Güneşli bir gündü diye hatırlıyorum. Annemin üzerinde kadife bir etek vardı. Simsiyah saçları beline kadar uzanıyor, her zaman hayran olduğum apartman topuk ayakkabıları ile salınarak yürüyordu. Renkleri, sesleri tam hatırlayamıyorum. Sadece yaşamımda ilk defa o kadar insanı bir arada gördüğümü ve gerçekten kendimi çok ama çok yalnız hissettiğimi hatırlıyorum... Ama bunu itiraf edemezdim. Çünkü çok istemiştim okula gitmeyi. Çantam vardı. Kırmızı. Kırmızı ayakkabılarım da vardı. Üstelik dedemle hep söylediğimiz İstiklal Marşı'nı söyleme fırsatı da tam önümdeydi. Herkese marşı ne kadar iyi bildiğimi kanıtlamalıydım. O kadar bağırarak söyledim ki, hem de daha kimse söylemeye başlamamıştı, sonunda öğretmenler beni susturmak zorunda kaldı. Sınıflara girdik. Benim yanıma Aslı oturdu. O da emzik emiyordu. Annemin gittiğini hatırlamıyorum. Leyla Öğretmeni ilk gördüğümde sevdim. Çok güzeldi bir kere. Bir de nişanlıydı. Hem de bir askerle. Ben de bir askerle evlenecektim. Hem de beyaz giysili olanlardan biriyle. Önünde papatya tarlası olan bir evimiz olacaktı. Bizim sokağın başındaki taş ev gibi. 6,5 yaşındaydım ama hayatımla ilgili çok net fikirlerim vardı...
Yine güneşli bir gündü. Çok ama çok olaylı bir yaz geçmiş, sonu ise bir acaip gelmişti. Bazılarının "Devrim" bazılarının "İhtilal" dediği ne olduğunu tam olarak anlamadığımız olaylar olmuş, çoğumuzun ailesinden, eşinden, dostundan birileri hapse girmeye başlamış, çocukluğumuza damgasını vuran silah sesleri ve duvarlara yazı yazan insanlar bıçak gibi kesilmişti. Bütün bunlar olmuş, hemen de okul başlamıştı. Emin değilim ama galiba 1 hafta da geç başlamıştı. Artık kendimi bir genç kız gibi hissediyordum, fiziksel özelliklerimle de yaşıtlarımdan çok büyük olmanın verdiği kompleksle kendimi o dünyaya ait hissetmiyor, 3 sınıf yukarıdakilere hatta lise sondakilere özeniyordum. O yaz Anna Karenina'yı, Sefiller'i, Karamazof Kardeşler'i, Nazım Hikmet'in şiirlerini, bir dolu Agatha Cristie'yi, bir o kadar anneannemin eski Kerime Nadir ve Muazzez Tahsin Berkant aşk romanlarını okuduğumu hatırlıyorum hayal meyal. Hatta bir roman da ben yazmaya kalkmıştım. Büyük bir kültür karmaşası içinde yaşamla ilgili fikirlerimi oluşturmaya çalışıyor ve kendimi yaşıtlarımın arasına daha da bir ait hissetmiyordum. Üstelik artık öğretmenim yok hocam vardı. Ve her derse ayrı bir hoca olacaktı. Yaşamak ne kadar da zordu...
Bu kez nasıl bir gündü tam hatırlamıyorum. Ama şok olmuştum. Çünkü fen sınıfına gitmek istemezken, sadece notlarım iyi diye fen sınıfına verilmiştim ve üstelik hayatımın en büyük aşkı! da edebiyat'a girmişti. Yani olaylar beklediğimin tam tersi şekilde gelişmiş, tüm yaşamım yıkılıp paramparça olmuş, üstelik biz (bize göre) okulun en havalı sınıfı A'lar "B" şubesinin tüm aptal erkekleri ve onlardan daha aptal 3 kızı ile aynı sınıfta okumak zorunda bırakılmıştık. Tabii, o aptallardan biri ile o tarihten 14 sene sonra evleneceğimi ve hayatımın yarısına damgasını vuracağını o an asla düşünemezdim. Öylesine melankolik ve içine kapalıydım ki sanki dünya sadece benden ve kitaplardan oluşsaydı belki biraz da olsa mutlu olma şansım olurdu. Yaşamak gerçekten, gerçekten de çok zordu...
Öylesine heyecanlıydım ki, kalbimin atış hızını hala hatırlayabiliyorum. Üniversite yaşantımın ilk günü ne giymem gerektiğini 3 ay önceden düşünmeye başlamıştım. Şimdi ne giydiğimi hiç hatırlamıyorum oysa, ne garip... Devasa binanın en üst katına tırmanıp, küçük bir anfiye girdik. Liseden 2 kız arkadaşım, neyse ki yanımdaydı. Aynı bölümdeydik. Kendimizi olgun kadınlar gibi hissediyor ama içten içe ödümüz patlıyordu. Fakat her şey çok ama çok güzeldi. Artık özgürdük. Özgürlük bu olmalıydı... Çevrede tanımadığımız, çoğu kız 80-100 kişi daha. İlk ders için hazırdık... Yaşamak belki de o kadar da kötü değildi canım!
İlk yılın korkunç olayları geride kalmış, ben yeni bir bölümü kazanmıştım. Bu kez çok daha küçük, köşeye fırlatılmış, ihmal edilmiş gibi boynu bükük duran bir binada ilk güne başlarken kafam iyice karışmış ama umutlarım belki de artmıştı. Hep yazı yazmak isteği vardı içimde... Herhalde bu kez doğru yerdeydim. Ama nasıl oluyor da bu insanlar bu kadar ait olmadığım bir dünyaya ait geliyordu bana? Bu işin bir doğrusu yoktu. Olduğu gibi kabul etmeliydim. Bu kez kendimi her zamankinden daha da yalnız hissettiğimi hatırlıyorum...
Yabancı bir ülke... Yabancı insanlar... Buraya ilk kez 6 ay önce gelmiş, sınavlara girmiş, ortama alışmış, kendime minicik bir ev tutmuş (ev içinde daire desek daha doğru olacak), bir sürü ıvır zıvır almıştım. Sevgilimden ayrı olmayı bir yana koyarsak, yaşantımda kendimi hiç bu kadar mutlu hissetmediğimi hatırlıyorum. Bu kez gerçekten özgürdüm. Hesap verecek hiç kimse yoktu. Üniversite bitmişti. Artık bu yüksek lisanstı. Yine de ilk günden deli gibi korktuğumu hatırlıyorum. Neyse ki ilk gün kendim gibi yabancı, Yunanlı bir kızla tanıştık... Daha sonra ömür boyu sürecek bir dostluğun, hatta kan kardeşliğinin temelini attığımızı bilemezdik o anda tabii... Her şey ne kadar da farklıydı. İnsanlar, konuşmalar, ders verme biçimi. İlk gün eve sarhoş gibi geldiğimi hatırlıyorum. Bir de hiç bir anlatılandan en ufak bir şey anlamadığımı...
Yeni iş, ilk gün, ilk hafta derken aklıma bunlar geldi işte...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder