Sıradan bir kadının yaşamı, gitiği yerler, günlük düşünceleri, hayata bakışı, rahatsız oldukları, mutlu oldukları, çevresindeki insanlar, merak ettikleri, ilgilendikleri vs. vs. vs.
23 Haziran 2008 Pazartesi
Kim Avrupalı, kim değil?
Ben turnuvanın takımlarını sınıflandırdım, Cenajans/Grey'de biz her yıl ajansın "en"lerini seçerdik, bu da ona benzer bir şey olacak. Bir yıl ben "en çalışkan" seçilmiş, sertifikamı elime almış ve 5 gün sonra MNK tarafından işten çıkarılmıştım. :) 22 gün sonra tekrar işe alındım ama onu da yazayım da hakkını yemiş olmayayım. Tazminatımı almış oldum, allah razı olsun, hatta o para ile de çok sevdiğim Peugeot 306'yı almıştım. Ne güzel arabaydı yahu! Neyse konuyu yine dağıtmayayım, gelelim "en"lere...
En şapşal takım: Yunanistan. Geçen kupada şampiyon ol, bu kupada çeyrek finale bile çıkama. Şapşallık değil de ne yani? Sadece savunma yaparak olmuyor işte bu işler...
En manyak takım: Elbette Türkiye. Bayılıyorum dünya yazarlarının yaptıkları yorumlara. "Maçın sonunda sahaya uzay gemisi inse, şaşırmazdım" demiş birisi Çek maçından sonra. Adam haklı. Bir de bir İngiliz muhabir ölçmüş, tüm turnuva boyunca; uzatmalar, onların uzatmaları, duraklamaları vs. dahil 9 dakika, sadece 9 dakika galip oynamışız. Manyaklık değil de ne yani? Ha bir de Hırvat Teknik Direktör'e bayıldım, Biliç'e; "ben nasıl bir taktikle oynadıklarını çözemedim ki tedbir alayım" demiş. Daha ne diyeyim yani, taktik falan yok ki, kafası kesilmiş tavuk gibi sahada koştur, elinden geleni yap, yabancı antrenörler seni gördüğünde, "haa, bu adamda iş var desin" o arada bizim takım da bir şekilde paçayı yırtsın taktiği, tam bizim kafa. Aptala çevirdik herkesi, helal olsun bize!
En bahtsız deve: Çekoslovakya kalecisi Cech. Sen dünyanın en iyi kalecilerinden biri ol, Chelsea gibi takımın kurtarıcısı diye yorumlar olsun hakkında, üstelik sahaya o karizmatik başlıkla çık, ekstra fark yarat, dikkat çek, sonra da dandik bir golle perişan ol. Bahtsız deve değil de ne?
En sıkıcı takım: Rusya. Yani ne diyeyim? Kusura bakmasınlar ama çok sıkıcılar. Nasıl bir oyun oynadıklarını tam olarak yorumlayamayacağım, kendimi hiç bir şekilde futbol uzmanı görmüyorum ama maçlarında çok sıkıldığım kesin. Arşavin kaldı aklımda bir tek, o da ağlıyordu maçtan sonra yazık, üzüldüm çocuğa. Kastı herhalde kendimi maçta. Ama haksızlık da etmeyeyim Ruslar Hollandalıları aptala çevirdi, hiç oynayamadı çocuklar. Hiddink'i biz 7-8 ayda kovmuştuk değil mi FB olarak? Ya ne bomba takımız ya, vallahi! :)
En sıkıcı maç: Rusya'ya haksızlık olmaması için bunu da yazayım, dün akşamki İspanya -İtalya maçı gerçekten çok çok sıkıcıydı. Sanki oynamamak için sahaya çıkmış iki takım. İtalya sadece defans yaparak ve gol yemeyerek oyunu önce orta sahaya sonra da penaltı atışlarına mahkum etti. Oyun mahalle maçından hallice, İspanya'nın biteviye gol atma çabaları ve beceriksizlikleri ile nihayete erdiğinde ben zaten uyukluyordum. Penaltı atışlarını yarım göz seyrettim ama sonucunu kavrayamadım bile. Çok da önemi yoktu. Biz bu İtalya'yı da, çok gözümüzde büyüttüğümüz İspanya'yı da haklardık zaten. Yani sıkıcısınız oğlum, sıkıcı...
En karizma teknik direktör(ler): Burada seçim yapamadım, o yüzden Joachim Loew ile Frank Rijkaard eşit paylaşıyorlar bu konumu. Teknik direktörden çok Damat&Tween'in beyaz gömlek ilanlarına çıkmış mankenlere benzedikleri için. :)
En her yeri ayrı oynayan teknik direktör: Tabii kiiii Fatih Terim. Ya bu adam beni öldürecek, bir insan bu kadar mı tikli olur? Onunkiler tik de değil bence, o kendine bir havalar yapıyor. Hiç bir şekilde eleştiri kaldıramayan, doğru dürüst bir taktik de ortaya koyamayan ama çok başarılı bir teknik direktör?! Bence kondisyon konusunda yaptıkları ve adamları gazlama şekli çok başarılı dolayısı ile allah için bir şekilde başarılı...
En gıcık hakem: Valla bana Herbert Fandel gibi geldi. Adam İspanya'nın bir çok kere hakkını yedi, penaltılarını vermedi, sanki içinden Almanya'nın karşısına İspanya çıksın finalde istiyor gibiydi, tabii bizi çıtır çıtır yiyeceklerini düşünerek bunu düşünmüş olmalı ama bilemiyorum, bizim işimiz belli olmaz, bu final Rusya-Türkiye bile olabilir. O zaman da artık şampiyonanın adını Avrasya 2008 yaparlar.
En zavallı seyirci: Hırvatistan seyircisi elbette. Sen artık bu iş oldu de, uzatmaların uzatmasının duraklamalarında gol ye, aslında bahtsız deve mi demeliydim bilmiyorum ki. :)
En yok yere prim toplayan karakter: RTE. Helal olsun diyorum yine de. Halkına şirin göründü, her şeyi unutturdu, sempati kazandı, TFF'nun başkanının eşine sarılarak da ekstra prim kazandı, hemen abdest almış mıdır acaba maçtan sonra?..
20 Haziran 2008 Cuma
Nasıl bakacak (afedersiniz) öküz gibi bakıyor!
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doçent Dr. Hülya Uğur Tanrıöver başkanlığındaki ekip "Medyada Kadınların Temsil Biçimleri" konulu bir araştırma yapmış. Sonuçlar elbette hiç birimizi şaşırtacak şeyler değil: Haberler, manşetler, içerikler yapılırken kadınlar, bireysel varlığı olmayan eş ve anne, magazin malzemesi, konu mankeni, cinsel nesne olarak kurgulanıyor ve tamamen yok sayılıyor.
Araştırma; Medya İzleme Grubu’nun (MEDİZ) yürüttüğü "Medyada Cinsiyetçiliğe Son" kampanyası kapsamında hazırlanmış ve sonuçlar, gazeteciler Ferai Tınç, Ayşenur Arslan ve Şirin Payzın’ın da katıldığı basın toplantısında kamuoyuna duyurulmuş.
Doç. Dr. Tanrıöver, araştırmanın bu yılın ocak ayında iki hafta boyunca 10 gazete, 5 radyo, 5 internet sitesi ve 5 televizyon kanalının izlenmesiyle yapıldığını belirtmiş, "Araştırma sonuçları da gösterdi, medya erkeklerin egemenliğinde. Medyanın genelinde kadınların aleyhine cinsiyetçi bir söylem egemen. Haberler, manşetler, içerikler yapılırken kadınlar, bireysel varlığı olmayan eş ve anne, magazin malzemesi, konu mankeni, cinsel nesne olarak kurgulanıyor ve tamamen yok sayılıyor" demiş. Tanrıöver, araştırmanın, üniversitelerde başörtüsü konusunun TBMM’de görüşüldüğü dönemi kapsadığına dikkat çekmiş ve "Başörtüsü gündemin en temel maddelerinden biri olmasına karşın, kadınların örgüt ve eylemlerine ilişkin haberlerin temsil oranının yüzde 2’nin üzerine çıkmaması ilginçtir. Hatta siyasal duruşu ve iktidarla ilişkileri nedeniyle başörtüsü yasasının kaldırılmasından yana olan medyalarda bile, haklarını talep eden kadınların eylemlerinde, konu üzerine fikir yürüten erkek yorumculara yer verilmesi dikkat çekicidir." diye de eklemiş.
Ben artık bunu üzerine ne diyeyim, benden bin kat yetkin birisi zaten söylemiş. Ha, bu bize özgü bir şey mi? Kadınların cinsel obje olarak gösterilmesi hayır değil ama kalanlar sadece bize ve 3. dünya ülkelerine özgü. Eh zaten biz de onlardan biriyiz, eğri oturalım doğru konuşalım. Yoruluyorum bazen, allah biliyor ya, yoruluyorum...
Ben bunu istiyorum!
Evet itiraf ediyorum, marka bağımlısı bir insanım. Özellikle teknolojik aletlerde, mutfak eşyalarında, giyimde; allahım sanırım her şeyde alıştığım, bildiğim markayı kullanmak istiyorum. Reklamcı olduğum ve insanların nasıl marka bağımlısı olduğunu, nasıl yapıldığını detayları ile bildiğim halde böyle olmam sanırım utanç verici ama elimde değil ve ben bunu istiyorum. Sony kullandım, Toshiba da ama yok ben HP'ciyim. Ve bu benim olmalı! :)
Kuşaklara dikiz...
İş Bankası'nın yeni bir kampanyası var. Film aslında mp3 çalar ya da Sony Walkman telefon filmiymiş falan geldi bana ilk başta yani algı için en az 2 kere seyretmek gerekiyor. Normalde bu zaten 3+'dır. Yani hedef kitlenin en az 3 kere filme maruz kalması gerekir ki algı oluşsun. Dolayısı ile normal. Kampanya aslında basit. Karnesini gösteren her çocuğa Alice Harikalar Diyarında kitabı hediye ediliyor. Ama film olağanüstü sıcak, sakin akan, etkileyici bir film. Promosyon fikri de altına imza attığı sosyal durum da (okumayı desteklemek fikri ya da yaz tatili okumak içindir fikri diyebiliriz) takdirimi kazandı, süper bir iş.
Ha, bir de bugünlerde (hani yaz da geldi ya!) İngilizce öğretme kampanyaları moda. Herkes bütçesine göre tabii, anımsayabildiğim kadarı ile Star gazetesi çeviri yapan bir kalem veriyor. Reklam filmi de süper "van, tuu, tirii, foor" diye İbrahim Tatlıses'in şarkısından hallice bir dublaj ve felaket ötesi bir film kalitesi ama kimin umurunda eminim kampanya iş yapacaktır. Yine yanlış hatırlamıyorsam Sabah Gazetesi de İngiltere'de dil kursu promosyonu yapıyor ama mekaniği nasıl tam çözemedim. Filmde ise Avrupa başkentlerinin simgelerini anımsıyorum sanki. İkisi de birbirinden felaket filmler. Bir de çok gazete kampanyası yapmış biri olarak söyleyeyim, artık bu kim ne yaparsa ben de onu yapayım durumu çok komik kaçmaya başladı. Allah aşkına yeter!
Şimdi yaz geldi ya, meyve suyu filmleri de tam gaz. Cappy'nin yeni ambalajı ile çok kısa, mesajı pek de akılda kalmayan bir filmi, Netto'nun Muzaffer Kuşhan'la yaptığı 8 kırmızı meyve (sanırım böyleydi) filmi ve Tamek'in yeni, danslı, eğlenceli filmi ilk aklımda kalanlar. Netto bu sefer iş yapacak sanırım, eğer görünürlüğü sağlarlarsa bu film, ürün farklılaşması da olduğundan şeytanın bacağını kırmalarına neden olacaktır. Tamek ise Cappy'den farklı bir şey söylemiyor, film kalitesi yüksek o kadar. Maksat güzel bir film yapalım, yayına sokalım gibi olmuş bana kalırsa.
Aslında bu milli takım sponsorluğu filmleri için uzun zamandır yazmak istiyordum da fırsat olmamıştı. Benim listem 1. Turkcell, 2. Coca-Cola, 3. Garanti, 4. Ülker, 5. PO. Başka var mıydı, anımsayamıyorum. Turkcell filmi, evet biliyorum eski film, evet şarkısı Lady Darbanville ve çok saçma ama kabul edelim çok güzel iş. Taklit olduğunu söyleyenler de var, bunu araştırma fırsatım olmadı doğrusu ama Leo Burnett güzel iş yapıyor, duygusal bakıyor olabilirim ne de olsa eski ajansım ve çok severim. :) Coca-Cola bence çok çok sıcak, senkron süper, yaratıcı düşünceler var, cansız objelerin hareketi gibi ki bana çok sıcak geldi, hele 3 tane teyzenin tezahüratı süper. Tüketici gözü ile bakınca başarılı bence. Garanti ise ne diyeyim; Amerikan Futbolu, Rugby, bilgisayar oyunları her şey var. O karakterler bana çok korkunç ve uzak geliyor ve hareketleri çok yapay ama asıl hedef kitle gençler ve bilgisayar oyunu manyağı bu kitleye çok yakın gelecektir eminim, hatta oyunu ya da çizgi filmini de yapıyorlarmış galiba. Yalnız kapıdan ilk çıkanın Sabri olması biraz komik kaçıyor. :) Ülker'e yorum yapmıyorum, PO ise neden yani diyorum, neden benzin istasyonunda top oynanıyor, ürün de görünsün diye mi?...
Haftasonu kuşakları biraz daha inceleyelim, yine yorum yapacağım, yorum yapmak bedava nasıl olsa. Bu arada bizim yeni filmlerimiz de yayına girdi; Muhabbet Card için yaptığımız 3 film. Onları da buraya koyayım değerlendirmeleri beklerim. Eleştiri serbest. :)
19 Haziran 2008 Perşembe
İsmine hastayım...
Neyse uzatmayayım; Antalya'dan dönüş yolunda İnsuyu Mağarası'na da uğrayalım dedik, mağara Antalya-Burdur karayolu üzerinde Burdur'a 13 km uzaklıkta. Yoldan içeri girince zaten hemen geniş bir meydan ve otoparka ulaşıyorsunuz, mağaranın girişi de merdivenlerden çıkınca.
Bu kez tedbirli davrandım, ayağımdaki şıpıdık terlikleri çıkarıp spor ayakkabılarımı giydim, çantama ince bir kazak da koydum ve daldık mağaranın içine. Sonra o kazağı hiç giymediğim için dondum ama bunu niye yaptım ya da niye yapmadım sormayın, hiç bir fikrim yok, şu andaki gripli halimi o akılsızlığıma borçlu olabilirim, bu vesile ile kendimi de tebrik edeyim...
Mağarının adının İnsuyu olmasının sebebi şu ki içinde onlarca göl var. 1965'teki keşfinden beri; araştırdığım kadarı ile 1993'te büyük bir araştırma daha yapılmış ve yeni bölümler keşfedilmiş, Atlas dergisi'nde görebildiğim kadarı ile son zamanlarda da yapılmış bazı keşifler var. İlginç olan burada şifalı yer altı suları var ve yıllardır bu suları Burdur ilinin şebeke suyu!!! ve tarım alanlarının sulaması için kullanmışlar, bu da bize özgü saçmalıklardan biri anladığım kadarı ile. Bu yüzden mağarının suları çekilmiş, en büyük gölünün suyu 2 m alçalınca da yeni galeriler çıkmış ortaya. Şimdi onlarda da bilimsel araştırmalar yapılıyormuş, yakında oralar da ziyarete açılabilir. Tabii suların çekilmesi nemin azalmasına ve sarkıt dikit oluşumlarının zarar görmesine neden olmuş biraz da. Elindekini bu kadar hor kullanan millet bir biz varız sanırım, ne diyeyim artık, söyle söyle bitmiyor, her gün yeni bir şey çıkıyor...
Bu arada fotoğrafın solunda gördüğünüz arkadaşlar trabzanlardan atlayıp aşağı göle inen, orada ne yaptıkları belli olmayan (bolca şamata hariç) ve sonra yine tırmanarak yukarı çıkan amaçsız kardeşlerimiz!
Mağaranın içini gayet güzel yapmışlar, gezinti yolları ve ışıklandırma başarılı. Kalabalık da sayılabilir, ziyaretçisi çok, yol üstü olmasının da katkısı var sanırım. Yalnız çok etkileyici bir yer, renk renk kaya oluşumları var, üzerilerine yansıtılan projektörlerle daha da haşmetli görünüyorlar. Bir de bir galeriden bakıp çok daha uzaktaki başka bir galeriyi ve onun trabzanlarını görebiliyorsun, bana biraz Gülün Adı romanındaki kütüphaneyi çağrıştırdı, çok etkileyici bir yer. Bir de dilek gölü var, muhtemelen eskiden içine para atılıp dilek dileniyordu ama artık suyu kalmamış, dolayısı ile anlamı da.
İçeride gezerken aşağıdaki tabelayı görünce bir an şaşırdım, oysa şaşırmam saçmaydı, canım milletim her gittiği yere bir iz bırakmaktan hoşlanır, onları da fotoğrafladım, Hasan allah seni bildiği gibi yapsın Hasan!
İnsuyu Mağarası böyle işte. Gidilip gezilmesi keyifli bir yer, mağaradan çıkınca suratınıza çarpan sıcakla biraz şaşırıyorsunuz, keza içeri girince çarpan serinlikle de. Çıkınca bir çay içmek de keyifli hani...
18 Haziran 2008 Çarşamba
CNN Türk'e gıcık oldum...
17 Haziran 2008 Salı
Patara'nın çiçekleri...
Burası da benim Kalkan'daki en sevdiğim cafe. Cafe del Mar. Harika bir ambiansı var, çok da şeker bir garson kız vardı. CC Latte, ben Türk Kahvesi içerek geleni gideni seyrederek keyif yaptık. Yemekleri de güzele benziyor ama denemedik doğrusu...
16 Haziran 2008 Pazartesi
Tlos diye bir yer mi varmış?!
Tlos'un adını ilk kez duydum doğrusu, utanç verici ama gerçek... CC bahsetti, o da adını unutmuştu, sora sora bağdat bulunur, uydurmayı sever milletimiz sayesinde önce Silos sonra Tlos olduğunu öğrendik buranın :) ve Ölüdeniz dönüşü bir de oraya uğrayalım dedik, nasıl olsa hava da geç kararıyor, hem de gün batımını seyrederiz...
Gün batımı yanında ay doğumu da var, büyüledi beni bu anfitiyatro, güzel fotoğraf çekmişim allah için. :)
Tlos beni çok şaşırttı. Burası yeni keşfedilmiş aslında. 90'lı yılların başına kadar bilinmiyormuş. Anladığımız kadarı ile hala da sistemli bir arkeolojik çalışma sürmüyor, herşey kendi haline bırakılmış, eh benim yanımda nasıl olsa tarihçi bir kocam var, ben de meraklıyım, bizim için çok sorun olmadı tabii ama buranın kendi kaderine terk edilmiş bir yer olması da insanın canını acıtıyor. Bazen hak veriyorum İngilizlere, Almanlara, bizim bütün kültür değerlerini kaçırdıkları için, ne de olsa hiç bir şekilde kıymet vermiyoruz, hele de Osmanlı'da bunlara "bizde taş çok gelin alın" şeklinde bakıldığı için, genetiğimiz böyle ne diyeyim?!
Bu arada yukarı çıkarken yanından yürüdüğümüz bu küçücük dereyi de paylaşayım dedim, minicik zarif çiçekleri ve berrak suyu ile çok tatlıydı. :)
Neyse, lafı uzatmayayım, Tlos'un tarihi M.Ö. 2000'e kadar uzanıyor. Gerçekten çok çok etkileyici bir anfitiyatro, akropol ve birçok yapı var. Kalıntılar Likya döneminden başlıyor, sonra Erken Roma, Bizans hatta Osmanlı'ya kadar uzanıyor. Aslında Tlos inanılmaz stratejik bir noktada, tam bir tepe ve onun eteklerine konumlanmış ve tepedeki kaleden 360 derecelik bir manzara, gözünün alabildiğine ova ve dağlar görünüyor. Yani adamlar öyle bir yere yapmış ki, herhangi bir saldırıda düşmanın gelişini 1 gün önceden görebiliyorlardı sanırım...
Osmanlı'da tabii tarihi mirasın öylesine değeri yokmuş ki, 19. yy'da bölgeye atanan Ali Ağa adlı idareci kendi ve mahiyeti için yaptırdığı binalarda da bu kalıntıların taşlarını kullanmış, acaip yani, gezerken alakasız işlemeli taşları, duvar taşı olarak harcın arasında görüp çok üzüldüm.
Tlos'da muhteşem bir gün batımı yaşadık (fotoğrafa bakar mısınız?), kral mezarlarını, anfitiyatroyu, akropol'ü her yeri kendi malımızcasına gezdik dolaştık, bizden başka neredeyse kimse yoktu. Kalenin en tepesine çıkıp orayı da fethettik, Türk Bayrağı vardı, orada pozlar verdik karşılıklı birbirimize CC ile. :)
Ben Tlos'u çoook sevdim, herkese tavsiye ederim, Fethiye - Kaş yolunda, Saklıkent'e giderken, zaten tabelalar var kesinlikle kaçırmazsınız, mutlaka gidin...
6 Haziran 2008 Cuma
Hem ziyaret hem ticaret...
Dünyanın en güzel güneş batışlarından biri de burada, tepenin adını şimdi unuttum, öğrenip buraya ayrıca yazarım. Burada bayağı zaman geçirdik, doktorların da bir partisi vardı, aralarına karıştık, CC ve AK beni utandırdılar bayağı :) gidip şarap aldılar, doktor numarasına yatıp, şarap içip manzaranın tadını çıkardık, utandım falan ama bayağı da hoşuma gitti. Bir de inanılmaz derecede uzak doğulu kaynıyor burası. Sanki ne kadar Japon, Koreli falan varsa buraya akıyor. Onlarla da hafif Tarzanca bir muhabbete girişmedik değil yani...
Ertesi gün toplantılarla geçtiğinden yazacak pek fazla bir şey yok, yediğimiz sucukları, pastırmaları anlatmak istemiyorum, ayıp olacak. :)
4 Haziran 2008 Çarşamba
Denizli'nin nesi meşhurdu?..
Denizli'nin acaip güzel bir havaalanı var. Tiran'ın havaalanı ile karşılaştırınca örneğin; kat be kat büyük ve güzel bir havaalanı ama çelişki işte günde sadece 2 uçuş var. İkisi de THY ve ikisi de İstanbul. :) Bu yüzden havaalanı çalışanları sabah 05:30 gibi iş başı yapıp, 09:00 gibi bırakıyor sonra akşam 17:00 gibi yeniden iş başı yapıp, 21:00 gibi bırakıyorlarmış. Süper bir çalışma sistemi vallahi ne diyeyim...
Denizli'ye hiç gitmemiştim. Bu yüzden şaşırtıcı oldu benim için çünkü düşündüğümden çok daha modern, çok daha güzel, en önemlisi çok ama çok yeşil bir şehir buldum karşımda. Biraz İzmir, biraz Selanik ve binaların renkliliğine bakınca biraz da Tiran'ı andırıyor. Her yer palmiyelerle dolu, gerçekten çok güzel. İnsanlar çok modern, bütün büyük markalar var. Eh ne de olsa bir sanayi şehri, özellikle de tekstil sektöründe ne kadar güçlü olduğu malum.
Gideceğimiz yerin Acıpayam olduğunu öğrendiğimizde daha önümüzde 75-80 km.lik bir yol olduğunu da öğrenmiş olduk ve araba kiraladık. Acıpayam, Antalya yolu üzerinde, çok şirin bir kasaba. Hemen Denizli çıkışında bu yolun girişinde Teras adında bir yerde kahvaltı ettik. Kahvaltı dediysem, görmeden inanmazsınız, bir kuş sütü eksik. ÜÜ ve ben de yemek yemeyi hiç sevmeyiz, allah için, zevkten dörtköşe olduk, üzerine muhteşem yeşillikler içindeki manzara da eklenince değme keyfimize. Bu iş seyahatleri hiç de fena değil canım. :)
Bu arada menüdeki "mantar teratör"ün ne olduğunu biz çözemedik. Çözebilen varsa beri gelsin. :)
Acıpayam, dolayısı ile Antalya yolu öylesine güzel ki, Toroslar, yemyeşil tarlalar ve gelincikler insanı kucaklıyor. Büyüleyici bir manzara gerçekten, başım döndü, mutluluktan midemde kelebekler uçuştu. Yeşil muhteşem bir şey ve ben doğaya gerçekten aşığım.
Acıpayam'da toplantımızı yaptık, oldukça da uzun sürdü, dolayısı ile Pamukkale'ye zaman kalmadı. Biraz da yüzsüzlük olacaktı zaten, doğrusunu söylemek gerekirse :) ama yine de kuyu kebabı yemeye zaman kaldı. Allahım, vejeteryan olamadığım için beni affet, kendimi çok suçlu hissediyorum ama çok güzel ne yapayım? :) Hele üzerine manzara da eklenince...
Yine aynı yol üzerindeki Serinhisar kasabası da leblebisi ile meşhurmuş. Ben leblebiyi sadece Çorum'a ait bilirdim ama öyle değilmiş, burada onlarca leblebi mağazası var, çikolata kaplısı, şekerlemesi vs. bir çok çeşit de bulunuyor. Ayrıca meşhur buldan bezleri, örtüler, havlular, bornozlar da süper ve fiyatları uygun, yolunuz düşerse faydalanın mutlaka. :) Aynı tekstil ürünleri Denizli'nin içinde meşhur Babadağlılar Çarşısı'nda da çok uygun fiyatlarla var ve esnaf, her zamanki gibi çok sıcak ve yardımcı...
Denizli maceramız da böylece bitti, 300 km'ye yakın yol yaptık, sıkı bir toplantı ama allah için çok yorucu oldu diyemem. Dönüşte yine uçak yolculuğunu hatırlamıyorum. Yolda uyuma yeteneğim olduğu için kendimi takdir ediyorum... :)
Not: "Denizli'nin nesi meşhurdu allah aşkına?" diye bütün gün düşündükten ve ÜÜ'den de (sanırım benimle dalga geçmek için olsa gerek) hiç bir cevap alamadıktan sonra, dönüş yolunda kafama dank etti. Tabii ki "horoz"u meşhur! Etrafta pek horoz göremedim doğrusu, bence buldan bezi meşhur, bu da böyle biline!..
1 Haziran 2008 Pazar
Leyleği havada gördüm...
Kayseri'ye bu ikinci gidişim oldu. İlk gidişimde günübirlik gittik, uzunca bir toplantı olduğundan çok da bir şey anlamadım doğrusu ama yine de kapalıçarşıyı gezmeye fırsat oldu ve muhteşem Türkiye'min muhteşem insanlarının bir dolu görüntüsü ile döndüm. Bazı şeyler; özellikle kültür zorlamaları o kadar yapıştırma ki, bunlardan mizah çıkarmak çok kolay elbette ve bende de bolca malzeme var. Bir yandan da düşününce içinde bulunduğumuz (tabiri mazur görün ama öyle) zavallı duruma üzülüyorum. İngiliz dili ve Amerikan yaşam tarzı pompalanan insanlarımız bir yandan buna uyum sağlamaya çalışıyor, bir yandan bu yaşam tarzını kendimizinkine adapte etmeye uğraşıyor o yüzden de sık sık ortaya komik manzaralar çıkıyor.
Buyrun ilk Kayseri gezisinden manzaralar...
Bilmiyorum yukarıdaki sarı fon kartonunda yazan yazı net görülebiliyor mu ama şöyle yazıyor: Ayput'a müzik atılır! Buradaki ayput : i-pod oluyor. :) Canım Türkiye'm işte. :)
Bilmem ki ne desem, nasıl etsem? Contur Center! Anadolu'ya yayılınca görüyorsunuz ki insanlar parası kadar kontör yükletiyor. Yani sistem tersten işliyor. 7 kontör yükle diyor mesela. Ve bu işleme de kontör parçalama deniyor. Her işe kendi yorumumuzu katabilecek kadar akıllı bir milletiz de, bu işler ters işler oluyor ne yazık ki...
Bilal Teknik'e tek kelime ile bayıldım, süpürge hortumundan başlayarak her tür ıvır zıvırın satıldığı, İngilizlerin deyimi ile "miscellenaous" bir dükkan. İşin teknik kısmı nerede onu ise tam çözemedim, içerilerde bir yerlerde olacak. :)
Her tür video ve kamera kasetlerin CD'ye dönüşüm merkezi! İşin ilginç tarafı bu çarşıda bunlardan en az 20 tane var. Demek ki hepsi bir şekilde iş yapıyor. Helal olsun...
Korkmazyürek Ticaret'in yapmadığı iş yok. Bir koltukta kaç karpuz allah bilir. :)
ÜÜ'nün elini tuttuğu asker kıyafeti giymiş çocuğu ben ilk gördüğüm an gerçek sandım desem!? Gerizekalı demeyin, vallahi pek gerçekçiydi. Yalnız ayaklarına baksaydım anlardım canım. :)
Kayserililer çok neşeli insanlar. Oldukça muhafazakar bir şehir. Hatta içkili restoran falan bulmak olası değil. Çok modern giyimli kadınlar ile muhafazakar giyimliler bir arada. Aşırı da bir outdoor çılgınlığı var. Sanayileşme fazla ve bütün üreticilerin dev totemleri yollarda, ana yollarda sergileniyor. Şehir kocaman caddeleri ile dikkat çekiyor ama bence güzel bir şehir değil. Çirkin bir yapılaşma var. Güzelim anadolu evleri aralara sıkışmış.
Tabii pastırma ve sucuğu ile ünlü şehirde her köşe başında pastırmacı bulmak olası. En ünlüleri olan Şahin, Başyazıcı ve Özdanacı herkese kapı komşu diyebilirim. Şahin'in satıldığı Dayı Yeğen Pastırmacılık mağazasında o kadar çok alışveriş yaptık ki (ayıptır söylemesi) bize kral ve kraliçe muamelesi yaptılar. Ama gözlemledim, 200 gr pastırma alıp gidene de aynı muameleyi yapıyorlar. Anadolu esnafının terbiyesine bir kez daha helal olsun dedim. Bir de aşırı derecede fazla cep telefoncu var. Akıllara zarar adette ama bu mağazalar. Bu kadar çok iş yapıyorlar mı gerçekten inanamıyorum.
Genelde bozkır bir şehir Kayseri ve sıcak olunca da soğuk olunca da insanı pek rahatsız etmiyor. Erciyes'ten gelen bir Gömeç Yeli varmış. Bu rüzgarın özellikle pastırma ve sucuğun kurumasında etkisi olduğu, lezzetinin de bu yüzden daha fazla olduğu söylendi bize. Kayseri'de de her yerde olduğu gibi yemeden duramadık. Deyim yerindeyse "sınırsız" yemek yiyerek vasıl olduk İstanbul'a, göbeklerimizde 2 gün inmeyen bir şişlikle...
Bir sonraki yazıda, ikinci gidiş, Kayseri'den Ürgüp'e geçiş ve ayrıca Denizli notları...