim bakayım. Meğerse kendisi AKP Milletvekiliymiş. Aynı zamanda da fotoğrafçıymış. Sonra Can Dündar'ın sitesinde kendisinin 45 yıldır görmediği babasını bulma hikayesini, her zamanki gibi yaşarmış gözlerle okudum. Okuyanlar ve arkadaşlarım biliyor, benzer bir hikayem olduğundan sanırım, çok etkilendim, buraya Babalar Günü'nde koyayım diye düşündüm ama dayanamadım. Gülmeyin ne olur, birçok insana kötü Türk filmi hikayesi gibi gelebilir ama ben çok iyi anlıyorum. Yazıyı buraya koymuyorum, çok uzun olacak, ilgilenen olursa linki aşağıda. Buyrun, üşenmezseniz okuyun! :)

http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=2656

İstanbul'da bir köy...

Kuzguncuk'a gittik Cumartesi günü... "İstanbul içinde bir köy" diyor Kuzguncuklular. Doğru diyorlar. Küçücük binaları, hala birçoğu arnavut kaldırımı sokakları, dik yokuşları, ahşap evleri, kilisesi, camisi, havrası, kahveleri, geleneksel yiyecekler satan yerleri, manavı, hem ayakkabıcı hem sayısal loto ve iddia bayi olan kendine özgü dükkanları ile Kuzguncuk sahiden de İstanbul içinde bir köy... Perihan Abla'yı kim unutabilir? Anneannemle yıllar sonra bile tekrar tekrar seyretmiştik. Yine dolaştık oralarda, Perihan Abla sokağında hayatımın evinin bulduktan ve fiyatını öğrenip "amanın" diye birbirimize baktıktan sonra, börek yedik, ayran içtik, yavaş yavaş merdivenli ara sokaklardaki evlerin tadına vardık...

Dik yokuşlarından tırmandık yukarı. Tam kilisenin tepesindeki duvardan manzarayı seyrettik. Kuzguncuk artık sit alanı. Yani tek bir çivi çakmak, binaları yıkmak, yeniden yapmak, her şey yasak. Eski, geleneksel yapılar için bu mükemmel bir çözüm ama çirkin apartmanlar, gecekondu kılıklı evler için de geçerli olmasaydı keşke de, onların yerine de aynı tadda yapılar yapılabilseydi. Bana kalsa tadına tad katılmış olurdu ama mümkün değil anlaşılan. Yine de elimizde kalan son bir kaç İstanbul kırıntısından birinin sit alanı ilan edilmiş olması sevindirici.



















Sahilde; İsmet Baba'nın yanındaki banklardan güneşi ve karşıdaki metropol manzarasını seyretmek de az keyif değil hani. Kuzguncuklular çok alışmış bu manzaraya belli ama bizim için çölde vaha gibi bir güzellik. İstanbul'dan bir tane daha olmadığını iyice anlamak için o noktadan bakmak gerek İstanbul'a zaman zaman. Başka bir büyü var Kuzguncuk'ta nedense...

Burada da yüzler değişiyor dedi CC. Bana kalsa o kadar da değil. Ama yaşlılar öte dünyaya geçince ne olur bilemem. Söylediğinde haklılık payı var çünkü. Yozlaşmadan payını alır, sit alanı malanı da kalmaz allah bilir. Güvensiz olmak istemiyorum ama zorluyorlar insanı!

Yine de İstanbul'da yaşamak denince insanın ilk aklına gelen yer bana kalırsa. Kuzguncuklu olmak isterdim, o kültürle büyümek de. Kimbilir belki de bu yaştan sonra kısmet olur. :)

25 Mayıs 2008 Pazar

Yalnız ve Güzel...

Nuri Bilge Ceylan bence Türkiye'nin yaşayan en iyi fotoğraf sanatçılarından biri. Yönetmenliğine hiç bir şey demiyorum, filmleri de bence; hani Akira Kurusawa öyleydi, ilk anımsadığım örnek, sanki olağanüstü fotoğrafların sinematografisi. Durağan ama sıkmayan. Demem o ki, fotoğraflarına bakınca içim eriyor, keşke öyle bir bakışa sahip olabilseydim diye özeniyorum, kıskanıyorum. Herneyse... Cannes'da en iyi yönetmen ödülünü alması, sanırım onun yaptığı işe duyduğum bu derin hayranlık yüzünden, ciddi bir mutluluk yaşamama neden oldu. Helal olsun ona! Ama herşeyden önce yaptığı konuşma, her zamanki gibi gözlerimi yaşarttı, düşünmeme neden oldu, bu şekilde ifade etmek ne kadar olağanüstü. "Benim yalnız ve güzel, tutku içinde sevdiğim ülkeme". Duygularıma tercüman olmuş ne diyeyim. Yürekten tebrik ediyorum onu ve sevdiğim fotoğraflarından birini de buraya koyuyorum, izniyle. :)

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Şerefsizim benim aklıma gelmişti!..

