Ben arabadaydım. O, yandaki otobüsteydi. Sadece beline kadar olan kısmını görebiliyordum, doğal olarak. Yaşı genç olmalıydı, 17, en fazla 18. Oldukça kiloluydu. Saçları kısa. Burnunun hemen altından başlayan, tüm alt yanaklarına dağılan ve boynunun altına kadar devam eden geniş kırmızı bir lekesi vardı. Dudakları da aşırı derecede irileşmişti. Sanki dudaklarını taşıyamıyordu. Hasta olmalıydı. Koltuğuna yaslanmamış, önündeki koltuğun arkasındaki tutunma yerine sıkıca tutunmuş dışarıya bakıyordu. Gencecik bir kadın için fazlasıyla hüzünlü bir yüzü vardı. Şaşırmadım...
Onu hep Kadıköy-Karaköy vapurunda görürdüm. Neredeyse her gün başka bir ürün satar, üstelik de araya reklam alırdı. Gerçekten bir radyo reklamı okurmuş edası ile reklam spotunu okur, sonra yine ürün tanıtımına devam ederdi. Simsiyah saçlı, güneşten hafif yanmış, yazın t-shirt, kışın da kar bile yağsa yağmurluk giyen, oldukça genç bir adamdı ilk zamanlar. Herkes onu "Burhan Pazarlama" olarak bilirdi. Bir kaç sene önce, en son gördüğümde hala aynı işi yapıyordu. Kıştı. Saçları yer yer kırlaşmıştı. Üzerinde kaşmir, deve tüyü renginde bir palto vardı. Sanırım kalem satıyordu bu kez. Belli ki artık zevk için çalışıyordu. Ne de olsa çok ünlü bir adamdı.
Sanırım bir Kurban Bayramı öncesiydi. Arife günü. Annemle yorgancıya gittik. Evimiz için yastık yaptırıyorduk galiba. Yorgancı yoktu. Kalfası oradaydı. Kalfa, dümdüz siyah saçları olan, 30'lu yaşlarında (bana o zamanlar çok yaşlı gelmişti) bir adamdı. Yastıkları teslim aldık. Parayı verdik. Üstünü vermek için bozuk parası yoktu. Hatta zorlayınca hiç parası olmadığını öğrendik. 2 çocuğu varmış. Cebimizdeki tüm parayı büyük ısrarlarla ona verip çıktık. İkimiz de ağlıyorduk.
Yakın arkadaşlarımdan biriyle Altıyol'dan Bahariye'ye yürüyorduk. Onu gördüm. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sesi de çıkmıyordu. Ama titriyordu. En fazla 10 yaşında olmalıydı. Dayanamayıp sordum. Tartısını çalmışlar. 250.000 liraymış değeri. Verdik. Ağlamayı kesti. "Babam çok döverdi, çok teşekkür ederim" dedi. Sanki beni dövmüşler gibi hissettim. Dönüşte baktık. Gitmişti.
Okulun bahçesinden hep ona bakardık. Karşıdaki, çok eski, muhtemelen çok önemli bir sanat eseri olan ama bunu kimsenin umursamadığı ve içinde çok fakir insanlar oturan binanın camına çıkardı. Tam olarak ne yaptığını da hatırlamıyorum. Acaip el hareketleri yapıyordu galiba. Herkes ona gülerdi.Onun için deli derlerdi. Tek hatırladığım hep beyaz bir atletleydi. Deli ne demekti? O evde yalnız başına nasıl yaşardı? Evin içi nasıldı? Eşyaları? Ne yer, ne içerdi? Bilinmez.
Neredeyse her gün, yaşadığım evin önünden atıyla geçiyordu. Sabah nal sesleri ile uyandırıyordu beni. Her zaman pırıl pırıl çizmeleri vardı. Ve hep at kuyruğu yapılmış, şapkasının arkasından görünen sapsarı, dümdüz saçları. Asfalttan yavaş yavaş ilerliyor, sonra parka girince de dört nala koşturuyordu atını. Sanki başka bir yaşamı yok gibiydi. Sanki tek varlığı o sokak, o park, o giysiler, her zaman tertemiz olan sapsarı saçları ve atıydı.
İrice bir adamdı. Taksiyi son derece sakin kullanıyordu. Hangisi olduğunu hatırlamadığım bir opera parçası çalıyordu. İzin istedi. Bir puro yaktı. Şaşkın şaşkın bakakaldık. Taksi şoförü değil de bir sinema eleştirmeniydi adeta. Oraya ait değildi sanki. Ya da biz oraya ait değildik.
Mağazaya girdik. Öylesine bakınıyorduk. Çok ucuz mağazaların olduğu bir caddeydi. Ben bir elbise denemek istedim, arkadaşım bir gömlek ve sonra bir kaç şey daha. Sürekli "bayan" diyordu. "Buyrun bayan", "bu şu kadar bayan", "şunun şu rengi de var bayan", "bunu da denemek ister misiniz bayan?". İçimize fenalık geldi, gülme krizi ile zor attık kendimizi dışarı. Bu satıcı kızı kim programlamış olabilirdi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder