23 Haziran 2008 Pazartesi

Kim Avrupalı, kim değil?

Neredeyse tüm maçlarını seyrettim o yüzden Euro 2008 ile ilgili iki satır bir şeyler yazmazsam çatlarım dedim, aldım klavyeyi önüme. Haydi bakalım...

Ben turnuvanın takımlarını sınıflandırdım, Cenajans/Grey'de biz her yıl ajansın "en"lerini seçerdik, bu da ona benzer bir şey olacak. Bir yıl ben "en çalışkan" seçilmiş, sertifikamı elime almış ve 5 gün sonra MNK tarafından işten çıkarılmıştım. :) 22 gün sonra tekrar işe alındım ama onu da yazayım da hakkını yemiş olmayayım. Tazminatımı almış oldum, allah razı olsun, hatta o para ile de çok sevdiğim Peugeot 306'yı almıştım. Ne güzel arabaydı yahu! Neyse konuyu yine dağıtmayayım, gelelim "en"lere...

En şapşal takım: Yunanistan. Geçen kupada şampiyon ol, bu kupada çeyrek finale bile çıkama. Şapşallık değil de ne yani? Sadece savunma yaparak olmuyor işte bu işler...
En manyak takım: Elbette Türkiye. Bayılıyorum dünya yazarlarının yaptıkları yorumlara. "Maçın sonunda sahaya uzay gemisi inse, şaşırmazdım" demiş birisi Çek maçından sonra. Adam haklı. Bir de bir İngiliz muhabir ölçmüş, tüm turnuva boyunca; uzatmalar, onların uzatmaları, duraklamaları vs. dahil 9 dakika, sadece 9 dakika galip oynamışız. Manyaklık değil de ne yani? Ha bir de Hırvat Teknik Direktör'e bayıldım, Biliç'e; "ben nasıl bir taktikle oynadıklarını çözemedim ki tedbir alayım" demiş. Daha ne diyeyim yani, taktik falan yok ki, kafası kesilmiş tavuk gibi sahada koştur, elinden geleni yap, yabancı antrenörler seni gördüğünde, "haa, bu adamda iş var desin" o arada bizim takım da bir şekilde paçayı yırtsın taktiği, tam bizim kafa. Aptala çevirdik herkesi, helal olsun bize!
En bahtsız deve: Çekoslovakya kalecisi Cech. Sen dünyanın en iyi kalecilerinden biri ol, Chelsea gibi takımın kurtarıcısı diye yorumlar olsun hakkında, üstelik sahaya o karizmatik başlıkla çık, ekstra fark yarat, dikkat çek, sonra da dandik bir golle perişan ol. Bahtsız deve değil de ne?
En sıkıcı takım: Rusya. Yani ne diyeyim? Kusura bakmasınlar ama çok sıkıcılar. Nasıl bir oyun oynadıklarını tam olarak yorumlayamayacağım, kendimi hiç bir şekilde futbol uzmanı görmüyorum ama maçlarında çok sıkıldığım kesin. Arşavin kaldı aklımda bir tek, o da ağlıyordu maçtan sonra yazık, üzüldüm çocuğa. Kastı herhalde kendimi maçta. Ama haksızlık da etmeyeyim Ruslar Hollandalıları aptala çevirdi, hiç oynayamadı çocuklar. Hiddink'i biz 7-8 ayda kovmuştuk değil mi FB olarak? Ya ne bomba takımız ya, vallahi! :)
En sıkıcı maç: Rusya'ya haksızlık olmaması için bunu da yazayım, dün akşamki İspanya -İtalya maçı gerçekten çok çok sıkıcıydı. Sanki oynamamak için sahaya çıkmış iki takım. İtalya sadece defans yaparak ve gol yemeyerek oyunu önce orta sahaya sonra da penaltı atışlarına mahkum etti. Oyun mahalle maçından hallice, İspanya'nın biteviye gol atma çabaları ve beceriksizlikleri ile nihayete erdiğinde ben zaten uyukluyordum. Penaltı atışlarını yarım göz seyrettim ama sonucunu kavrayamadım bile. Çok da önemi yoktu. Biz bu İtalya'yı da, çok gözümüzde büyüttüğümüz İspanya'yı da haklardık zaten. Yani sıkıcısınız oğlum, sıkıcı...
En karizma teknik direktör(ler): Burada seçim yapamadım, o yüzden Joachim Loew ile Frank Rijkaard eşit paylaşıyorlar bu konumu. Teknik direktörden çok Damat&Tween'in beyaz gömlek ilanlarına çıkmış mankenlere benzedikleri için. :)
En her yeri ayrı oynayan teknik direktör: Tabii kiiii Fatih Terim. Ya bu adam beni öldürecek, bir insan bu kadar mı tikli olur? Onunkiler tik de değil bence, o kendine bir havalar yapıyor. Hiç bir şekilde eleştiri kaldıramayan, doğru dürüst bir taktik de ortaya koyamayan ama çok başarılı bir teknik direktör?! Bence kondisyon konusunda yaptıkları ve adamları gazlama şekli çok başarılı dolayısı ile allah için bir şekilde başarılı...
En gıcık hakem: Valla bana Herbert Fandel gibi geldi. Adam İspanya'nın bir çok kere hakkını yedi, penaltılarını vermedi, sanki içinden Almanya'nın karşısına İspanya çıksın finalde istiyor gibiydi, tabii bizi çıtır çıtır yiyeceklerini düşünerek bunu düşünmüş olmalı ama bilemiyorum, bizim işimiz belli olmaz, bu final Rusya-Türkiye bile olabilir. O zaman da artık şampiyonanın adını Avrasya 2008 yaparlar.
En zavallı seyirci: Hırvatistan seyircisi elbette. Sen artık bu iş oldu de, uzatmaların uzatmasının duraklamalarında gol ye, aslında bahtsız deve mi demeliydim bilmiyorum ki. :)
En yok yere prim toplayan karakter: RTE. Helal olsun diyorum yine de. Halkına şirin göründü, her şeyi unutturdu, sempati kazandı, TFF'nun başkanının eşine sarılarak da ekstra prim kazandı, hemen abdest almış mıdır acaba maçtan sonra?..

20 Haziran 2008 Cuma

Nasıl bakacak (afedersiniz) öküz gibi bakıyor!

Yani öylesine yaralı olduğum bir konu ki, Hürriyet'te haberi görünce "hah!" dedim. "İşte, bilimsel olarak da kanıtlandı ama ne fayda?"...

Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doçent Dr. Hülya Uğur Tanrıöver başkanlığındaki ekip "Medyada Kadınların Temsil Biçimleri" konulu bir araştırma yapmış. Sonuçlar elbette hiç birimizi şaşırtacak şeyler değil: Haberler, manşetler, içerikler yapılırken kadınlar, bireysel varlığı olmayan eş ve anne, magazin malzemesi, konu mankeni, cinsel nesne olarak kurgulanıyor ve tamamen yok sayılıyor.

Araştırma; Medya İzleme Grubu’nun (MEDİZ) yürüttüğü "Medyada Cinsiyetçiliğe Son" kampanyası kapsamında hazırlanmış ve sonuçlar, gazeteciler Ferai Tınç, Ayşenur Arslan ve Şirin Payzın’ın da katıldığı basın toplantısında kamuoyuna duyurulmuş.

Doç. Dr. Tanrıöver, araştırmanın bu yılın ocak ayında iki hafta boyunca 10 gazete, 5 radyo, 5 internet sitesi ve 5 televizyon kanalının izlenmesiyle yapıldığını belirtmiş, "Araştırma sonuçları da gösterdi, medya erkeklerin egemenliğinde. Medyanın genelinde kadınların aleyhine cinsiyetçi bir söylem egemen. Haberler, manşetler, içerikler yapılırken kadınlar, bireysel varlığı olmayan eş ve anne, magazin malzemesi, konu mankeni, cinsel nesne olarak kurgulanıyor ve tamamen yok sayılıyor" demiş. Tanrıöver, araştırmanın, üniversitelerde başörtüsü konusunun TBMM’de görüşüldüğü dönemi kapsadığına dikkat çekmiş ve "Başörtüsü gündemin en temel maddelerinden biri olmasına karşın, kadınların örgüt ve eylemlerine ilişkin haberlerin temsil oranının yüzde 2’nin üzerine çıkmaması ilginçtir. Hatta siyasal duruşu ve iktidarla ilişkileri nedeniyle başörtüsü yasasının kaldırılmasından yana olan medyalarda bile, haklarını talep eden kadınların eylemlerinde, konu üzerine fikir yürüten erkek yorumculara yer verilmesi dikkat çekicidir." diye de eklemiş.

Ben artık bunu üzerine ne diyeyim, benden bin kat yetkin birisi zaten söylemiş. Ha, bu bize özgü bir şey mi? Kadınların cinsel obje olarak gösterilmesi hayır değil ama kalanlar sadece bize ve 3. dünya ülkelerine özgü. Eh zaten biz de onlardan biriyiz, eğri oturalım doğru konuşalım. Yoruluyorum bazen, allah biliyor ya, yoruluyorum...

Ben bunu istiyorum!















Evet itiraf ediyorum, marka bağımlısı bir insanım. Özellikle teknolojik aletlerde, mutfak eşyalarında, giyimde; allahım sanırım her şeyde alıştığım, bildiğim markayı kullanmak istiyorum. Reklamcı olduğum ve insanların nasıl marka bağımlısı olduğunu, nasıl yapıldığını detayları ile bildiğim halde böyle olmam sanırım utanç verici ama elimde değil ve ben bunu istiyorum. Sony kullandım, Toshiba da ama yok ben HP'ciyim. Ve bu benim olmalı! :)

Muhabbet Kart - Her yöne 2 kontör

Buyrun yeni kampanya filmlerimiz. Yorumları beklerim. :)





Kuşaklara dikiz...

İstikbal filmleri beni deli etti akşam. Bu nasıl bir brieftir ki, "aptal kadınlar ve beceriksiz erkeklerin kullandığı mobilya" algısını yaratıp kendi markasının üzerine yapıştırmak için özel bir çaba sarf eder, helal olsun. Kampanyanın iki versiyonunu gördüm, birincisinde kadın evinin önünde, arabası ile geliyor ama bir türlü arabayı park etmeyi başaramıyor, kendi beceriksizliğine söylene söylene yatak odasına geliyor, yeni aldığı yatak odasını görünce de o kadar da aptal olmadığını hatta oldukça akıllı olduğunu anlıyor. İkincisinde de yanlış hatırlamıyorsam adam arkadaşları ile halı sahada futbol maçı yapıyor. Bir türlü gol atamıyor ya da bir sürü gol yiyor, öyle bir şey, devamı yine aynı. Kendine söve söve eve geliyor, salondaki mobilyaları görünce fikri değişiyor. Şimdi bunu iki taraflı düşünebiliriz; "detaylara takılma, önemli kararlarda başarılısın ki İstikbal almışsın" ya da "sen salaksın, alsan alsan zaten ancak İstikbal alırsın". Ben karar veremedim vallahi, sizce hangisi? :)

İş Bankası'nın yeni bir kampanyası var. Film aslında mp3 çalar ya da Sony Walkman telefon filmiymiş falan geldi bana ilk başta yani algı için en az 2 kere seyretmek gerekiyor. Normalde bu zaten 3+'dır. Yani hedef kitlenin en az 3 kere filme maruz kalması gerekir ki algı oluşsun. Dolayısı ile normal. Kampanya aslında basit. Karnesini gösteren her çocuğa Alice Harikalar Diyarında kitabı hediye ediliyor. Ama film olağanüstü sıcak, sakin akan, etkileyici bir film. Promosyon fikri de altına imza attığı sosyal durum da (okumayı desteklemek fikri ya da yaz tatili okumak içindir fikri diyebiliriz) takdirimi kazandı, süper bir iş.

Ha, bir de bugünlerde (hani yaz da geldi ya!) İngilizce öğretme kampanyaları moda. Herkes bütçesine göre tabii, anımsayabildiğim kadarı ile Star gazetesi çeviri yapan bir kalem veriyor. Reklam filmi de süper "van, tuu, tirii, foor" diye İbrahim Tatlıses'in şarkısından hallice bir dublaj ve felaket ötesi bir film kalitesi ama kimin umurunda eminim kampanya iş yapacaktır. Yine yanlış hatırlamıyorsam Sabah Gazetesi de İngiltere'de dil kursu promosyonu yapıyor ama mekaniği nasıl tam çözemedim. Filmde ise Avrupa başkentlerinin simgelerini anımsıyorum sanki. İkisi de birbirinden felaket filmler. Bir de çok gazete kampanyası yapmış biri olarak söyleyeyim, artık bu kim ne yaparsa ben de onu yapayım durumu çok komik kaçmaya başladı. Allah aşkına yeter!

Şimdi yaz geldi ya, meyve suyu filmleri de tam gaz. Cappy'nin yeni ambalajı ile çok kısa, mesajı pek de akılda kalmayan bir filmi, Netto'nun Muzaffer Kuşhan'la yaptığı 8 kırmızı meyve (sanırım böyleydi) filmi ve Tamek'in yeni, danslı, eğlenceli filmi ilk aklımda kalanlar. Netto bu sefer iş yapacak sanırım, eğer görünürlüğü sağlarlarsa bu film, ürün farklılaşması da olduğundan şeytanın bacağını kırmalarına neden olacaktır. Tamek ise Cappy'den farklı bir şey söylemiyor, film kalitesi yüksek o kadar. Maksat güzel bir film yapalım, yayına sokalım gibi olmuş bana kalırsa.

Aslında bu milli takım sponsorluğu filmleri için uzun zamandır yazmak istiyordum da fırsat olmamıştı. Benim listem 1. Turkcell, 2. Coca-Cola, 3. Garanti, 4. Ülker, 5. PO. Başka var mıydı, anımsayamıyorum. Turkcell filmi, evet biliyorum eski film, evet şarkısı Lady Darbanville ve çok saçma ama kabul edelim çok güzel iş. Taklit olduğunu söyleyenler de var, bunu araştırma fırsatım olmadı doğrusu ama Leo Burnett güzel iş yapıyor, duygusal bakıyor olabilirim ne de olsa eski ajansım ve çok severim. :) Coca-Cola bence çok çok sıcak, senkron süper, yaratıcı düşünceler var, cansız objelerin hareketi gibi ki bana çok sıcak geldi, hele 3 tane teyzenin tezahüratı süper. Tüketici gözü ile bakınca başarılı bence. Garanti ise ne diyeyim; Amerikan Futbolu, Rugby, bilgisayar oyunları her şey var. O karakterler bana çok korkunç ve uzak geliyor ve hareketleri çok yapay ama asıl hedef kitle gençler ve bilgisayar oyunu manyağı bu kitleye çok yakın gelecektir eminim, hatta oyunu ya da çizgi filmini de yapıyorlarmış galiba. Yalnız kapıdan ilk çıkanın Sabri olması biraz komik kaçıyor. :) Ülker'e yorum yapmıyorum, PO ise neden yani diyorum, neden benzin istasyonunda top oynanıyor, ürün de görünsün diye mi?...

Haftasonu kuşakları biraz daha inceleyelim, yine yorum yapacağım, yorum yapmak bedava nasıl olsa. Bu arada bizim yeni filmlerimiz de yayına girdi; Muhabbet Card için yaptığımız 3 film. Onları da buraya koyayım değerlendirmeleri beklerim. Eleştiri serbest. :)

19 Haziran 2008 Perşembe

İsmine hastayım...

Bugünkü konumuz İnsuyu Mağarası. Herşeyden önce şunu söyleyeyim ki ben buranın ismine hastayım. İn malum mağara demek, suyu da su sözcüğünden geliyor diye düşünürsek mağaradaki su falan gibi bir anlama geliyor olmalı. İşte Türkçe diline bu yüzden hastayım, bu kadar yaratıcı olduğu için.

Neyse uzatmayayım; Antalya'dan dönüş yolunda İnsuyu Mağarası'na da uğrayalım dedik, mağara Antalya-Burdur karayolu üzerinde Burdur'a 13 km uzaklıkta. Yoldan içeri girince zaten hemen geniş bir meydan ve otoparka ulaşıyorsunuz, mağaranın girişi de merdivenlerden çıkınca.
Bu kez tedbirli davrandım, ayağımdaki şıpıdık terlikleri çıkarıp spor ayakkabılarımı giydim, çantama ince bir kazak da koydum ve daldık mağaranın içine. Sonra o kazağı hiç giymediğim için dondum ama bunu niye yaptım ya da niye yapmadım sormayın, hiç bir fikrim yok, şu andaki gripli halimi o akılsızlığıma borçlu olabilirim, bu vesile ile kendimi de tebrik edeyim...

















Mağarının adının İnsuyu olmasının sebebi şu ki içinde onlarca göl var. 1965'teki keşfinden beri; araştırdığım kadarı ile 1993'te büyük bir araştırma daha yapılmış ve yeni bölümler keşfedilmiş, Atlas dergisi'nde görebildiğim kadarı ile son zamanlarda da yapılmış bazı keşifler var. İlginç olan burada şifalı yer altı suları var ve yıllardır bu suları Burdur ilinin şebeke suyu!!! ve tarım alanlarının sulaması için kullanmışlar, bu da bize özgü saçmalıklardan biri anladığım kadarı ile. Bu yüzden mağarının suları çekilmiş, en büyük gölünün suyu 2 m alçalınca da yeni galeriler çıkmış ortaya. Şimdi onlarda da bilimsel araştırmalar yapılıyormuş, yakında oralar da ziyarete açılabilir. Tabii suların çekilmesi nemin azalmasına ve sarkıt dikit oluşumlarının zarar görmesine neden olmuş biraz da. Elindekini bu kadar hor kullanan millet bir biz varız sanırım, ne diyeyim artık, söyle söyle bitmiyor, her gün yeni bir şey çıkıyor...

















Bu arada fotoğrafın solunda gördüğünüz arkadaşlar trabzanlardan atlayıp aşağı göle inen, orada ne yaptıkları belli olmayan (bolca şamata hariç) ve sonra yine tırmanarak yukarı çıkan amaçsız kardeşlerimiz!

Mağaranın içini gayet güzel yapmışlar, gezinti yolları ve ışıklandırma başarılı. Kalabalık da sayılabilir, ziyaretçisi çok, yol üstü olmasının da katkısı var sanırım. Yalnız çok etkileyici bir yer, renk renk kaya oluşumları var, üzerilerine yansıtılan projektörlerle daha da haşmetli görünüyorlar. Bir de bir galeriden bakıp çok daha uzaktaki başka bir galeriyi ve onun trabzanlarını görebiliyorsun, bana biraz Gülün Adı romanındaki kütüphaneyi çağrıştırdı, çok etkileyici bir yer. Bir de dilek gölü var, muhtemelen eskiden içine para atılıp dilek dileniyordu ama artık suyu kalmamış, dolayısı ile anlamı da.

İçeride gezerken aşağıdaki tabelayı görünce bir an şaşırdım, oysa şaşırmam saçmaydı, canım milletim her gittiği yere bir iz bırakmaktan hoşlanır, onları da fotoğrafladım, Hasan allah seni bildiği gibi yapsın Hasan!























































İnsuyu Mağarası böyle işte. Gidilip gezilmesi keyifli bir yer, mağaradan çıkınca suratınıza çarpan sıcakla biraz şaşırıyorsunuz, keza içeri girince çarpan serinlikle de. Çıkınca bir çay içmek de keyifli hani...

18 Haziran 2008 Çarşamba

CNN Türk'e gıcık oldum...

Akşam CNN Türk'te Ahmet Hakan'ın "Tarafsız Bölge" programı vardı. Konu Atatürk'ü koruma kanunu, Atatürk'e karşıyım diyen türbanlı kızlar falan çevresinde dönüyordu ve aklıbaşında konuşan tek kişi de Altan Öymen gibi görünüyordu bana göre ama konum bu değil. Kim olduğunu tam anlayamadığım ama sanırım Turkish Daily News'tan olan kişi Anıtkabir'e türbanlı bayanların giremediğini ve o zaman bu durumun da bir ayrımcılık olduğunu söyledi. Ben de daha önce Anıtkabir'de kaç kez örtülü ya da türbanlı her neyse, başı örtülü hanımları gördüğüm için hemen bir mail atayım dedim, hatta çektiğim bir fotoğraf aradım belge olabilecek ve aşağıdaki fotoğrafı buldum (fotoğrafta annem ve ben en arkadayız, önümüzde sağda ve solda örtülü bayanlar görünüyor). Ama mailim kesinlikle ellerine gitmedi. tarafsizbolge@cnnturk.com olarak ilan ettikleri mail adresi; böyle bir mail adresi yok şeklinde hata mesajları veriyordu, telefonla ulaşmaya çalıştım onu da beceremedim, şimdi yine mail atmayı deneyeceğim ve bunu duyurmalarını isteyeceğim çünkü ben bu olayı yaşadım ve hatta en son annemle gittiğimizde hoşumuza gitmişti, "şuraya bak örtülü bayanlar bile Ata'yı ziyarete gelmiş" diye konuşmuştuk aramızda. Buradan da duyuruyorum, madem ki mesaj iletilemeyecek neden mail adresi yayınlıyorsunuz, komik oluyor, ayrıca telefonla ulaşmak isteyenlere kaba davranan insanları da kınıyorum, bilginize...

17 Haziran 2008 Salı

Patara'nın çiçekleri...

Club Patara'yı çok seviyorum, herşeyini ama en çok da çiçeklerini. Aklınıza gelmeyecek derecede çok fazla çiçek türü barınıyor burada ve seyrine doyum olmuyor...



















Mimarisi Metin Kaşo'ya ait, yoğunlukla villalar, en üst kısımda da devre mülk ve devre tatil daireleri var. Çok dik bir yamaçta konumlandığından (gidenler bilir) bol merdiven inişli, en fenası da çıkışlı :) ama detayları ile insanı çok mutlu eden bir yer.



















Geçen yıl en sevdiğim çiçeklerin fotoğraflarını çekmiştim, bu yıl da çektim, CC de bol bol fotoğraf çekti elbette. O yüzden Patara manzaralarını da sizinle paylaşayım dedim, gitmeyenler için iyi bir tatil noktası bence.

Kalkan ise öylesine büyüdü ki, yıllar önce gittiğim küçücük köyün, büyükçe bir kasaba olması çok garibime gidiyor. Bu gidişimizde Kalkan'ı daha fazla gezme fırsatım oldu, benim adam gezmeyi benden çok seviyor :), ben de peşine takıldım, bol bol gezdik sokaklarda, güzel oldu...

Patara'nın meşhur begonvilleri, bunların her rengini bulmak mümkün. Öylesine çığırtkan, öylesine utanmaz bir şekilde her yeri sarıyorlar ki hayran olmamak mümkün değil...




































Bizim kaldığımız daireden görünen manzara. Gündüzü bir başka, gecesi bir başka güzel. Öyle olağanüstü mehtap manzaraları vardı ki, EE'yi andım durdum hep, ay'ı görünce çığlık çığlığa bağırırdı da "amaannnn, ne oluyor, manyak mısın?" derdim, son yıllarda ben aynısı oldum. İşi gücü bırakıp bayağı bir zamanımızı gündüz ve gece fotoğrafları çekmeye adadık, görüldüğü gibi. :)























Gece manzarasından da anlaşılabileceği üzere, dediğim gibi Kalkan çok ama çok büyüdü. Hatta bu yıl yeni otobüs terminali açılmış. Kalkan'ın en tepesinde büyükçe bir bina, yol da tam önünden geçecek şekilde inşa halinde şu anda. Biz giderken Elmalı yolundan gittik. Normalde otobüsler Fethiye yolundan geliyor; yani Korkuteli'nden Fethiye'ye inip geliyorlar. Bana bu yol çok uzun geldiğinden haritadan bakıp ben Elmalı'dan gidersem daha rahat olur demiştim zamanında ve yine o yoldan indik Kalkan'a. Burası bir ara yol ve çok sakin yani araba ile gidenlere tavsiye edebilirim, keyifli ve bana göre kestirme bir yol.



















Kalkan büyüdükçe alışveriş yerleri de büyümüş. Bu da en önemlilerinden biri. :) Muhtemelen eskiden de vardı da benim dikkatimi çekmemiş, bayıldık biz Deli Hüseyin'e.

Burası da benim Kalkan'daki en sevdiğim cafe. Cafe del Mar. Harika bir ambiansı var, çok da şeker bir garson kız vardı. CC Latte, ben Türk Kahvesi içerek geleni gideni seyrederek keyif yaptık. Yemekleri de güzele benziyor ama denemedik doğrusu...


















Kalkan pazarı. Perşembe günleri kuruluyor. Aklınıza gelebilecek her şey var. Ama çok ucuz diyemem. Biz yine de bir şeyler bulduk; ben takı yaparken kullandığım aletlerden aldım; anneme iki elbise, kızlara matruşkalar, CC'ye de iki t-shirt. Pazar gezmeye bayılıyorum. Üstelik her an sürpriz görüntülerle de karşılaşma durumu var. Aşağıdaki süper bir örnek. Tefal değil "Teafall" :))) Canım Türkiyem işte!



















Kapanışı da geçici dövmeci ile yapayım. 15 yıldır Kalkan'da yaşayan bir beyefendi. Kendisine biz de geçici dövme yaptıracaktık, Osmanlıca isimlerimizi yazdıracaktık, hatta CC ile kendisine "Osmanlıca çok kolay, size yarım saatte öğretiriz siz de turistlere yazarsınız" diyerek adamcağızı heveslendirdik, sonra da gidemedik, ben de üzüldüm, aklımda kaldı, inşallah bir sonraki gidişimizde telaffi ederiz. Tabela komik, İngilizce de biraz sorunlu :) ama adam düzgün bir adam...



















Eh Patara ve Kalkan'dan kısacık bu kadar... Yazacak çok şey var aslında da bu fotoğraf yerleştirmek çok dertli ya da ben bu blogun tekniğini hala çözemedim. Fotoğraf yerleştirmekten yazıya zaman kalmıyor, hepsi birbirinin içine geçiyor, sinir oluyorum. :) Bu aralar da çok fazla seyahat yazısı oldu ama ne edeyim, leyleği havada gördüm dedim ya ondan....
Devamı da artık yarına...

16 Haziran 2008 Pazartesi

Tlos diye bir yer mi varmış?!

Ah tatil ne kadar da güzel şey... Bugün Pazartesi ve işe gelmiş olmak çok tatsız tuzsuz geliyor bana... Tatil çok ama çok muhteşem geçti... Ayışığı, samanyolunu bile gözleyebileceğin kadar çok yıldızla dolu bir gece, gün doğumu, deniz, güneş, kitap okumalar, çarşı pazar gezmeler, CC ile yanyana deniz kenarında uykuya dalmalar ve amaçsız el ele gezmelerle özetlenebilecek, Tlos antik kenti ve Insuyu mağarası ile de şenlenen kısacık bir 1 hafta... Ama şikayete mahal yok, işim gücüm var ve tatilin o yüzden anlamı var ve en önemlisi anlatacak çok şey var... İlk olarak Tlos'u anlatayım dedim ben de...

Tlos'un adını ilk kez duydum doğrusu, utanç verici ama gerçek... CC bahsetti, o da adını unutmuştu, sora sora bağdat bulunur, uydurmayı sever milletimiz sayesinde önce Silos sonra Tlos olduğunu öğrendik buranın :) ve Ölüdeniz dönüşü bir de oraya uğrayalım dedik, nasıl olsa hava da geç kararıyor, hem de gün batımını seyrederiz...



















Gün batımı yanında ay doğumu da var, büyüledi beni bu anfitiyatro, güzel fotoğraf çekmişim allah için. :)

Tlos beni çok şaşırttı. Burası yeni keşfedilmiş aslında. 90'lı yılların başına kadar bilinmiyormuş. Anladığımız kadarı ile hala da sistemli bir arkeolojik çalışma sürmüyor, herşey kendi haline bırakılmış, eh benim yanımda nasıl olsa tarihçi bir kocam var, ben de meraklıyım, bizim için çok sorun olmadı tabii ama buranın kendi kaderine terk edilmiş bir yer olması da insanın canını acıtıyor. Bazen hak veriyorum İngilizlere, Almanlara, bizim bütün kültür değerlerini kaçırdıkları için, ne de olsa hiç bir şekilde kıymet vermiyoruz, hele de Osmanlı'da bunlara "bizde taş çok gelin alın" şeklinde bakıldığı için, genetiğimiz böyle ne diyeyim?!

















Bu arada yukarı çıkarken yanından yürüdüğümüz bu küçücük dereyi de paylaşayım dedim, minicik zarif çiçekleri ve berrak suyu ile çok tatlıydı. :)



















Neyse, lafı uzatmayayım, Tlos'un tarihi M.Ö. 2000'e kadar uzanıyor. Gerçekten çok çok etkileyici bir anfitiyatro, akropol ve birçok yapı var. Kalıntılar Likya döneminden başlıyor, sonra Erken Roma, Bizans hatta Osmanlı'ya kadar uzanıyor. Aslında Tlos inanılmaz stratejik bir noktada, tam bir tepe ve onun eteklerine konumlanmış ve tepedeki kaleden 360 derecelik bir manzara, gözünün alabildiğine ova ve dağlar görünüyor. Yani adamlar öyle bir yere yapmış ki, herhangi bir saldırıda düşmanın gelişini 1 gün önceden görebiliyorlardı sanırım...















Osmanlı'da tabii tarihi mirasın öylesine değeri yokmuş ki, 19. yy'da bölgeye atanan Ali Ağa adlı idareci kendi ve mahiyeti için yaptırdığı binalarda da bu kalıntıların taşlarını kullanmış, acaip yani, gezerken alakasız işlemeli taşları, duvar taşı olarak harcın arasında görüp çok üzüldüm.

















Tlos'da muhteşem bir gün batımı yaşadık (fotoğrafa bakar mısınız?), kral mezarlarını, anfitiyatroyu, akropol'ü her yeri kendi malımızcasına gezdik dolaştık, bizden başka neredeyse kimse yoktu. Kalenin en tepesine çıkıp orayı da fethettik, Türk Bayrağı vardı, orada pozlar verdik karşılıklı birbirimize CC ile. :)

Ben Tlos'u çoook sevdim, herkese tavsiye ederim, Fethiye - Kaş yolunda, Saklıkent'e giderken, zaten tabelalar var kesinlikle kaçırmazsınız, mutlaka gidin...

6 Haziran 2008 Cuma

Hem ziyaret hem ticaret...

Geçen Perşembe akşamı, hani akşam olsa da eve gitsek modunda olmak isteyip de işten güçten öyle bir lükse fırsat bulamazken, saat 17:00 civarlarıydı ki; aslında bekliyordum, biliyordum, yani ertesi gün Kayseri'de olacağımızı biliyordum da, Cumartesi de kalmamız gerektiğini bilmiyordum, öğrendim! Haydaaaa! Sevmiyorum artık haftasonu gezmelerini kardeşim, evli barklı kadınım ben diye kendi kendime söylenirken aklıma geldi, CC de gelsin bizimle, gezer, fotoğraf çeker oyalanır, toplantılardan fırsat buldukça da gezeriz... Ne iyi etmişim, öyle yaptık...

Perşembe akşamı Cuma sabahına uçak bulmak ne zormuş, yarım saatimizi uçak bulmaya adadık, sonunda CC'ye Nevşehir'e bir uçuş bulduk. Hesabımız biz Kayseri'ye gideceğiz, o Nevşehir'e, biz toplantıdan çıkınca ortada buluşacağız. Bu niyetle çıktık yola. Yine uçak sabah 07:30, yine uyuyarak gittik, hoop Kayseri'deyiz. Bir indik, bir sms mesajı ve toplantı iptal! Şok haberle sarsıldık, boş yere geldik diye tabii, eh ne yapacağız, enseyi mi karartalım, bariz gezelim diye attık kendimizi yollara, ver elini Ürgüp! :) (Sonra iki toplantımız da Cumartesi oldu, Cuma da yanımıza kar kaldı, böyle işe can kurban vallahi, nazar değmesin!)

Ürgüp olağanüstü bir yer. En son gidişim 1994 falan olmalı, hatta tek gidişim bu. 14 yıl geçmiş aradan, bu yüzden kısa da olsa eski tadını aldım, tadı damağımda kalmış meğerse. Ürgüp kasabasının merkezi oyuncak şehir gibi. Mini mini tarihi evler, binalar, hamamlar, camiler... Onların üzerindeki modern tabelalar, arabalar ve aradaki beton alışveriş merkezi de olmasa insan kendini 300 yıl geride zannedebilir ama ne yazık ki ulusça böyle bir duyguya izin vermeyecek şekilde varlığımızı bozmaya pek meraklıyız.




















































Dakika 1 gol 1, Ürgüp'e vardık, arabadan indik, ilk karşımıza çıkan şey bu çeşme. :) Bizi mi buluyor nedir?.. "Dozerci Dilaver Sapmaz Hayratı"... Adamın kimliği bu: "dozerci".
























Ürgüp'te oyalanıp, CC'nin gelmesini bekledik, 100 tane çay içip, pastanedeki garsonlarla yarenlik yaptıktan ve güneşin tadını çıkardıktan sonra ver elini Göreme. Allahım burası nasıl büyülü bir yer, nasıl oluşmuş akıl sır ermiyor, insan kendini başka bir gezegende sanıyor. Gençliğimde okuduğum bilim kurgu kitaplarını getiriyor aklıma bu manzara. Fotoğrafı da güzel çekmişim allah için :)




































Bu üç taş da 50 YTL'nin arkasında bulunan fotoğraf. İnsana başta tanıdık gelmiyor değil mi? Anne, baba ve çocuk diyorlar bunlara...

Dünyanın en güzel güneş batışlarından biri de burada, tepenin adını şimdi unuttum, öğrenip buraya ayrıca yazarım. Burada bayağı zaman geçirdik, doktorların da bir partisi vardı, aralarına karıştık, CC ve AK beni utandırdılar bayağı :) gidip şarap aldılar, doktor numarasına yatıp, şarap içip manzaranın tadını çıkardık, utandım falan ama bayağı da hoşuma gitti. Bir de inanılmaz derecede uzak doğulu kaynıyor burası. Sanki ne kadar Japon, Koreli falan varsa buraya akıyor. Onlarla da hafif Tarzanca bir muhabbete girişmedik değil yani...














Akşam yemeğimizi Göreme'de, Alaturka Restaurant'da yedik. Burası mükemmel bir yer, gidenlere tavsiye ederim. Çok ucuz bir yer sayılmaz ama mizansen ve yemekler kesinlikle değer. Her zamanki gibi bol bol yemek fotoğrafı çektik ve antep fıstıklı bir çeşit bonfile sarması yedim ki mükemmeldi. :)



























O geceyi Kayseri'de geçirdik. Otelimiz tam merkezde, Düvenönü meydanındaydı. Kayseri çok ilginç bir şehir, içkili bir tek yer yok denilebilir. Hani odada içecek bir şeyler alalım demeye kalktığında bile bir tekel bayi bulmak zor ama biz becerdik tabii. Tekel bayinin vitrinindeki bu yazıya da dikkatinizi çekerim. "Pro bulunur".. :)















Ertesi gün toplantılarla geçtiğinden yazacak pek fazla bir şey yok, yediğimiz sucukları, pastırmaları anlatmak istemiyorum, ayıp olacak. :)

Güzel memleketimi gezmek çok güzel ne diyeyim. Hele de yanında sevdiğin olunca daha bir güzel oldu. Bir daha Arnavutluk'a giderken de tutacağım kolundan götüreceğim zorla... :)

4 Haziran 2008 Çarşamba

Denizli'nin nesi meşhurdu?..

Demiştim ya, geçen Çarşamba Denizli'ye gittik. Denizli'ye yakışır bir saatteydi uçak : 06:50. Kargalar kahvaltısını etmeden çıktığımız yolculukta, uçaktan inene kadar olan kısmı zaten pek anımsayamıyorum, çok bulanık. Evden çıktım, ajansımızın şoförü olan ÖT beni aldı 04:50'de! ÜÜ'yü aldık ama saat kaçta aldığımızı bilemiyorum, malum uyuyordum. :) Havaalanına gittiğimizi, check-in yaptırdığımızı, portakal suyu ile kaşarlı kruvasan yediğimizi hatırlıyor gibiyim, sonra sakince uçağa bindik, oturduk ve hoopp Denizli! Uçağın taksiye çıkışını bile hatırlamıyorum. Herneyse...

Denizli'nin acaip güzel bir havaalanı var. Tiran'ın havaalanı ile karşılaştırınca örneğin; kat be kat büyük ve güzel bir havaalanı ama çelişki işte günde sadece 2 uçuş var. İkisi de THY ve ikisi de İstanbul. :) Bu yüzden havaalanı çalışanları sabah 05:30 gibi iş başı yapıp, 09:00 gibi bırakıyor sonra akşam 17:00 gibi yeniden iş başı yapıp, 21:00 gibi bırakıyorlarmış. Süper bir çalışma sistemi vallahi ne diyeyim...



















Denizli'ye hiç gitmemiştim. Bu yüzden şaşırtıcı oldu benim için çünkü düşündüğümden çok daha modern, çok daha güzel, en önemlisi çok ama çok yeşil bir şehir buldum karşımda. Biraz İzmir, biraz Selanik ve binaların renkliliğine bakınca biraz da Tiran'ı andırıyor. Her yer palmiyelerle dolu, gerçekten çok güzel. İnsanlar çok modern, bütün büyük markalar var. Eh ne de olsa bir sanayi şehri, özellikle de tekstil sektöründe ne kadar güçlü olduğu malum.



















Gideceğimiz yerin Acıpayam olduğunu öğrendiğimizde daha önümüzde 75-80 km.lik bir yol olduğunu da öğrenmiş olduk ve araba kiraladık. Acıpayam, Antalya yolu üzerinde, çok şirin bir kasaba. Hemen Denizli çıkışında bu yolun girişinde Teras adında bir yerde kahvaltı ettik. Kahvaltı dediysem, görmeden inanmazsınız, bir kuş sütü eksik. ÜÜ ve ben de yemek yemeyi hiç sevmeyiz, allah için, zevkten dörtköşe olduk, üzerine muhteşem yeşillikler içindeki manzara da eklenince değme keyfimize. Bu iş seyahatleri hiç de fena değil canım. :)






































Bu arada menüdeki "mantar teratör"ün ne olduğunu biz çözemedik. Çözebilen varsa beri gelsin. :)

Acıpayam, dolayısı ile Antalya yolu öylesine güzel ki, Toroslar, yemyeşil tarlalar ve gelincikler insanı kucaklıyor. Büyüleyici bir manzara gerçekten, başım döndü, mutluluktan midemde kelebekler uçuştu. Yeşil muhteşem bir şey ve ben doğaya gerçekten aşığım.



















Acıpayam'da toplantımızı yaptık, oldukça da uzun sürdü, dolayısı ile Pamukkale'ye zaman kalmadı. Biraz da yüzsüzlük olacaktı zaten, doğrusunu söylemek gerekirse :) ama yine de kuyu kebabı yemeye zaman kaldı. Allahım, vejeteryan olamadığım için beni affet, kendimi çok suçlu hissediyorum ama çok güzel ne yapayım? :) Hele üzerine manzara da eklenince...





































Yine aynı yol üzerindeki Serinhisar kasabası da leblebisi ile meşhurmuş. Ben leblebiyi sadece Çorum'a ait bilirdim ama öyle değilmiş, burada onlarca leblebi mağazası var, çikolata kaplısı, şekerlemesi vs. bir çok çeşit de bulunuyor. Ayrıca meşhur buldan bezleri, örtüler, havlular, bornozlar da süper ve fiyatları uygun, yolunuz düşerse faydalanın mutlaka. :) Aynı tekstil ürünleri Denizli'nin içinde meşhur Babadağlılar Çarşısı'nda da çok uygun fiyatlarla var ve esnaf, her zamanki gibi çok sıcak ve yardımcı...

Denizli maceramız da böylece bitti, 300 km'ye yakın yol yaptık, sıkı bir toplantı ama allah için çok yorucu oldu diyemem. Dönüşte yine uçak yolculuğunu hatırlamıyorum. Yolda uyuma yeteneğim olduğu için kendimi takdir ediyorum... :)

Not: "Denizli'nin nesi meşhurdu allah aşkına?" diye bütün gün düşündükten ve ÜÜ'den de (sanırım benimle dalga geçmek için olsa gerek) hiç bir cevap alamadıktan sonra, dönüş yolunda kafama dank etti. Tabii ki "horoz"u meşhur! Etrafta pek horoz göremedim doğrusu, bence buldan bezi meşhur, bu da böyle biline!..

1 Haziran 2008 Pazar

Leyleği havada gördüm...

Bu yıl leyleği havada görmüş olmalıyım ki, seyahatler bitmedi gitti. Hele geçen hafta; Çarşamba günü Denizli, Cuma Cumartesi ise Kayseri'ye giderek kendimi aştım diyebilirim. Her iş gezisi bir anlamda gözlem yapmak için fırsat oluyor, bense kaydettiklerimi günlüğe yazmak, fotoğrafları koymak için sabırsızlanıyorum da bir türlü zaman yaratıp bunu yapamıyorum. Bugün bu işe girişeyim dedim bakalım bitirebilecek miyim? (Bitiremedim, 2 gün geçti, devam ediyorum bakalım.)

Kayseri'ye bu ikinci gidişim oldu. İlk gidişimde günübirlik gittik, uzunca bir toplantı olduğundan çok da bir şey anlamadım doğrusu ama yine de kapalıçarşıyı gezmeye fırsat oldu ve muhteşem Türkiye'min muhteşem insanlarının bir dolu görüntüsü ile döndüm. Bazı şeyler; özellikle kültür zorlamaları o kadar yapıştırma ki, bunlardan mizah çıkarmak çok kolay elbette ve bende de bolca malzeme var. Bir yandan da düşününce içinde bulunduğumuz (tabiri mazur görün ama öyle) zavallı duruma üzülüyorum. İngiliz dili ve Amerikan yaşam tarzı pompalanan insanlarımız bir yandan buna uyum sağlamaya çalışıyor, bir yandan bu yaşam tarzını kendimizinkine adapte etmeye uğraşıyor o yüzden de sık sık ortaya komik manzaralar çıkıyor.

Buyrun ilk Kayseri gezisinden manzaralar...

























Bilmiyorum yukarıdaki sarı fon kartonunda yazan yazı net görülebiliyor mu ama şöyle yazıyor: Ayput'a müzik atılır! Buradaki ayput : i-pod oluyor. :) Canım Türkiye'm işte. :)



















Bilmem ki ne desem, nasıl etsem? Contur Center! Anadolu'ya yayılınca görüyorsunuz ki insanlar parası kadar kontör yükletiyor. Yani sistem tersten işliyor. 7 kontör yükle diyor mesela. Ve bu işleme de kontör parçalama deniyor. Her işe kendi yorumumuzu katabilecek kadar akıllı bir milletiz de, bu işler ters işler oluyor ne yazık ki...



















Bilal Teknik'e tek kelime ile bayıldım, süpürge hortumundan başlayarak her tür ıvır zıvırın satıldığı, İngilizlerin deyimi ile "miscellenaous" bir dükkan. İşin teknik kısmı nerede onu ise tam çözemedim, içerilerde bir yerlerde olacak. :)



















Her tür video ve kamera kasetlerin CD'ye dönüşüm merkezi! İşin ilginç tarafı bu çarşıda bunlardan en az 20 tane var. Demek ki hepsi bir şekilde iş yapıyor. Helal olsun...

























Korkmazyürek Ticaret'in yapmadığı iş yok. Bir koltukta kaç karpuz allah bilir. :)

























ÜÜ'nün elini tuttuğu asker kıyafeti giymiş çocuğu ben ilk gördüğüm an gerçek sandım desem!? Gerizekalı demeyin, vallahi pek gerçekçiydi. Yalnız ayaklarına baksaydım anlardım canım. :)

Kayserililer çok neşeli insanlar. Oldukça muhafazakar bir şehir. Hatta içkili restoran falan bulmak olası değil. Çok modern giyimli kadınlar ile muhafazakar giyimliler bir arada. Aşırı da bir outdoor çılgınlığı var. Sanayileşme fazla ve bütün üreticilerin dev totemleri yollarda, ana yollarda sergileniyor. Şehir kocaman caddeleri ile dikkat çekiyor ama bence güzel bir şehir değil. Çirkin bir yapılaşma var. Güzelim anadolu evleri aralara sıkışmış.

Tabii pastırma ve sucuğu ile ünlü şehirde her köşe başında pastırmacı bulmak olası. En ünlüleri olan Şahin, Başyazıcı ve Özdanacı herkese kapı komşu diyebilirim. Şahin'in satıldığı Dayı Yeğen Pastırmacılık mağazasında o kadar çok alışveriş yaptık ki (ayıptır söylemesi) bize kral ve kraliçe muamelesi yaptılar. Ama gözlemledim, 200 gr pastırma alıp gidene de aynı muameleyi yapıyorlar. Anadolu esnafının terbiyesine bir kez daha helal olsun dedim. Bir de aşırı derecede fazla cep telefoncu var. Akıllara zarar adette ama bu mağazalar. Bu kadar çok iş yapıyorlar mı gerçekten inanamıyorum.

Genelde bozkır bir şehir Kayseri ve sıcak olunca da soğuk olunca da insanı pek rahatsız etmiyor. Erciyes'ten gelen bir Gömeç Yeli varmış. Bu rüzgarın özellikle pastırma ve sucuğun kurumasında etkisi olduğu, lezzetinin de bu yüzden daha fazla olduğu söylendi bize. Kayseri'de de her yerde olduğu gibi yemeden duramadık. Deyim yerindeyse "sınırsız" yemek yiyerek vasıl olduk İstanbul'a, göbeklerimizde 2 gün inmeyen bir şişlikle...

Bir sonraki yazıda, ikinci gidiş, Kayseri'den Ürgüp'e geçiş ve ayrıca Denizli notları...