28 Mart 2008 Cuma

Ben de sobelendim...

ZB'yi D sobeledi, o da beni... Şimdi alfabenin her harfi ile aklıma ilk gelen kelimeleri yazmak zorundayım... Sadece yazmak, bir analizi yok, o yüzden altında bir şey aramayalım lütfen. :)

A - aşk, akıl, armut, akşam, aduş, atel, ayşe
B - büyük, beyaz, bekar, balçık, bakır, bahar
C - cenk, cem, cam, can, cayır cayır, cin, ceylan
Ç - çelik, çekim, çalı, çok, çal
D - davul, delik, dalga, duygu, deniz
E - ebru, ece, elvan, ekin, ekmek, esin, elek, ersel
F - fikret, funda, fenerbahçe, fal, fakir, fikir, fay, felsefe
G - gelin, gardrop, gar, gün, güz, gaz, göktuğ
H - hakan, hak, hukuk, halk, hat, hayır, helva, hoşgörü, hayal
I - ısrar, ışın, ısırgan, ışık
İ - isim, ilan, iyi, iki, isilik, iyilik
J - jülide, jet, jüt, janjan, jaguar
K - kel, kitap, kül, kaya, kovuk, kemik, kült, kat, kutu
L - leke, lakin, lahana, lahmacun, lake
M - mana, makarna, mest, mayıs, mor, mart
N - neden, nar, nevin, niye, nasıl, nane
O - onur, okul, oyuk, oscar, ol, okumak, oyuncak
Ö - öküz, ölü, ölüm, öhö!, öcü
P - pars, paris, pas, pes, perde, peynir, pırasa
R - refik, roman, rakı, resim, rekor, rüya
S - saat, saim, saman, sakın, sakin, salak, sayı, sal, sorgu
Ş - şengül, şeker, şaman, şal, şerit, şeref
T - tarık, takım, teker, tekir, telif, tehir, teşhir, tank
U - uyuz, uyak, uzak, ufuk, utku, ud
Ü - ülser, üstün, ülkü, ütü, üç
V - vazo, velet, vahit, vakur, vagon, vapur, ve, vesil
Y - yeşil, yamaç, yakın, yahut, yar, yamuk, yeni, yorgan
Z - zeka, zeynep, zehir, zarf, zor, zahmet, zil

Bu kadar acil işin arasında bunu yazdırdın ya, bana helal olsun. Bir de bunu niye yaptığımızı anlasam? :)) Ha bu arada ben de birini sobelemeliyim; Özlem Pansiyon iyidir bence. Bakalım benim blog'a göz atıyor mu anlayalım...

27 Mart 2008 Perşembe

Ben "Küçük Ev"i istiyorum...

Ben Küçük Ev dizisini yaşamak istiyorum... 18. yy'da, sonsuz yeşil ve saman sarısı çayırların içinde iki göz odalı bir kulübede yaşamak istiyorum öncelikle...

Tüketecek şey az olsun istiyorum, sebzeyi meyveyi, eti kendimiz yetiştirelim; yemekleri ocakta pişirelim istiyorum... Akşamları ailece o ateşin yanında yemek yiyelim, o gün neler yaptığımızı konuşalım, bebekler çocuklarla kalabalık bir aile olalım istiyorum... Herşeyin az olduğu ama tatmin ve mutluluğun çok olduğu bir hayat istiyorum ben...

Akşamları CC beni seyrederken uzun uzun saçlarımı taramak, uzun beyaz gecelikle yatağa girmek, sadece karı kocanın arasında kalacak o gizli mevzuları konuşmak, çocukların durumunu konuşmak, ürünün bu yıl ne olacağını tartışmak istiyorum... Tavan arasında yatan çocukların mırıl mırıl konuşmalarını dinlemek, onlara elbiseler dikmek, kumaşları kasabanın tek dükkanından almak ve bunun için heyecanlanmak istiyorum...

Tanrının verdiği herşeye, öncelikle aileme şükretmek, gelecekten hep umutlu olmak ve gelen herşeyi olduğu gibi kabul etmek istiyorum... Zorluklardan yılmamak, el ele verince herşeyin olabileceğini bilmek, sakatlıkların bile o kadar da bezdirici olmayabileceğini düşünmek ve gelecek güzel günlere hep ama hep yürekten inanmak istiyorum...

Tüketim çılgınlığı içinde ve ne kadar para kazanılırsa kazanılsın hiç tatmin olunamayan bu çağı sevmiyorum. Hava kirliliği, su sıkıntısı, bağnazlık, bedavacılıkla dolu, para için her şeyin feda edilebileceğinin düşünüldüğü 2000'li yılları sevmiyorum... Kışın, baharın, yazın hepsinin birbirine karışmadığı, zenginin fakirin çok da belli olmadığı, insanların masum ve dürüst olduğu, iyiliğin erdem sayıldığı bir çağa ışınlanmak istiyorum...

