30 Mart 2010 Salı

Communique

Benim Cenajans/Grey'den iki arkadaşım; Pınar Özdemir Hotiç ve Aslı Keçeci Tamer yeni bir ajans kurmuş. Ajansın adı da Communique. Daha önce TBWA'de çalışıyorlardı. Pınar TBWA Fusion'ın başındaydı. Aslı da TBWA'de Müşteri Direktörü'ydü. Ajansı, 2019 New Media ile birleşerek kurmuşlar ve interaktif alanda da faaliyet göstereceklermiş. Yolları açık olsun, iyi işler yapacaklarından eminim...

26 Mart 2010 Cuma

Jimmy Choo


Son dönemde bir ayakkabı markası için marka stratejisi hazırladım. Yaşantımda bir işe bu kadar şevkle, bu kadar istekle, severek çalıştığım çok çok ender olmuştur sanırım.

Ne diyeyim yani, ayakkabı gerçekten büyüleyici bir obje. Bir ara ayakkabılara verdiğim paranın kazandığım paranın önemli bir bölümü olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Artık, elbette, bu denge değişti ama hala aynı potansiyele sahip olduğumu da itiraf etmeliyim.

Sunuma Marilyn Monroe'nun bir sözü ile başlamıştım: Give a girl the right shoes, she can conquer the world. Ben bu cümleyi şöyle çevirdim: Ayağında doğru ayakkabı olan kadın, dünyayı bile fetheder! Çok doğru değil mi?..

Internet çıktı, insanın kendine işkence edebileceği alanlar da otomatik olarak arttık. Bir çok ayakkabı markasının bültenlerine üyeyim. En beklenmedik zamanlarda en etkileyici modelleri yollayıp insanın sinirlerini bozuyorlar. Bunların arasında en önde gelen de Jimmy Choo. Zaten neredeyse her sezon modelleri bilgisayarımdaki "güzel şeyler" klasörümde bayağı bir yer kaplayan marka, arada da nokta vuruşları ile kafama kafama vuruyor, "gel beni aaalll", "gel beni aaalllll" diye. :)

Kendine işkence etmek isteyenlere tavsiye ederim. www.jimmychoo.com

not: bu arada yukarıdaki görselin jimmy choo ile ilgisi yok. o, sunumda kullandığım, yanılmıyorsam Yves Saint Laurent'a (ya da Chanel miydi?) ait bir görsel. Ama gerçekten çok çok güzel değil mi?...

23 Mart 2010 Salı

Reklamcılara Kitap Önerileri

Reklamcılık Vakfı, sektörün önde gelen profesyonellerinden bazılarından kitap önerileri derlemiş, benim de hoşuma gitti, reklamcı adaylarına ya da mesleğe yeni başlayanlara iyi gelebilir:

Aytül Gülçelik - Ajans Başkanı / Ogilvy&Mather
A New Brand World, Scott Bedbury
Trading Up: The New American Luxury, Michael Silverstein, Neil Fiske
The Courage to Create, Rollo May
The One-to-One Fieldbook, Don Peppers and Martha Rogers
The Tipping Point, Malcolm Gladwell

Haluk Sicimoğlu - Ajans Başkanı / Alice BBDO
Understanding Brands:
By 10 People Who Do, Don Cowley
World’s Greatest Brands, John Wiley&Sons
Driving Brand Value, Tom Duncan
Managing Brand Equity, David A.Aaker
The 22 Immutable Laws of Marketing, Al Ries/Jack Trout

Hakan Senbir - Stratejik Planlama Direktörü / Art Grup
The Use of Lateral Thinking, Edward De Bono
PO: Beyond Yes and No, Edward De Bono
Olumlu Devrim’in El Kitabı, Edward De Bono
Altı Şapkalı Düğünme Tekniği, Edward De Bono
Altı Ayakkabılı Uygulama Tekniği, Edward De Bono
Rekabetüstü, Edward De Bono
Stratejik Düşünme-İş, Politika ve Günlük Yaşamın Rekabetçi Yanı, K Avinash Dixit, Barry Nalebuff
İzinli Pazarlama, Seth Godin
Mor Ynek, Seth Godin
Gelecek Zamanda Düşünmek, Jennifer
Kotler ve Pazarlama, Pazar Yaratmak, Pazar Kazanmak ve Pazara Egemen Olmak, Philip Kotler
BrandChild, Martin Lindstrom
İnsanlar Neden Alışveriş Yapar, Paco Underhill