Bugün Yılmaz Özdil'in yazısını okudum, adam yine benim dediklerimi yazmış! Bari koyayım da okuyamayanlar okusun dedim...

Bir öneri

AKP Milletvekili Osman Yağmurdereli, Öküz Mehmet Paşa’nın hayatını konu alan dizi film çekecekmiş.
*
Bence, Zübük’ü çeksin.
*
Çünkü, Öküz Mehmet Paşa’nın lakabı öküz ama, kendi öküz değil... Babası öküz nalbantı olan bir sadrazam... 400 yıl önce ölmüş gitmiş, mezarı taaa Halep’te.
*
Halbuki, Zübük ölümsüz. Hep aramızda.
*
Haysiyetsiz.
Şerefsiz.
Dönek.
Egoist.
Ahlaksız.
Dindar görünen...
Vatansever görünen...
"Demokrasi" vaat eden...
Halkı kandırmak için, bayrağa, ekmeğe, Kuran’a el basmaktan çekinmeyen, her türlü katakulliyi yapıp, foyası ortaya çıkınca namaza duran, o partiden bu partiye geçen, paraya tapan, suratına tükürsen "yarabbi şükür" diyen...
Kalleş.
Yağcı.
Yüzsüz.
Sıkışınca, yalvaran...
Güçlenince, ezen...
Zalim.
Vicdansız.
İşe memur olarak başlayıp, rüşvet alan, il başkanı olan, belediye başkanı olan, milletvekili olan, bakan olan, "din kardeşlerim, muhterem vatandaşlar, aziz hemşerilerim" laflarını dilinden düşürmeyen...
Çıkarcı.
İftiracı.
Çanak yalayıcı.
Namussuz biri Zübük.
*
Bence, Zübük’ü çeksin.
Daha çok izlenir.

20 Mayıs 2008 Salı

Her gün bomba haberlerle dolu!

Ya gazete okuyup da insanın ağzının açık kalmaması ne mümkün? Allah aşkına bugünkü gazetelerdeki bir iki başlığa göz atın!

Aksaray Belediye Başkanı Nevzat Palta, şebeke suyu için "mis gibi su, bak ben de içiyorum" demiş. Ama suda binbir çeşit bakteri bulunmuş, 6.000 kişi hastanelik olmuş! Evet yanlış okumadınız 6.000 kişi! Sağlık Bakanlığı açıklama yapmış: "Hastalarda Adenovirüs, Rotavirüs, Norovirüs gibi viral etkenler ve koliform bakterileri tespit edildiği, vakaların su kaynaklı bir bulaşma şeklinde başladığı" şeklinde. Allah akıl fikir versin!

Rize’de 2 Mart 2008 tarihinde yapılan kentin Rus işgalinden kurtuluşunun 90’ıncı yıldönümü etkinliklerinde düşman askerleri ile milis kuvvetleri arasında kuru sıkı silahlarla çatışmaya yer verilmiş, 13 yaşındaki Gülşen Mahmut ile Arife Yılmaz’a kuru sıkı silahlarla ateş ettirilmiş. Bunun üzerine kutlamalarda silah kullanılmasını ve alternatif yöntemler geliştirilmesini sağlamaya çalışan Vali Kasım Esen'e, AKP’li Belediye Başkanı Halil Bakırcı silah atılmasından yana tavır koymuş ve demiş ki: "Eğer bu kurtuluş töreni kutlanıyorsa, hele de Rize’de kutlanıyorsa, Rizeli’nin özünde, örfünde silaha düşkünlük ve yakınlık vardır. Bunu yasaklamanın da çok doğru olduğu kanaatinde değilim. Kurtuluş bayramında temsili kurtuluş yapılıyorsa, biz bale gösterisi yaparak bunu kutlayamayız. Doğal olarak geçmişte olduğu gibi bugün de temsili anlamda silahların, yasaların çizdiği çerçeve dahilinde kullanılması gerekiyor. Geçmiş dönemlerde kuru sıkı silahların kurtuluş törenlerinde kullanılmasına valilik izin veriyordu. Bu uygulama biraz daha renklendirilerek devam edecektir. Rizeli’nin yapısındaki bu silah sevgisi olduğu sürece, bu kutlamalar silahsız olmaz." Sana da silah sevgine de... Memleket kimlere kaldı yarabbim!

Sigarasız yaşamak...

Malum medeniyetin peşinden gidiyoruz ya, sigara yasakları da devreye girdi dün itibari ile. İstanbul Valisi Muammer Güler sigara yasağını kamu binalarında ciddi şekilde denetleyeceklerini, sigara içilmesine göz yuman amirler hakkında yasal işlem yapılacağını söylemiş. "Aslanım be!" demek geldi içimden. Bütün sorunlarını çözmüş İstanbul'un, bak bu konulara da el atıyor ve ciddiye alıyor. Yanlış anlaşılmasın, sigara yasaklarına kesinlikle karşı değilim, hatta her an yeniden sigarayı bırakabilirim. Hatta o gün bu gün olabilir, hazır bu paketin bitmesine az kaldı ve başka paketim de yok zaten. Ama adamın bu lafına da güleceğim geldi allah biliyor ya.

New York'a gittik, annemle, 1999 yılıydı yanılmıyorsam. Her yerde sigara içmek yasaktı. Kapalı alanların tümünde zaten yasaktı, parklarda, bahçelerde bile yasaktı. Hatta sigara izmaritlerini sokağa atmak yasak olduğundan sokaklarda dev çöp tenekeleri vardı, üst kısımları da dev kültablası olan, ancak oraya söndürebiliyordun. "Yuha" demiştik yani bu kadarı da fazla, abartı. Adamlar sigara içenlere resmen zincirini koparmış da sokakta dolaşan vahşi hayvan gibi bakıyorlardı.

Defalarca sigarayı bıraktım; bir kez 3 yıl, bir kez 3 ay, bir kez 6 ay, bir kez 1 ay, bir kez 2 hafta ve daha niceleri. O yüzden çok iyi anlayabiliyorum sigarasız hayatın güzelliğini ve sigara içmeyen insanın sigaradan ne kadar rahatsız olacağını. Hele de minicik bedenleri ile çocuklarının yanında sigara içen anne babaları anlamakta güçlük çekiyorum. O yüzden gönülden destekliyorum sigara yasağını, umarım satışı da tamamen yasaklanır, tabii arkasında yatan büyük rantdan payını alanların gücü kırılabilirse!

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Herkesin yavrusu ofise...

Bugün 19 Mayıs ya, arkadaşlarımız çocuklarını getiriyorlar ajansa...

Benim de tabii çocukluğum geliyor aklıma.

Ben çok küçükken, annemin Akbank'ın Beyoğlu Şubesi'nde çalıştığı günler...

Bana inanılmaz büyük gelen o servis (onlar o zamanlar servis derdi, galiba Krediler Servisi, bugünkü adı ile departman olabilir). Sağlı sollu sıralanmış masalar vardı anımsadığım, salonun en sonunda da bir bölüm, arşiv olmalı. Salona girişte servis müdürünün camlı bölmesi. Ne kadar sert yüzlü bir kadındı, adını unuttuğum. Sonra hemen servisin girişinde solda bir daktilo. O daktiloya koşa koşa gider, ilk iş tüm tuşlara basardım. Tabii hepsine basılınca, normalde gidip kağıda baskı yapan metal harf sopaları kontrolden çıkar, üst üste binip ortada toplanır, onları yerine götürürken ellerim mürekkep olur, bu böyle tekrarlanıp dururdu. Allahım ne kadar eğlenceliydi. Sonra içerideki arşiv dairesine giderdim annemin arkadaşlarından biri ile, o zamanlar aklımın almadığı ve çok muhteşem bulduğum dahili telefondan annemi arardık ve ben onunla yurtdışından konuşuyormuş gibi yapardım, bu da süper eğlenceliydi. En son facitleri kurcalar, onları da bir güzel halleder, verilen kağıtlara manasız resimler yapardım.

İşin en güzel tarafı ilgi odağı olmaktı. Herkes beni sever, mıncıklar, yiyecek bir şeyler verirdi.

Annem ne kadar genç ve olağanüstü güzeldi, hele de yakındaki kuaföre de gidersek üstüne, değme keyfineydi.

Allahım tatil günleri annemin bankasına gitmek ne kadar da eğlenceli bir şeydi!

Sahtekar olup bir de açık açık söylemek...

Hürriyet'in bugünkü spor sayfasında haber!!!

SIRA RONALDINHO'DA

22 Temmuz'da Eskişehir'den milletvekili seçilen Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Eskişehirlilere, “İsteyin Ronaldinho'yu getireyim” diye söz vermişti. Sezon başına Brezilyalı Ronaldinho'yu yetiştiremedi ama yerli Ronaldinho Sergen'i getirmeyi başardı. Ronaldinho işini de sıkı tutan Unakıtan, "İşin peşini bırakmadım. Brezilya Büyükelçisi'ne söyledim. Adı Ronaldinho olsun, Brezilyalı olsun bul getir dedim" diye talimat verdiğini açıklamıştı. Bu yıl Turkcell Süper Lig'de mücadele edecek Kırmızı Şimşekler şimdi merakla 'Ronaldinho'larını bekliyorlar.

Ya, ben daha ne diyeyim? Sahtekarlığın bu kadarı muz cumhuriyetlerinde bile olmadı, onurlarıyla yaşayıp gitti zavallılar. Bu adam maliye bakanı! Bugün 19 Mayıs!

Ataaammm! Kalk, allahaşkına kalk, allahaşkına zavallı, perişan halimize bir el at. Bizi alışverişle, binbir çeşit markayla, süpermarketlerle, ödeyemediğimiz kredi kartı borçları, stresten öldüren tüketici kredileriyle, dizilerle, yarışma programları, popstar alaturkalarla, bbglerle uyuttular. Senin cumhuriyeti emanet ettiğin gençliğin maliye bakanına dikiz! Allah bildiği gibi yapsın, diyecek başka bir şey bulamıyorum...

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Kütahya'ya mı üzüleyim yoksa olayın kendisine mi?

Yıllar önce gitmiştim Kütahya'ya. Hatta 12 Eylül ihtilalinin olduğu yıl ve o günlerde. Yani 1980 yılı Eylül'ü. Anneannemin bir arkadaşı yaşıyordu İzmir'de. Okullar açılmadan hemen önce onu ziyarete gitmiştik. Yoksa fuar zamanı mıydı? Bak şimdi tam anımsayamıyorum. Neyse anneannemin arkadaşının eşi de Kütahya'lıydı ve onun ailesini ziyarete gidip oraları gezmiştik. Aklımda kalan bölük pörçük görüntüler içinde genelde dolgun bedenli, çiçekli elbiseler giyen ve çok güleryüzlü kadınlar var bir de şehrin kalesi... Bugün gazetedeki haber o yüzden daha bir acıttı canımı. Kütahya'ya mı yanayım, olayın kendisinden mi dehşete düşeyim? Ne edeyim? Nerelere gideyim? Bugünkü Hürriyet'in 27, sayfasında.

















Yer Kütahya... Dün, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in de katıldığı Kütahya Ticaret Borsası tarafından türlü kişi ve kuruluşların desteğiyle yaptırılan Bölcek İlköğretim Okulu'nun açılış töreni yapılıyordu. Bakan Çelik, kürsüde konuşuyor, "Lafla Atatürkçülük, lafla çağdaşlık olmaz. Çağdaşlık da Atatürkçülük de icraatla olur" diyordu. Bir grup kadın ise Bakan'ı ve açılış törenlerini yüzlerini tamamen kapattıkları ilginç kıyafetleriyle işte böyle izliyordu.

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, “Lafla Atatürkçülük, lafla çağdaşlık olmaz. Çağdaşlık da Atatürkçülük de icraatla olur” dedi.

Hüseyin Çelik, Kütahya Ticaret Borsası tarafından türlü kişi ve kuruluşların desteğiyle yaptırılan Bölcek İlköğretim Okulu'nun açılışında yaptığı konuşmada, bu okulun devlet ve ulus işbirliğinin en güzel örneklerinden biri olduğunu söyledi.

AK Parti iktidarı döneminde okullara 600 bin bilgisayar gönderildiğini, öğrenci kitlesinin yüzde 90'ının internetten yararlandığını belirten Çelik, “Köylerdeki çok sayıda devredışı kalmış okulları bir tarafa bırakırsanız, faal olarak Kütahya'da kullanılan her 3 derslikten biri bizim iktidarımız döneminde yapılmıştır. Bu dersliklerde özel sektörümüzün çok büyük katkısı vardır.
Biz, bir şeyi programa koyarız, parasını ayırır, başlar ve bitiririz. Lafla Atatürkçülük, lafla çağdaşlık olmaz. Çağdaşlık da Atatürkçülük de icraatla olur. Atatürk'ün bize gösterdiği çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine sloganla çıkamayız.”

Kütahya'da, hayırsever vatandaşlar tarafından 44 okulun yaptırıldığını ya da inşaatının sürdüğünü ifade eden Çelik, bu işbirliğinin süreceğini anlattı.

Çelik'e, Kütahya Ticaret Borsası Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Altınkaya tarafından Dumlupınar Şehitliği maketi verildi.

Kurdeleyi keserek binanın açılışını yapan Çelik, beraberindekilerle okulu gezdi.

Hürriyet'deki haberde bu giysilerin geleneksel örtüler olduğu ve kadınların amacının türban ya da çarşaf giymek olmadığı yazıyor. Neden bu günlerde olan bu tip şeyler bana çok inanılmaz geliyor? Bunca yıl Türkiye'nin geleneksel giysilerini gördüm hiç böylesini görmedim belki de ondandır!

16 Mayıs 2008 Cuma

Kadınlar Reklamlardaki "Deterjan Aşkından" Bıktılar...

(Bir reklamcı olarak bu yazıya tamamen katılıyorum, o yüzden günlükte yayınlamak istedim. bianet.org'dan alıntıdır)

MEDİZ'in "Cinsiyetçi Reklamlara Son" eyleminde kadınlar "Yüzey temizleyicileriyle dans eden, çarşaflarına aşık, perdelerine tutkun, çantalarında leke çıkarıcı taşıyan kadınlar görmekten bıktık" dediler.

Kadınların Medya İzleme Grubu (MEDİZ) "Medyada Cinsiyetçiliğe Son" kampanyası çerçevesinde İstiklal Caddesi'ndeki Reklamcılar Derneği önünde "Cinsiyetçi Reklamlara Son" eylemi düzenledi.

Kadınlar eylemde "Kızlarımıza Barbi almayacağız", "Çarşaflarımıza aşık perdelerimize tutkun değiliz", "Çantamızda leke çıkartıcı taşımıyoruz", "Reklamlarda cinsel sömürüye son", "Barbi değiliz olmayacağız", "Yaşasın kadın dayanışması" dediler.

MEDİZ'in "Cinsiyetçi Reklamlara Son" dediği basın bildirisi şöyle:

"Medyanın genelinde egemen olan cinsiyetçi dil, söylem ve zihniyetten artık bıktık! Reklamlardaki cinsiyetçiliğe dayanan aslında yeni bir şey de yaratmayan yaratıcılıktan da bıktık! "Yüzey temizleyicileriyle dans eden, çarşaflarına aşık, perdelerine tutkun, çantalarında leke çıkarıcı taşıyan kadınlar görmekten...
"Bıktık!
"Ürünlerinizi satmak için kadınların bedenlerini öne sürmekten, cinsellikle ilgili binbir türlü imadan, tabulardan beslenmekten başka bir ‘yaratıcı’ yol bulamıyor musunuz?
"Hem ev işini sadece kadınların görevi olduğunu düşünüyor hem de ev işinin tüm zahmetini, kadınların ev içindeki emeğini yok sayıyorsunuz? Ev işinin süpürgelerle dans edilerek yapılan keyifli bir iş olduğunu mu zannediyorsunuz?
"Peki kadınların düşlerinin yeni perdeler, lekesiz yerlerden ibaret olduğu fikrine nasıl vardınız?
"‘Kağıt bebekler’, sıfır bedenler, reklam dünyasının karton kadınlarından bıktık! Gerçek kadınlar görmek istiyoruz.
"Cinsiyet ve cinselliğe dair ön-yargılar üreten, cinsiyetçi tabuları yansıtan reklamlar görmek istemiyoruz.
"Bizler cinsiyet ayrımcılığı yapan ve kadınların zihinsel, bedensel bütünlüğünü ihlal eden tüm bu reklam filmlerini kınıyor ve bu ürünleri t-ü-k-e-t-m-i-y-o-r-u-z!
"Reklamlardan sorumlu herkesi, Reklam Özdenetim Kurulu, Reklamcılar Derneği, Reklam Verenler Derneği ve tüm reklamcıları sorumlu davranmaya,
"Tüketici derneklerini reklamlardaki cinsiyetçiliğe karşı mücadele etmeye,
"Tüm kadınları, reklamlarıyla kendilerini aşağılayan ürünleri almamaya davet ediyoruz." (NZ/GG)

15 Mayıs 2008 Perşembe

Yorumsuz...

Ne diyeyim ki? :) Fotoğraf kendini anlatıyor... 1 milyon USD vereceğim, bu kapılara?! Portföy resimlerindeki köpeğe ne demeli? O da mı satılık? :) Velicem'e hiç yorum yapmıyorum!!! Bu isim neden yani? :) Veli Cem mi? Yoksa velicem mi, eğer ikinci ise yanlış anlamalar olmuyor mu? Hele metine ayrıca hasta oldum. Tenis kortları ve havuz ve diğer detayların cümle içinde kullanımları ve Velicem'e ne kadar güvenmemiz gerektiği ile ilgili telkinler ayrı bir boyut!

Ya hastayım Türkiye'me. Büyük Türkiye'm. :)

Tulipan...


















Laleleri oldum olası sevmişimdir. Ama sarı kırmızı olanları değil :) daha çok böyle siyaha yakın bordo olanları. Geçenlerde köprüden karşıya geçerken vardı, belediye lale mevsiminde heryeri donatmıştı ya, işte bu renklerden gördüm. Çok ama çok güzellerdi. Neyse...

Aslında konu etmek istediğim şey "tulip" sözcüğünün etimolojik kökeniydi. Bugün ÜÜ, benim "kültür mantarı" lakaplı patronumdan dinledim hikayesini, bana çok etkileyici geldi.

Fransa'da Tulle adında bir şehir var (tül olarak okunuyor), bizim tül diye bildiğimiz kumaş cinsi de, hani bu perdelerde kullandığımız incecik kumaşların kökeni buradan geliyor. Bu kumaşları da Osmanlı zamanında padişah ve üst düzey kişilerin kavuklarında kullanırlarmış. 1554 yılında ilk defa Osmanlı İmparatorluğu'nun Avusturya elçisi Ogier Ghislain de Busbecq lale soğanını kendi ülkesine götürmüş, yetiştirmiş, 10 yıl kadar sonra da Belçikalı bir tüccar tarafından alınmış, satışına başlanmış, ondan 1 yıl kadar sonra da Hollanda'ya ulaşmış ve sonrası bildiğiniz meşhur Hollanda lalesinin doğuşu zaten. Ama tabii yine lafı uzattım, sözcüğün çıkışını kaçırdım. :) Sözcüğün çıkışı ise tulle i ban yani bildiğimiz türban'dan geliyor. Tulipan yani kafaya konulan tül gibi bir anlamı var, laleleri kavuklara benzettikleri için bu ismi vermişler...

Etimoloji olağanüstü bir bilim dalı, ne kadar ilgimi çektiği zaten tanıyanlarca malum, bu hikayeye de bayıldım. Bu arada lalenin anavatanı da Tien-Shan dağları ve Pakistanmış. Oradan İran'a, oradan da bize gelmiş. Onların da hakkını teslim edelim de ayıp olmasın...

13 Mayıs 2008 Salı

Dank etme süresi!

Yavaş yavaş çıkacaksın merdivenleri... Nefes nefese kalmadan... Hatta fazla dikkat çekmeden... Kimse duymamalı sesini... Duyanlar ciddiye almamalı... Ciddiye alanlar ise çok zaman geçmeden unutmalı... Ne diyorum ben? Kafama diyorum, ancak dank etti diyorum. Nereye gidiyoruz? Baskıcı bir rejime mi? Eh herhalde Ebru! Tebrik ederim. Bunu sonunda anladın. Herkes söyledi söyledi, "olmaz!" dedin. "Olamaz!". "Biz çok mücadeleler verdik". "Bizim kendimize göre bir din anlayışımız var". "Bir yaşam biçimimiz var". "Biz dünyada tek'iz". Zııırrttt, Erenköy!.

İçki yasağı geliyor duydunuz mu? Aman dur, panik yok. Tam olarak yasak değil. Sadece kadehle içmek yasak, şişe açtıracaksın. Ha, bir de öyle markete telefon açıp "abi, bize 3 depozitosuz Efes, bir Yeni Rakı, 2 paket Winston Light" benzeri bir sipariş de yasak! Kutlama yapmak için şampanya falan patlatmak ise zinhar yasak!

Şimdi ben bunun halk sağlığı için, yani tamamen iyi niyetle yapıldığına inanmak isterim, istemez miyim? Açık içki satışının bozuk içki satışını engellemek için engellendiğini düşünmeyi tabii ki isterim ama mevcut hükümet söz konusu olunca nedense iyi niyetli düşünmem çok zorlaşıyor, hem beden hem ruh sağlığımızı bozacak o kadar çok şey yapılıyor ki!

Kafama dank etti, ah etti ama ne yapmamız gerektiği ile ilgili bir fikir beyan etmekte halen güçlük çekmekteyim. 40. yılında 68 devriminin ölülerine, Mustafa Kemal ve tüm o dönemin mücadelecilerine seslensem, duyarlar mı öbür dünyadan? "Biz bir haltı beceremediiikkk, emanete hıyanet ettiiiikkk, koşuuuuunnnnn!..

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Anneler Günü...

Dün sabah anneler günü ile ilgili çok duygusal bir yazı yazacaktım, kelimeler kafamda uçuşuyordu ama ziyaret edilecek 4 yer olunca ve almayı isteyip de alamadığımız bir şeyi aramak derdine düşünce yazamadım. Bütün bunlara dışarıdan bakınca her şey de komik geldi, hatta üzücü. Sistemin bu kadar parçası olmak, adeta özel günlerin kölesi olmak içimi acıttı. O yüzden vazgeçmiştim aslında ama bir tek cümle yazayım bari çünkü bunu söyleyip duruyordum dün. "Sevgi dolu annelerin çocukları da sevgi dolu olur". Bu kadar basit işte...

9 Mayıs 2008 Cuma

Tiran'ın Binaları

Hep Tiran'ın ne kadar renkli bir şehir olduğundan bahsediyorum, bu mecazi anlamda değil, gerçek anlamda böyle. Binaların çoğu Pantone kataloğu gibi. Sadece bu da yetmiyor, adeta bir tuval gibi boyanmış olan da çok. Yani konsept de var işin içinde. Bunun Enver Hoca döneminde aşırı renksizliğe ve büyük baskıya maruz kalmış halkın tepkisi olduğu söyleniyor. Şu anki belediye başkanı özellikle sanatçılarla anlaşıp binaları bu şekilde giydirtiyormuş. Aslında sadece binalar değil insanların giyimi de böyle ama onlar da başka bir yazı konusu olsun artık. Son gittiğimde binaların birazını iyi kötü fotoğraflamayı başardım. Yalnız hava çok kapalı olduğundan ve genelde hızla giden arabadan çekildiğinden fotoğraf kaliteleri biraz düşük, kusura bakmayın. İşte dış cephe boyası markalarının efsanesi olabilecek şehir ve binaları. :)



















Meşhur "go west" binası. Yeşil üzerine sarı, tüm binayı dolaşan oklar. Bu gerçekten dünyayı simgeliyor olmalı çünkü oklar sonunda başladığı yeri buluyor. :)



















Biliyorum inanılacak gibi değil, yanyana, renk renk... Turuncu, yeşil, mavi, sarı, mürdüm ve daha neler neler...



















Bu binaya özellikle bayılıyorum. Mürdüm ya da şarap rengi mi desem, yanında turuncu bir sütün, yanında sarı ve yine şarap rengi. Onun hemen sağındaki bina da yeşil zemin üzerinde mavi bitkiler çizilmiş, yan bloğu ise gri üzerine yeşil ve sarı bitkiler... Ne diyeyim yani. :)



















Bu bina en yenilerden biri. Yine renkli elbette. Ama mimarı yapısı itibariyle daha bir disiplinli renk seçimleri sanki...



















Bu bina için söylenecek çok da fazla bir şey yok vallahi. Fotoğraf kendini anlatıyor ne diyeyim...



















İşte gerçek Pantone kataloğu. :)



















Bu bina benim favorilerimden, astimat hastasıysan insanı iyice çileden çıkarabilir ama koyu renkler bu kadar uyumlu kullanılabilirdi, seviyorum burayı...



















Bu da en yeni binalardan. Mimarideki küçük dokunuşlar gerçekten çok güzel. Yavruağzı rengine turuncu bir kaç pencere detayı. Hoş bence.



















Buna ne diyeyim bilmiyorum ki. Kutu kutu pense elmamı yerse mi desem ne desem? :)



















Kapanış için mükemmel seçim öyle değil mi? Bu nasıl bir hayal gücüdür yahu? Gerçekten hastayım Tiran'a, neşeli insanlar vesselam. :)

1 Mayıs 2008 Perşembe

Emeğini satmak...

Emeğini satmak kolay değildir. Ağırdır bir çok zaman. Patronun sana kendini kullanılmış bir paçavra gibi hissettirmediği bir işyeri bulmak da keza çok kolay değil, yaşayarak öğrenilmiş deneyimler bunlar çoğumuzun deneyimlediği... O yüzden gençliğin artık neredeyse dalga geçtiği, yaşadıkları yalan ve sanal dünyada eski dünyalara ait değerler olarak gördüğü verilmiş eski mücadelelerin bugün içinde bulunduğumuz şartlar için ne kadar önemli olduğunu takdir etmemiz bence önemli. 1 Mayıs önemli. O yüzden 1 Mayıs'ın tarihini bilmek de önemli. Aşağıdaki alıntı anarsist.org'dan. Buyrun...

Avrupa ve Amerika'da 19. yüzyıl boyunca çok kötü çalışma koşulları içinde çalışan işçiler, yaşadıkları koşulları değiştirmek üzere bir çok grev ve direniş gerçekleştirdiler. Amerikan ekonomisinin 1860'lı yıllardan itibaren büyük sorunlar içine girmesiyle işverenler 1874 yılında dört eyalette birden ücretlerin düşürülmesine karar verdiler.

İşçiler bu karara karşı direndi. 13 Ocak 1874 günü düzenledikleri kitlesel bir toplantı, polis tarafından bastırıldı. Pek çok işçi yaralandı ve tutuklandı.

Kısa bir süre sonra Pensilvanya'da kömür işçileri de harekete geçti. Direniş kanlı bir biçimde kırıldı, 10 işçi lideri asıldı, 14'ü zindanlara atıldı.

Bu arada Amerikan işçi sınıfının kanı pahasına sürdürdüğü direniş sürerken işverenlerin baskısı da yoğunlaşıyordu.

1877 yılında bütün baskılara rağmen 8 saatlik işgünü isteyen ve ücretlerinin düşürülmesini protesto eden işçiler eylemlerini doruğa ulaştırdı. Bu eylemlerde demiryolu işçileri 12 ölü verdi. 1877 direnişi de kanlı biçimde sona erdi. Ama işçi sınıfı örgütlenmesini sürdürdü.

1 Mayıs 1886 günü Amerikan işçileri genel greve çıktı. 80 bin işçi sekiz saatlik işgünü için direnişe geçti. 3 Mayıs'ta Chicago'da direnişçi işçilerin üzerine ateş açıldı. Yüzlerce işçi çoluk çocuk demeden vuruldu, bir çoğu hapse atıldı.