Bahar'ı doya doya yaşamak istiyorum, papatyaların, tomurcuklanan ağaçların, güneşin, yağmurun, umudun kredi kartı borçları ile, deliren trafikle, yalan dolan ve saygısızlık ile, hırslarla, insanlığa aykırı davranışlarla, elde olan yerine geri gidişe oy verme ile kirletilmediği bir baharı yaşamak istiyorum...

Küçük Ev'i istiyorum ben!

26 Mart 2008 Çarşamba

ŞE'nin doğumgünü...

Bizde doğum günleri peşpeşe ya. Bugün de ŞE'nin sırası. Sabah konuştuk, dedim bakmadın mı günlüğe, senin konserini yazmıştım. Doğum günü kutlaması mı, sitem mi, araya kendimi sıkıştırmadan duramıyorum işte ne yapayım?..

Sultanım sana nice mutlu yaşlar diliyorum, iyi ki doğmuşsun. Bu yıl tüm güzellikler peşinden koşsun (Çok "forward mail" tarzı bir laf oldu!), yüreğinden geçen herşey gerçek olsun, şansın bol olsun, afiyet olsun. :) Asker duası yapar gibi yazınca peşinden bu geldi ne yapayım... Daha fazla soğuk saçma sapan espriler yapmaya çalışmayayım, işime döneyim ben. :)

25 Mart 2008 Salı

Gece... Fırtına.. Ve bahara yağmur yakışır...

Yattık... Saat 2'ye geliyordu ki panjurların pencereye çarpması, uğuldayan rüzgar ve bahçede serseri mayın gibi rüzgarın oyuncağı olmuş bir çöp tenekesinin tangırtısı ile uyandım... Öylesine yoğun bir fırtına vardı ki, sanki ev tepemizden uçacak, sanki öylece, gece kıyafetlerimizle apaçık kalacağız gibi çocukca bir ruh hali ile gözlerim mahmur ağlayacak gibi oldum...

- Ben bir bakayım dışarıya... diyen CC'nin peşinden balkona seyirttim.

Ağaçlar iki büklüm olmuş. Sanki karşıdaki kavak ağaçları yıkılıverecek... Nasıl da içim acıdı. Aklıma ilk gelen annem... Gecenin bu saati, denize karşı, 14. kat. Uçuyordur orası. Yalnız korkuyor mudur? Üşümüş müdür? Arasam mı? CC;

- Ben cesaret edemem, sen bir ara istersen... diyerek beni teşvik mi ediyor, engelliyor mu?

Arasam mı? Dur bir arayayım... Çalıyor telefon. Saat çook geç. Ama biliyorum ki uyanmıştır. Neyse çok çaldırmayayım. Belki de uyuyordur, duymamıştır. Ya da kalkmaya gücü yetmemiştir uykulu haliyle. Nasıl da merak ediyorum... Sanki bambaşka bir yerdeyiz. Sanki evi Amerika'nın ortalarında bir eyalete taşıdık da farkına varamadık. Böyle fırtınalar hep mi olurdu acaba? Olurdu ya! Ama öylesine ağırdır ki uykum, uyandığım çok ender.

- Haydi bir şeyler yiyip, çay içelim... diyor CC.
- Bu saatte mi? diyorum...
- Evveettt! diyor.

Çay yapıyoruz, ufak tefek atıştırmalıkları da alıp, CNN Türk'te memleketim Çanakkale ile ilgili bir belgesele dalıyoruz...

- Aman tanrım saat 3'e geliyooorr! diye bağırıyorum...
- Tamam haydi yatıyoruz!

CC'ye sokuluyorum iyice... Kendimi güvende hissediyorum. Uykum da kaçtı ama başka çare yok. Yarın iş var. Uyumalı. Yavaştan yağmaya başlayan yağmurun sesi de geliyor artık...

Ah nasıl da yakışıyor yağmur bahara... Bahar çiçeklerini patlatıyor sanki su damlaları. Gri gökyüzü ne kadar da melankoliktir aslında ama nedense baharda o kadar rahatsız etmiyor beni. Bahar yağmuru sakin, tertemiz... Sanki yavaşça akan ve söğütlerin üzerine eğildiği bir dereden berrak suları alıp üzerine atar gibi insanın... Toprak suya doysun istiyorum. Susuzluktan korkuyorum. Ne kadar korkusuz bilirim kendimi de ne kadar çok korkuyorum diyorum?! Hayret! Oysa hiç bir şeyden korkmam ben... Ama bırak korkuları bir yana...

Bahara ne kadar da yakışıyor yağmur ve toprak kokusu ile karışık çiçek kokuları nasıl da sarhoş ediyor insanı.... Neyse artık uyumalı... Sabaha daha çook var...

22 Mart 2008 Cumartesi

Primadonnam... Sultanım...

ŞE'ye biz aramızda "sultan" diyoruz. Çünkü öyle. Zerafeti, kibarlığı, güzelliği ile gerçek bir sultandır arkadaşım. Geçen Pazar günü konseri vardı Kadıköy Eğitim Merkezi'nde. ŞE, aslen Mardin'li bir ailenin kızı. Çok güzel Arapça bilir. Ben de oldum olası Arapçayı çok öğrenmek istediğimden çok özenirim ona. Çok da güzel sesi vardır. Ne zaman bir yere gitsek ya da evde olsak ona şarkılar söyletiriz biz. Bu konserde de 2 parça söyledi. Birinde de flüt çalarak üstelik. EE ve ŞE her Pazar flüt derslerine de gidiyorlar çünkü. İlginç olan ŞE'nin öz kültürü ile çok ilgisiz bir koroda çalışması. Adige-Abhaz Halk Şarkıları Korosu'nda. Kafkas kültürüne de hayranlığım vardır zaten. ŞE'nin tarzına da öylesine uygun ki, kıyafetler, danslar, şarkılar zerafet timsali. CC onun bol bol fotoğrafını çekti sahnede. Allahım, fotoğraflara bakıyorum, uluslararası bir primadonna zerafetinde kendisi. Ben konserde çok mutlu oldum, çok beğendim. Hiç anlamadığım bir dilde söylenen şarkılara ND ile birlikte ağladım bile. :) O yüzden bazı fotoğraflarını paylaşmadan edemedim. Öylesine güzeller ki...



















19 Mart 2008 Çarşamba

Grip miyim ben neyim?

Cumartesi akşamından beri OC bizde kalıyor. OC; CC'nin annesi, benim de kayınvalidem. :) Bu kelime çok komik bu arada. Sevdiğimin sevdiği benim de sevdiğimdir prensibi ile yüreğimi açtığım, bana da yüreklerini açan bu sıcak, içten insanları seviyorum. Yani buna CC'nin kardeşi, onun eşi, onların kızı da dahil ve en önemlisi kızımız AC de dahil. İnsanlar açısından hep şansım yaver gitmiştir malum, bu kez de öyle oldu işte. Herneyse...

OC, gündüz yalnızlıktan, akşam çok da fazla sohbet edemediğimizden tatlı tatlı, kırmadan yakınırken dün gece bana ciddi fırça çekti: "camlar açık, senin de belin açık, bak burnun da akıyor, iki kere hapşurdun (bu böyle mi yazılıyor allah aşkına yoksa hapşırdın mı olmalıydı? öyleyse de ben bu versiyonu seviyorum) üşüteceksin, grip olacaksın!". Benden el cevap: "yok canım, bu bahar nezlesi, ben öyle 10 dakika nezle olurum sonra geçer, üstelik 10 yıldır grip olmadım ben, yok yok, hayatta grip değilim, dur bir kahve yapalım da içelim mi ne dersin?" falan filan tarzı boş konuşmalarım pek etkili olmamış olacak ki, ne kendimi ne de evdekileri kandırdım, sabah yataktan tepeleme ismi lazım değil sıvılarla dolu bir burun ve Binbaşı Şefika sesim ile kalktım. Binbaşı Şefika ayrı bir hikaye ama bu nezle ya da hadi itiraf edeyim grip hiç hoş değil.

Aslında oldum olası hasta olmayı sevmişimdir. Yani hastalığı değil de, hasta olduğumda gördüğüm ilgiyi. Çocukken; özellikle ilkokul 1. sınıfta acaip çok hasta olurdum. Boyuna ateşim 42'ye çıkar, "aayyy, çocuk havale geçiriyooorr" diye haykıran anneanneciğimin çığlıkları ile hastaneye kaldırılır, deli gibi doldurulmuş odun sobasının yanındaki divanda baygın bir şekilde yatar, arada baktığım divanın altında da kesik insan elleri görür, aklım birbirine girerdi. Anneanneciğim zavallı, öleceğim korkusu ile çaresizce başıma iğrenç kokulu sirkeli bezler koyar, üstüme bin adet yorgan örterek beni terletir, kucağında taşıyarak banyoya götürür, soğuk sularla yıkar, başımda mırıl mırıl dualar ederdi. Bademciklerim elma kadar büyür, yutkunamaz, konuşamazdım ama o durumda bile mutlu hissederdim kendimi, sürekli benim yanımda benimle ilgileniyor ve her şeyden önemlisi benim için çok üzülüyor diye. Aslında normalde de çok ilgilenirdi zaten ama sapık bir çocuktum zannedersem...