Prof. Dr. Nükhet Vardar / Elizi Danışmanlık

Advertising Manager, Aaker Myers
Otto Klepner’s Advertising Principles, T. Russell & G. Verrill
The Creative Marketer, Simon Majaro
Accountable Advertising, Simon Broadbent
When to Advertise, Simon Broadbent
Planning Media, W. J. Donnelly

Serdar Erener
What’s in a Name?, John Philip Jones
Does It Pay To Advertise?, John Philip Jones
How Much Is Enough?, John Philip Jones
When Ads Work, John Philip Jones
How Advertising Works, Colin McDonald

Haydi iyi okumalar! :)

Bahar geldi, iyi ki dooooğğdduuumm...

Pazar günü benim doğum günümdü.

Gün sevgili arkadaşım ŞE'nin sabah 08:35'te beni araması ile başladı. Kendisi aslında saati 09:30'u geçti olarak gördüğünden beni aramakta bir mahsur görmemiş, uykulu sesimi duyunca ise biraz erken aradığını düşünmüştü. Telefonu kapattıktan sonra saatin ayırdına vardığından olsa gerek bana mesaj attı, halen de pişmanlıklarını sergilemeye devam ediyor ama bugün artık onu durdurabildiğimi zannediyorum...

Gün ŞE'nin telefonu ve muhteşem güneşin terasımızdan ve yatak odası camından içeri dolan ışıkları ile başladı, güneş öylesine motive ediyor ki insanı hemen giyinip attım kendimi sokağa, evimize yakın ve benim gazete alma mekanım olan BP Benzincisi'nden gazetelerimi, sonra hemen 3 bina ötedeki Lila Pastanesi'nden de muhteşem poaçalardan (ev poaçaları ve sebzelileri özellikle çok güzel) alıp geldim eve, kuruldum camın önüne. Çay, poaça, gazete, ev sessiz... Daha güzel bir başlangıç olabilir mi?

Bir önceki akşam (aynı zamanda sevgilim de olan) kocamla pasta kestiğimizden ve mini bir kutlama yaptığımızdan Pazar gününü sokakları arşınlayarak geçirmeyi düşündük. O da kalkıp kendine geldikten sonra attık kendimizi dışarı...

İlk durağımız; Bostancı'da oturan, annemin arkadaşı YG idi. Kendisini çok ama pek çok severim, o da beni çok sever, sıkılmadan da fal bakar (ve falları çıkar). Amacımız aslında kendisini ve annemi 10 dakika görmek, annemin bana doğumgünü hediyesi olan bu haftasonu gideceğim eğitim için hazırladığı parayı almaktı. Arabamızı eve yakın bir yere park ettikten sonra eve doğru yürüyorduk ki karşımıza bahar çiçekleri çıkıverdi. Tanrım ne kadar güzeller, insan çıldıracak gibi oluyor...


Benim çıldıracak kadar mutlu olduğum anlarda yaptığım el çırpma, zıplama ve çığlık atma hareketini gören, ağaca evsahipliği yapan bahçeye bakan penceredeki teyze de, hoşuna gitmiş olmalı ki, el sallayarak katıldı coşkuma. :)

Neyse iki muhabbet ettikten, annemden parayı tahsil ettikten, fal baktırıp keyfimizi yerine getirdikten sonra yeniden düştük yollara, yürüye yürüye Bostancı'ya...

Bostancı'da Şampiyon'da kokoreç+midye ile Marmaris Büfe'de dilli kaşarlı, hamburger kararı aşamasında kalıp, sonunda Şampiyon'da CC bir yarım ekmek kokoreç :) ben bir porsiyon midye yemeye, devamını Erenköy'de Kızılkayalar'da getirmeye karar verdik, yeyip devam ettik yolumuza...

Hava bu kadar güzelken yürümek ne güzel, ne kolay geliyor insana, ne sıcak var ne soğuk, ooh değme keyfimize. Laf aramızda Bostancı'dan da küçük purolardan almıştım 2 tane (ne yazık ki CC yeniden sigaraya başladı!) kahve ile onlardan birini içme planı ile caddeyi arşınlamaya devam ettik biz de.

Timberland, Lumberjack, Tommy Hillfiger gibi sevdiğimiz markaların vitrin ve mağazalarını inceledikten, ay bu çok güzel, ooo bu süpermiş yorumlarımızı hiç esirgemeden sağa sola saçıp hiç alışveriş yapmamayı başardıktan sonra benimle asla gidilmemesi gereken tehlikeli yer Nezih Kırtasiye'de tabii ki bunu yapamadık. Yeni işe başlayan CC'ye 3 tane, kendime de hastalığım olan mor yazan kalemlerden birkaç tane aldıktan sonra durumu ucuz atlattığımıza şükrederek Erenköy'ye doğru yola devam ettik...

Ve attık kendimizi Kızılkayalar'a. 2'şer ıslak hamburgeri tükettikten ve içimizi "amaaan canım nasıl olsa dünya yol yürüyoruz" diyerek rahatlattıktan sonra da Saloon Cafe'ye. 2 tane mocha olmayan ama adını hatırlayamadığım espresso, süt kreması ve rende çikolatadan oluşan kahve ısmarladık, muhabbetimize devam ettik. Çikolata rendesi unutulduğu için sitemlerimizi ekleyip oradan kalktıktan sonra en acı olay gerçekleşti. D&R'a girmek gibi bir hata işledik. :)

D&R'da olanları hiç anlatmak istemiyorum, ucuz atlattık allaha şükür diyerek geçiştirmek istiyorum. Sadece öyle bir kitap aldık kiii, bundan diğer blogda sıkça söz edeceğimi zannediyorum. İlgilenenler zaten okuyacaktır.

Geri dönüş yolunda da (şaşırtıcı bir şekilde) o kadar yolu yürümek bizi hiç yormadı. Sütiş'te bir çay molası, aldığımız kitapları inceleme, 2 bank sefasını saymazsak çok da dinlendik sayılmaz. Arabaya vardığımız an, aynı bahar çiçekleri ile yüklü ağaç sahnesi yaşandı ve kendime "pes" dedim. Diyorum ya, bahar çiçekleri beni büyülüyor. Her seferinde yeni görmüş gibi oluyorum.

Bahar güzel... İnsanın doğum günü olması da güzel. Hele 41. yaş ve 41 kere maşallah dilekleri daha da güzel. :)

20 Mart 2010 Cumartesi

Doğadaki Ayak İziniz...

Doğadaki her canlının yaşamını sürdürmek için birtakım gereksinimleri var. Gezegenimiz bu gereksinimleri karşılayacak kaynakları bize cömertçe sunar. Peki, eğer her birimizin ayak izi, tükettiğimiz kaynakların yenilenmesi için gereken alanla orantılı büyüklükte olsaydı ayak izlerimiz gezegenin ne kadarını kaplardı?

Diğer canlılar gibi biz de gereksinimlerimizin tamamını doğadan karşılıyoruz. Gereksinimlerimizi karşılayabilmemiz ve bunun sonucunda çıkan atıkların yok edilebilmesi için ne kadar “doğa” gerektiği “ekolojik ayak izi” denen bir kavramla anlatılıyor. Ekolojik ayak izini hesaplayabilmek için insan etkinlikleri sonucunda hangi doğal kaynakların ne ölçüde kullanıldığı ve her birini yerine koymak için ne kadar doğal üretim alanı gerektiği gibi birçok veri gerekiyor. Bu verileri bir araya getiren araştırmacılar, en basit şekliyle ekolojik ayak izi = tüketim x gereken üretim alanı şeklinde bir formülle bunu hesaplıyorlar. Ülkelerin, kıtaların ya da dünyanın toplam ayak izini bulmak için bireylerin ortalama ayak izini çarpmak gerekiyor. Buradaki tüketimi yalnızca bireylerin günlük yaşamlarında yaptıkları tüketim gibi düşünmek gerek. Bir ülkenin yaptığı ve kaynakların kullanılmasını gerektiren tüm etkinlikler (ticari, askeri, hatta bilimsel) birey başına düşen ayak izinin artmasına yol açar.

Bu hesap işi eğlenceli bir etkinlik gibi görünse de “ayak izimizin Dünya’nın ne kadarını kapladığı” sorusunun yanıtı kaygı verici. Çünkü Dünya’daki tüm insanların ekolojik ayak izleri toplamı şimdiden gezegenden taşmış durumda. Şu andaki gereksinimlerimizi sürdürülebilir biçimde, yani gelecek kuşakların kaynaklarını da tüketmeden karşılayabilmemiz için bize bir Dünya yetmiyor; onun üçte biri kadar fazlası gerekiyor. Oysa yalnızca tek gezegenimiz var. Bu gezegen, üzerinde milyarlarca yıldır yaşayan sayısız canlı türüne ev sahipliği yapıyor ve kaynaklar üzerinde oluşturduğumuz baskı nedeniyle günümüzde bu türlerin çoğunun geleceği tehlike altında.

Alışkanlıklarımızı değiştirmediğimiz sürece doğadaki kaynaklar giderek daha da hızlı bir şekilde tükenecek. Varlığımızı sürdürebilmemiz için tükettiğimiz kaynakların, yerine konulabilir yani “yenilenebilir” olması gerek. Bu gün pek azımız bunun farkında olsak da doğa son zamanlarda bunu bize anımsatmaya başladı.

“Küresel ısınma” dediğimiz olay, bunun en iyi göstergesi. Küresel ısınmanın en önemli nedeni karbondioksit salımıdır. Hemen her türlü insan etkinliği sırasında atmosfere çeşitli oranlarda karbondioksit salınır. Karbondioksit, sera etkisi yaratarak atmosferin küresel ölçekte ısınmasına neden olur. Karbondioksit, karalardaki bitki örtüsü ve okyanuslar tarafından emilerek atmosferden uzaklaştırılır. Ne var ki, günümüzdeki karbondioksit salımı doğanın dengeleyemeyeceği kadar yüksek düzeyde.

Tüketim, karbon tüketimi (özellikle fosil yakıtların yakılmasıyla), su tüketimi ve gıda tüketimi gibi bileşenlere ayrılabilir. Bunların yerine konulabilmesi için gereken üretken alanlar da bu bileşenlerin ayak izini oluşturur. Yani ekolojik ayak izi, “karbon ayak izi”, “su ayak izi”, “gıda ayak izi”, gibi bileşenlere ayrılabilir. Böylece her bir bileşenin ekolojik ayak izinin büyüklüğüne ne kadar etkisi olduğu daha iyi görülebilir. Karbon ayak izi, ekolojik ayak izinin en büyük bileşenini oluşturur. Bu kadar önemli bir bileşen olduğu için de sıklıkla ekolojik ayak izinden ayrı bir şekilde karşımıza çıkar.

Ülkelerin Ayak İzleri

Ülkelerin ekolojik yıkımdaki payları gelişmişlik düzeyleriyle orantılı. Gelişmiş ülkelerdeki bireylerin ekolojik ayak izi, gelişmemiş ülkelerdekilere göre çok daha büyük. Bundan çıkan sonuçsa gelişmiş ülkelerin bu refah düzeylerinin bedelini tüm dünyanın ödediği. Buna karşın, gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki büyük nüfus da küresel ekosistem üzerinde büyük baskı oluşturur. Büyük nüfuslu ülkelerdeki kişi başına düşen ayak izi küçük olsa da ülkenin ayak izi büyük oluyor. Çünkü, ülkelerin ayak izi kabaca birey başına düşen ayak izinin nüfusa çarpılmasıyla bulunuyor.

Ekolojik ayak izi büyük olan ülkeler, kendi öz kaynaklarının üzerindeki baskılar bir yana, tüm gezegen üzerinde baskı oluşturuyor. Çünkü karbondioksit salımı coğrafi sınırları tanımıyor. İnsan etkinlikleri sonucunda her yıl atmosfere 30 milyar ton kadar karbondioksit salınıyor. Bunun başlıca kaynağı petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlar. Salınan karbondioksitin yaklaşık yarısı ormanlar, denizler ve toprak tarafından emiliyor. Ancak bunun öteki yarısı atmosferde kalıyor. Bilim insanları, salım bugünkü haliyle sürerse, atmosferdeki karbondioksit oranının 2040’ta geri dönülmez bir düzeye ulaşacağı konusunda bizi uyarıyor. Ancak salımın sabit kalacağı bile fazla iyimser bir tahmin. Çünkü özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki karbondioksit salımı giderek artıyor. Bu ülkeler arasında en çok nüfusa sahip olan Çin ve Hindistan da başı çekiyor.

Bundan 50 yıl kadar önce, yeryüzündeki hemen her ülke kendi kaynaklarıyla, başka ülkelere çok da bağımlı olmadan var olabiliyordu. Günümüzdeyse, kaynakların küreselleşmesi sayesinde birçok ülke özellikle petrol ve doğalgaz gibi enerji hammaddelerini başka ülkelerden karşılıyor. Bu küreselleşmeyle birlikte karbon salımında da büyük bir artış oluyor.

Geleceğe Ümitle Bakmak İçin…

Bu şekilde devam edersek, 2030’lu yılara geldiğimizde gereksinimlerimizi karşılamak için gezegen daha bulmamız gerekecek. Ancak birtakım önlemlerle bu gidişi tersine çevirebilirz. Gelişmiş ülke insanları, yaşamlarının her alanda teknolojiyi kullanıyorlar. Her ne kadar bundan teknolojinin ayak izimizi büyüttüğü gibi bir sonuç çıkıyorsa olsa da teknolojiyi kendi yararımıza kullanarak ekolojik ayak izimizi de küçültmek mümkün. Geleceğin –aslında günümüzün – teknolojisi, kaçınılmaz bir şekilde gereksinimlerimizi giderek daha az kaynak kullanarak karşılamamızı sağlamaya yönelik olacak. Gelişen teknolojiyi yaşam standardımızı çok da düşürmeden bunu yapmamıza olanak tanıyor.

Aslında bilim ve teknolojiyi, sahip olduğumuz tek gezegendeki varlığımızı sürdürmenin yollarını da bize gösteriyor. Tüketim alışkanlıklarımızın ne şekilde değiştirilebileceği, atıkların nasıl yok edileceği, alternatif ve temiz enerji elde etme, yöntemleri bunlar arasında. Otomobil üreticileri, ürünlerini satabilmek için daha az yakıt tüketen otomobiller üretiyor, havayolu şirketleri yolcu başına düşen maliyeti düşürmek için yakıtı daha verimli kullanan uçakları yeğliyor. Tüketicilerse araçlarını daha az kullanıyor, evlerine daha düşük elektrik tükete makineleri, buzdolaplarını, ısıtıcıları ve ampulleri kullanıyorlar. Bu açıdan bakıldığında, teknoloji bizim yanımızda.
Herkes aynı özeni gösterdiği zaman bireysel çabalar gezegeni kurtarabilir. Ancak bu pratikte kolay uygulanabilir bir şey değil. Bu nedenle temiz enerji üretimi ve kullanımı, kaynakların verimli kullanımı, yenilenebilir kaynaklara yönelim, atıkların geri kazanımı, nüfus kontrolü gibi konuların devletlerin politikası haline gelmesi gerek.

Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı kentlerde yaşıyor. Kent yaşamına uyum sağlayan insanlar genellikle her şeyin o kent içinde olup bittiğini düşünüyor. Oysa o kentteki yaşamın sürdürülebilmesi ve atıkların uzaklaştırılabilmesi için çok daha büyük alanlara gereksinim duyuluyor. Doğayla dost olarak yaşabilmemiz için kentlerin hem yerel hem de küresel kaynakları, olabilecek en verimli şekilde kullanacak biçimce tasarlanması gerekiyor.”””

Bilim ve Teknik Dergisi Mart 2009 sayısından alıntıdır…

17 Mart 2010 Çarşamba

41 kere maşallah!


Biz, 4 çok yakın kız arkadaş, doğum günlerimiz 1 ayın içinde peşpeşe olduğundan her yıl birlikte mutlaka bir doğum günü kutlaması yapıyoruz. İşte bu akşam da o akşam. Bu akşam Kadıköy'de her zamanki mekanımızdayız. Benim ve ND'nin 41. yaşı, EE'nin 34, ŞE'nin ise 36. yaşı oluyor bu yıl.

Ben bu akşam için çok uyduruk bir kolaj yaptım. Şimdi ajanstaki arkadaşlarım onu paspartu yapıyor, akşama arkadaşlarıma vereceğim, onlara teşekkür etmiş olacağım, sevgileri, dostlukları, destekleri için...

Nice yıllara, hep birlikte inşallah.

16 Mart 2010 Salı

Teknoloji ile Etkin Pazarlama - Cenk Bayrakdar

Yıllardır bir çok sunumda söylediğim şeyleri güzel toparlayan bir başka sunum daha. Tabii biraz Turkcell pohpohlaması olmuş ama yapacak bir şey de yok, adam kendi firması adına konuşmuş sonunda. Benim hep söylediğim daha mikrosegmentler bazında pazarlama, daha birebir konuşma, kitleleri chip'li barkod'lar yoluyla tüm tüketim süreçlerini detaylı takip ederek inceleme ve elbette mobil pazarlama ama belki bunun da bir sonraki adımı, belki mobil değil de, kafanın içine direkt. Ha, ne dersiniz? :)

Bursa'ın Zerafeti

Bursa'yı çok severim.

Çocukluğumda Bursa çok sık gittiğimiz bir yerdi. Anneannem 2-3 yaşındayken Bulgaristan'tan göç ettiklerinde ailesi Bursa'ya yerleşmiş. Dolayısı ile onun orada çok akrabası ve arkadaşı vardı, üstelik kaplıcalara çok meraklıydı ve daha da ilerisi çok iyi bir terzi olan amca kızı Bursa'da yaşıyordu. Dolayısı ile haftasonları eski 307 otobüslere atlayıp doğruca Bursa'ya koşardık. 307'lerden hatırladığım hep yarı uykulu geçen, zıp zıp zıplanan bir yolculuk, anneannemin yaptığı kuru köfte, yumurta ve haşlanmış patates, bir de elbette yoğun sigara dumanı. :) Tanrım nasıl olur da sigara içiliyormuş şehirlerarası otobüslerde şimdi hiç anlayamıyorum...

Bursa'dan hatırladıklarım ise Hacivat - Karagöz heykeli, Kültür Park, kaplıcalar, hamamlar, Çelik Palas Oteli, yemyeşil bir doğa, koskocaman ağaçlar. Ağaç sevgime muhakkak katkısı olmuştur güzelim Bursa'nın. Bir de yazın Uludağ'a giderdik ve muhteşem olurdu, yemyeşil. Çok severdim. Kışın ise kocaman şömineler yanardı...

Bugün Bursa'nın resmi sitesinin içine yaptıkları flash animasyona baktım, öyle güzel ki, o yüzden bu girizgahı yaptım, bunu paylaşmak istediğimden...

http://www.bursa.gov.tr/bursa.htm

9 Mart 2010 Salı

Kadınlar Günü Üzerine...

Kadınlara özellikle dini nedenlerle ciddi baskı yapıldığını söylemeye herhalde artık gerek yok... Ben (belki kendi içimdeki kalıplaşmış inançlar yüzünden) bir insanın isteyerek, gönüllü olarak din kitaplarında bile yazmayan kurallar ile yaşamak isteyeceğine pek inanamıyorum. Ama dediğim gibi bu benimle ilgili bir şey. Saygım var elbette.

Dün Kadınlar Günü nedeniyle üye olduğum mail gruplarından birinden bazı notlar gelmişti, ben de onları paylaşmak istedim burada:

- Kuran'ın en büyük surelerinden birinin (4. surenin) adı Nisa Suresi, Nisa kadın anlamına gelen bir kelime. Kuran'da bir erkek suresi ise YOK!

- Kabe'nin hemen yanında Hicr-i Hatim denen parantez kısım Kabe'nin içi kabul ediliyormuş. Orada bir de kadının mezarı varmış. Hz. İbrahim'in eşi, İsmail'in annesi Hacer'in mezarı. Yani Kabe'yi tavaf edenler bir kadını da alıyorlar o daireye, ikinci sınıf görülen bir cins için ilginç değil mi? :)

- Hz. Muhammed'in nesli kızı Fatma'dan devam etmiş. Hani günümüz erkekleri nesli devam ettirmek için kızları evlattan saymıyorlar ya. Bir müşterime kaç kardeşsiniz diye sormuştuk da 5 kardeşiz demişti, meğerse 4 tane de kız kardeşi varmış, erkekleri sayıyormuş kardeş olarak, öyle içim yanmış, öyle şaşırmıştım ki anlatamam.

- İlk müslüman bir kadındır, hatırlatalım: Hz. Hatice.

- Allah, yaratma sıfatını verdiği kadının uzvuna kendi isimlerinden birini vermiştir: Rahim.

- Kadından peygamber olmadı hiç diyenlere, peygamberlerin hepsini de bir kadın doğurdu, yalan mı?

- Kızlarını diri diri gömen bir topluma peygamber olan Hz. Muhammed bakın ne demiş: "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Kadın, Namaz, Güzel Koku..."

- Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile şerefini korumaları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnenmemeleridir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir. (Hz. Muhammed'in Veda Hutbesi'nden)

Ve son olarak Mevlana'dan:

"Kadın hak nurudur, sevgili değil
Kadın yaratıcıdır, adeta yaratılmış değil"

bilmem başka bir şey söylememe gerek var mı?

5 Mart 2010 Cuma

Moleskine / The Legendary Notebooks

Yani herhangi bir zamanda yazılmış herhangi bir slogan bir markayı bu kadar mı iyi anlatabilir?

Benim gibi bir kırtasiye delisi için efsane markalar olmaması mümkün değil, bunların en önde gelenlerinden biri de Moleskine defterler elbette. Bugün bir müşteri için araştırma yaparken web sitelerine girdim, allahım daha benim keşfedemediğim neler varmış, neler...

Sadece yazmak için; yani yaratıcılığını yazı ile ifade edenler için, nasıl anlatsak, gezip dolaşırken aklına geleni yazıvermek için 153 farklı form var. Yanlış anlaşılmasın 153 farklı tasarım/renk falan değil yani farklı yazma biçimleri için 153 farklı form. Sonracığıma çizerler için ise 56 farklı form var, yani storyboard çizim defterinden tutun da, müzelerde çizim yapmak isteyenler için özel deftere, japonlar için özel tasarımlı defterlerden suluboya çalışması için özel deftere kadar.

Yıllar içinde bayağı bir adette Moleskine kullandım, benim en çok sevdiğim küçük, çizgisiz olanlar. O güzelim sayfalarını herhangi bir çizgi ile bozmasına kıyamadığımdan sanırım çizgisiz olanı tercih ediyorum. Bir de bir şeyler yazmak kadar bir şeyler çizmek de çok zevkli oluyor çünkü Moleskine'lerin muhteşem kağıdı öyle pürüssüz ve kaygandır ki en kötü kalemle bile çok güzel yazılabilir, çizilebilir...
Son iki senedir, tasarruf tedbirleri yüzünden Moleskine ajandalarımdan alamadım ama 2011'de mutlaka yeni onyıla onlardan biri ile başlayacağım...