Olayı protesto eden işçiler, ertesi gün yeniden alanlardaydı. Kalabalık dağılırken bir kışkırtıcının attığı bomba ortalığı karıştırdı. Bunun üzerine polisler gösterilere katılanlara karşı silah kullandı. Olaylar sonunda dört işçi önderi idam edildi.

1888 Aralık'ında toplanan Amerikan İşçi Federasyonu 8 saatlik işgünü elde edilinceye kadar, her yıl 1 Mayıs'ta kitle gösterileri düzenleme kararı aldı. Aynı aylarda birbirinden habersiz olarak Fransız ve Belçika İşçi Sendikaları Konfederasyonları sekiz saatlik işgünü için mücadele kararı alıyordu.

14-21 Temmuz 1889'da Paris kongresi ile kuruluşu gerçekleştirilen 2. Enternasyonal, 1 Mayıs'ı işçi sınıfının uluslararası birlik ve dayanışma günü ilan etti.

1890 yılından sonra 1 Mayıs'lar bütün ülkelerde uluslararası işçi bayramı olarak kutlanmaya başlandı.

Bir çok ülkede 1 Mayıs tatil günü olarak kabul edildi. 1919 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) kuruluş kongresinde 8 saatlik işgünü karara bağlandı.

Bugün dünyanın hemen hemen her ülkesinde 1 Mayıs'lar artan bir coşku ve heyecan ile kutlanıyor.

Ve yine bugün tüm dünyada aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birkaç ülke dışında, 1 Mayıs yasal olarak "İşçi Bayramı"dır ve genel tatildir.

Ülkemizde ilk 1 Mayıs kutlamaları 1906 yılında yapıldı. 1 Mayıs, son yıllara kadar hemen hemen her dönem "komünistlik"le eş anlamlı görüldü ve çoğunlukla yasaklandı veya olaylı geçti. Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk 1 Mayıs, II. Meşrutiyet'in ilanından bir yıl sonra, 1909'da Üsküp'te Bulgar, Sırp ve Türk işçilerin katılımıyla kutlandı. 1910'da 1 Mayıs, Selanik ve birkaç Rumeli şehrinde kutlandı. 1911'de ise, Üsküp, Selanik, İstanbul Edirne ve Trakya şehirlerinde kutlandı. Selanik'teki gösteriye 14'ten fazla sendika, Yahudi, Bulgar, Yunanlı ve Türk işçi katıldı. Yük arabası sürücüleri, mavnacılar, liman ve yükleme-boşaltma işçileri iş bıraktı. 1912 yılında 1 Mayıs daha geniş katılımlarla kutlandı. 1920, 1921, 1922 ve 1924 yıllarında İstanbul ve değişik bölgelerimizde de 1 Mayıs kutlamaları yapıldı.

1 Mayıs 1925 yılındaki kutlamaların ardından, ülkemizdeki sendikalar yoğun bir baskıyla karşı karşıya kaldılar. 1925 yılında çıkarılan bir yasa ile 1 Mayıs Bahar bayramı olarak ilan edildi. İkinci Dünya Savaşı sonuna kadarki yıllarda her 1 Mayıs'ta ülkede olaylar olacak gibi bir kaos yaratıldı ve işçiler üzerinde baskılar yoğunlaştırıldı.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ülkemizde sendikacılık hareketinin yeniden gelişmesi ve özellikle uluslararası sendikacılık hareketi ile tanışmasıyla birlikte, 1 Mayıs'ın işçi sınıfının birlik ve uluslararası dayanışma günü olduğu anlaşılmaya başlandı.

1960'lı yıllarda işçi sınıfı çeşitli nedenlerle bölünmüş durumdaydı. 1967 yılında DİSK kuruldu. 1976 yılında DİSK'in öncülüğünde 1 Mayıs İstanbul Taksim Meydanı'nda yüzbinlerin katılımı ile kutlandı. Bu kutlamadan, İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma bilincinin ulaştığı boyutlardan rahatsız olan sermaye çevreleri 1 Mayıs 1977 yılı 1 Mayıs'ında artık "1 Mayıs Alanı" olarak anılmaya başlayan Taksim Meydanı'nda, yüzbinlerce işçinin katıldığı kutlamayı kana buladılar. İşçi sınıfı düşmanlarının saldırıları sonunda 37 şehit verildi. Bu katliama karşı işçi sınıfımız 1978 1 Mayıs'ında yine 1 Mayıs alanındaydı. Daha sonra, sıkıyönetim ve ağır baskılar altında 1 Mayıs çeşitli illerde yığınsal olarak kutlandı. 12 Eylül öncesi son 1 Mayıs kutlaması Mersin'deydi. 12 Eylül sonrası tüm yasak ve engellemelere rağmen 1 Mayıs değişik illerde değişik etkinliklerle kutlandı. 1992 yılında ise TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, DİSK 1 Mayıs'ı alanlarda birlikte kutladı.