Anneanneciğim ileride artık hiç hasta falan olmadığım zamanlarda bile, içine yerleşmiş, bu çocuk çok zayıf, hasta olmamalı duygusu ile beni sürekli örter, ayaklarıma çoraplar giydirir, okşar, öperdi sanki o ilgisi beni mikroplardan ekstra korurmuş gibi. Aramızdaki neredeyse aşka benzer bu sevgiyi o kadar özlüyorum, o kadar arıyorum ki, annemi sonsuz sevdiğim halde o bile çoğu zaman dolduramıyor onun boşluğunu. Annemle aramızda daha rasyonel bir dostluk var. O benim annem olmaktan öte bir şeyler; daha fazla, daha derin. Ama anneannem tam anneanneydi işte. Ne bileyim?! İyi de ben gripten bu konulara nasıl geldim? Yine konuyu kaçırdım...

Neyse sözün özü bahar gribi oldum ama o kadar önemli değil. Sadece sevgili eşimin nutukları ve peşimden gezip bana vitamin içirmeleri, belin açılıyor üşüyorsun diye azarlamaları ile başetmek durumundayım, ona hak da veriyorum işin kötü tarafı. :) Anneannem yok ama CC ve iki tane annem var. Sevdiklerine şımarmak da bir güzel ki ama ya! Şanslı bir insanım vesselam. :)

Haa, kapatmadan bir tüyo. Normal mendille değil de ıslak mendille silince insanın burnu yara olmuyor, bilmeyenlerin haberi olsun. :)

17 Mart 2008 Pazartesi

ND'nin doğum günü...

Bugün sevgili arkadaşımın doğum günü... :) Kaç yaşında olduğunu söylemeyeceğim, zaten ben de aynı yaştayım ve kendimizi hiç ama hiç o yaşta hissetmiyoruz biz. Sabah konuşurken dedim ki, arkadaşım üzülme yeni çağda eski 30'lu yaşlar 20'li yaşlar, 40'lı yaşlar da 30'lu yaşlar olarak algılanıyormuş artık. Gerçekten de öyle. Aslında hayata yeni başlıyoruz biz ayol. :)

Nice mutlu yıllara sevgili arkadaşım. Seni çok seviyorum. Allah seni başımdan eksik etmesin...


14 Mart 2008 Cuma

Güzel Şeyler...

Bahar geldi ya, dünyanın en güzel şeylerinden biri olan bahar çiçeklerini konu etmezsem olmaz diye düşündüm. Google'da kiraz çiçekleri yazınca olağanüstü fotoğraflar çıkıyor. Benim seçtiğim bu muhteşem fotoğraf bile aslında yetersiz ama onlarca fotoğraf koysam yazı güme gidecek diye düşünerek bunu koymayı uygun gördüm.

















Bahar çok acaip bir mevsim gerçekten. Daha fazla güneş görmeye başlıyoruz bir kere, en güzel yanlarından biri bu. Trafik bile mucizevi bir el dokunmuşcasına rahatlıyor. Ama hiç bir şey baharda çiçek açan ağaçlar gibi olamaz. Memleketimizde ne yazık ki, ağacın, kuşun, çiçeğin değeri az, o yüzden bahar çiçeklerinin tadını fazlaca çıkaramıyoruz çünkü ağaç az! Ama İngiltere'de baharda öylesine köpürür ki ağaçlar; yollar (sanki kar yağmışcasına) bahar çiçekleri ile dolar, onlara kıyamayarak ama çaresizce basarak yürürsünüz. O muhteşem manzarayı özlüyorum doğrusu ne yalan söyleyeyim. Ama yine de bu sabah bizim ofisin karşısındaki apartmanın bahçesindeki ne ağacı olduğunu da tam bilemediğim ağacın çiçeklerine bakınca o bahar sevinci doldu içime. Bizim ofisin bahçesinde kupkuru dalları ile hüzünlü duran ağaca bile yakından baktım, yeşermeye başlamış, bir haftaya kadar o da dayanamaz sanırım, patlatır muhteşem çiçeklerini.

Çocukken, bahçelerin bol, yazların uzun, özgürlüğün sonsuz olduğu günlerde bunları kucağımıza doldururduk ve filmlerdeki gibi kafamıza taçlar yapar öyle gezerdik. Şimdi yap desen yapamayacağım o çiçekten taçların neşesini öylesine özlüyorum ki bazen... Yine de her devrin kendine göre bir güzelliği var işte. Hiç bir şey kalmasa da elimizde; ülkemiz hiç olmadığı kadar karanlık günler yaşıyor gibi görünse de, her karanlığın bir aydınlığı var. En azından bol güneş ve bahar çiçekleri var... Ve çoğu zaman hiç bir şey de göründüğü kadar kötü olmuyor...

6 Mart 2008 Perşembe

Herkes kafasına göre iş yapıyor!

Geçen hafta Pazartesi günü kaza yaptım. Akşam ajanstan çıkmış eve gidiyordum. Sakin bir gün, eve gideceğim, yemek yiyeceğiz, sohbet muhabbet, belki bir film. Sıradan bir gündü aslında. Tam bizim eve inen yokuşa girdim; sağda kocaman bir kamyon gördüm, sokağın başında, ondan sonra hatırladığım tek şey, o sokaktan çıkan bir araca "küüt" diye çarptığım...

Önemli bir kaza değil aslında. Aracı görmeme imkan yoktu, ben çok hızlı değildim, o hızlı çıktı (bence) ama yine de onun sol ön tarafı benim ise sağ ön tarafım biraz dağıldı o kadar. Sakince arabadan çıktım. Sakince arabayı kilitledim (ne olur ne olmaz diye). Adamla birbirimize "geçmiş olsun" dedik. Ben CC'yi aradım, o da polisi. Eve çok yakın olduğumuz için CC hemen geldi. Polis ise 1,5 saat sonra falan ancak olay yerine varabildi, farları ışıkları yanmaz bir halde hem de.

Olay o kadar açıktı ki. Ben ana yoldayım, adam tali yoldan hızla çıktı, ben çarptım (herkese adam bana çarptı dediğim için CC hala dalga geçmekte benimle), kusurun tamamı onda. Onun da kaskosu var, benim de ama gerek de yok. Sonuçta benim bir hatam yok... diyorum ben, hatta adam da aynı şeyi söylüyor. Polis bir şey bile sormadı. Baktı, raporu hazırladı, alkol muayenesi yaptı, "geçmiş olsun" dedi, "raporu yarın sabah 10:00 gibi alırsınız" diye de ekledi, çekti gitti.

Biz, ertesi gün, Selamiçeşme Trafik Şube'ye kaza raporunu almaya gittik. Raporda 8'de 8 ben kusurlu görünüyorum! Ama o kadar eminim ki (hatta CC de öyle) kusurun tamamen karşı tarafta olduğundan, bin kere baktım, nereye yanlış bakıyorum diye. Yok, meğerse kusurun tamamını bana vermiş polis. Meğerse orası bir kavşakmış! Meğerse ben kavşaklarda yol sağdan gelenindir kuralını çiğnemişim! O anda delireceğim sandım. :) Hele de kaza yaptığımız adam gelip "abla, ben biliyordum zaten de söyleyemedim" deyince iyice delirdim... Geniş bir cadde, ona bağlanan daracık çıkmaz bir sokak, herhangi bir kavşak işareti yok, ışık yok, uyarı yok! Nasıl kavşak oluyor? Bilemiyorum.

Biz olayı şöyle çözdük. Kazayı yapan adam kaportacı. Muhtemelen polis arkadaşları, işleri düştüğünde halletmek için tavladı. Muhtemelen bir tanıdığı vardı. Muhtemelen ben olayın tersine döneceğinden hiç şüphelenmediğim için bir arada derede işi bağladı.

Türkiye Cumhuriyeti'nde adaletsizlik artık heryere bir virüs gibi bulaşmış durumda. 2 haftadır arabasızım. Üstelik araba annemin arabası. Kaskodaki %60 indirimini benim yüzümden, hem de adaletsizce bir karar yüzünden kaybetti, hiçbir hatası yokken. Bu adaletsizlik herkesin yanına kar kaldı. Trafik Mahkemesi'ne başvursan olay 3-4 sene sürüyormuş, başvursan bir türlü, başvurmasan bir türlü...

Hep derdim ki kötülük heryerde var. Heryerde olduğu kadar bizde de var. Ama artık oransal olarak o kadar arttı ki, bazen duyduklarıma, yaşadıklarıma inanamıyorum, gerçekten çok acı ama bu milleti kendime ait hissedemiyorum, uzaklaşıyorum... Üzülüyorum, hem de çok üzülüyorum!