Sıradan bir kadının yaşamı, gitiği yerler, günlük düşünceleri, hayata bakışı, rahatsız oldukları, mutlu oldukları, çevresindeki insanlar, merak ettikleri, ilgilendikleri vs. vs. vs.
31 Aralık 2008 Çarşamba
25 Aralık 2008 Perşembe
Benim annem, güzel annem...
10 Kasım 2008 Pazartesi
4 Kasım 2008 Salı
Bu aralar...
Piyasa kötü, trafik kötü, ödemeler kötü, ajansta işler kötü değil ama çok da zevkli değil, hava güzel ama yeterli değil, evimiz çok güzel ama derli toplu değil, CC ile çok mutluyuz ama geçirdiğimiz kaliteli zaman yeterli değil, arkadaşlarımı çok seviyorum ama görüşmelerimiz hiç yeterli değil, zamanım hiç yeterli değil, romanın 5. bölümüne 2 sayfa yazdım sonra 1. bölümü tekrar okudum ne kadar kötüymüş, hiç ama hiç yeterli değil, blogger kapandı, açıldı ama zaten sansür gittikçe artıyor çok sinirleniyorum, Hüseyin Üzmez gibi manyaklar sokakta dolaşıyor, o kıza adli tıp raporu veren manyak doktorlar da; deliriyorum, Mustafa filmine gitmeden kızıyorum, ne gerek vardı diyorum, E-5'te şerit kapanmasına çok çok bozuluyorum!!!
Sizin anlayacağınız tam anlamı ile kaşınıyorum...
Gergin olmam için gerçekçi bir sebep bulamıyorum ama gerginim işte... Beni seven herkes de nasibini alıyordur, alıyordur değil alıyor. Bu aralar en çok kullandığım laf "cicim". Arada CC'ye de diyorum, yakında fırçalayacak bekliyorum. Herkese sarfettiğim lafları ona da sarfedince bozuluyor, çok da haklı, o yapsa ben 100 kere surat asarım ama yapıyorum işte. Ajansta PT ve MM'ye, anneme ve Aduş'a bol bol "cicim" lafını sarfederek neşemi gösteriyorum, gergin falan değilim canım!??
PT ile masalarımızın arasında bir vazo var. Bu vazo bir mesaj alanı. Buraya bana arada mesajlar yazıyor, mesela sabit duran bir mesaj var : "Allahım kocam ve ben ne müthiş insanlarız!". :) Bu cümleyi bir gün bir şey için sarfetmiştim ama ne için anımsayamıyorum şimdi. O da bunu yazdı ki sık sık okuyup hatırlayayım diye. Bu sabah da yine çok gergin olduğumdan ve PT ajansımızın motivasyon ekibinde olduğundan :) bana şöyle yazmış : "Ay lav yu Ebruu! Ay lav yu Ebruu! Ooooley! Oooley! Ebru burayaa! Ebru burayaa! Haydi hoop eller havaya... Motive olalım :)". Bunu yazdıktan ve MM ile ikisinin beni motive etmek için yoğun öpücüklerine maruz kaldıktan sonra paşa paşa önce ajansta sonra taaa Esenyurt'ta (ya da Haramidere miydi) iki toplantıya bile katıldım ve neşem bozulmadı. Yani seni seven insanlar olması süper bir olay. Dün akşam da sevgili sevgilim ve eşim beni ajansa almaya elinde 2 demet papatya ile geldi. Sonra anneme gittik, annem bu haftasonu kendi evine taşınıyor, taşınma durumundan kurtulamama sıkıntısını bir yana bırakırsak çok seviniyorum, o çok mutlu olsun istiyorum, kendi evinde otursun, kira düşünmesin istiyorum. Aslında herşey yolunda herşey iyi, memleket de iyi olsun istiyorum, çocuklar zorla çalıştırılmasın, evlendirilmesin, acı çekmesin, işkence, sansür olmasın, devleti gerçekten düzgün namuslu insanlar yönetsin istiyorum, adalet olsun istiyorum da herşeyin iyiliğini yeterince hazmedemiyorum. Galiba. Umarım...
Yani kaşınıyorum, kaşınıyorum da, işte neden? Onu bulamıyorum...
29 Ekim 2008 Çarşamba
Onlar için... Bizim için kendini ölmek pahasına feda edenler için... Bugünleri görüp, bizi bunların olmasını engellememiz adına uyaranlar için... Başarısızlığımız ve umursamazlığımız için... Bu vatana yazık olduğu için... Böyle düşünenlerle artık neredeyse dalga geçildiği için... Cumhuriyeti, vatanı, milleti sevmek "out", kafayı kapatıp düşünceleri engellemek, moron gibi yaşamak "in" olduğu için... Masal gibi dinlediğimiz İran İslam Devrimi'nin adımları çaktırmadan ülkemizde de atıldığı için... Artık iş işten geçmek üzere olduğu için... Hiç ama hiç bir şey yapmadığımız için...
Üzgünüm. 85. yıl çoşkusunu yeterince hissedemiyorum. İçim acıyor, utanıyorum, kendi derdimize, geçim derdine düşüp umursamadığımız, inanmadığımız, hiç bir çaba göstermediğimiz için utanıyorum...
Atam özür diliyorum. Çok üzgünüm. Emanete hıyanet ettik. Sana artık "Atam, sen rahat uyu, bekçiyiz cumhuriyetin" diyemiyorum!..
27 Ekim 2008 Pazartesi
Yasaklar!
Not: Yasak falan ama yazıyoruz yani, o da ayrı bir konu! Demek ki neymiş? Canı yapmak isteyene yasak masak etkili olmazmış!
22 Ekim 2008 Çarşamba
Mamma Mia
Mamma Mia'nın benim için anlamı çok büyük. Neden mi, çünkü Abba'nın anlamı çok büyük de ondan. Müzik denilen şeyi ilk keşfetmeye başladığım zamanlarda, büyük olasılıkla ilk kez 1974 Eurovision (Örovizyon desek daha hoş olacak aslında) Şarkı Yarışması finalinde onları görmüş olmalıyım çünkü hayal meyal o geceyi hatırlıyorum. Onlar benim için başka bir dilde şarkı söylenebileceğini ilk keşfettiğim, kıyafetlerine bayıldığım (korkarım öyle ama çocuktum daha), şarkılarına hayran olduğum bir gruptu. İngiltere'deyken Tottenham Court Road'un oradaki müzik dükkanlarından birinde çok ucuza Abba Gold 1 ve Abba Gold 2 CD'lerini almıştım, 1993 olmalı. O CD'deki bütün şarkıları ezbere biliyorum, çocukluğumdan beri bağıra bağıra söylediğim şarkılar. Ne bileyim işte Abba çocukluğum, 70'li yıllar, mutlu zamanlar, hani henüz kimsenin ölmediği, büyükanneannemin bile yaşadığı, yazların uzuuun ve bol karpuzlu, kışların bol karlı geçtiği, insanların konuşmaktan, fikirlerini beyan etmekten korkmadığı, benim annemi çok özlediğim, anneannemle kader birliği yaptığımız zamanlar.
Mamma Mia'da genel olarak herşeyi çok sevdim. Sahne tasarımı, kostüm, dekor vs. çok ilkel (belki de öyle olması gerekiyordu çünkü sahne Londra sahnelerine göre o kadar küçük ki), cast belki de 2. 3. cast ve detone olma durumu da çok olmasına rağmen ben bütün şarkıları (oldukça bet sesimle) bağırarak söyledim, arka sıradaki kız da bana eşlik etti, sonra dans ettim, koltuğuma otururken kapanan koltuk yüzünden yere bile oturdum ama hiç moralimi bozmadım. :)
Mamma Mia zaten süper bir şarkıdır, kıpır kıpır, söylemesi de kolay:
I’ve been cheated by you since I don’t know when / Öyle uzun zaman aldattın ki beni
So I made up my mind, it must come to an end / Aklımı başıma toplayıp bırakmak istedim seni
Look at me now, will I ever learn? /Halime bak, ne zaman kafama dank edecek
I don’t know how but I suddenly lose control / Neden bilmem, kendimi kaybediyorum işte
There’s a fire within my soul / İçimde bir ateş var sanki
Just one look and I can hear a bell ring / Baktığın anda aklım başımdan gidiyor
One more look and I forget everything, o-o-o-oh / Bir bakış daha herşeyi unutturuyor
Mamma mia, here I go again / Ah anam anam, al işte
My my, how can I resist you? / Ah ah seni nasıl reddebilirim ki
Mamma mia, does it show again? / Ah anam anam çok mu belli ediyorum ki
My my, just how much I’ve missed you / Ah ah seni nasıl da özlediğimi
Yes, I’ve been brokenhearted / Evet, kalbim kırıldı
Blue since the day we parted / Kötüyüm ayrıldığımızdan beri
Why, why did I ever let you go? / Neden, neden gitmene izin verdim ki
Mamma mia, now I really know, / Anam anam, artık biliyorum
My my, I could never let you go. / Seni hiç bırakamayacağımı
Nasıl çeviri ama? :)
O kadar muhteşem şarkı var ki müzikalde, hepsini bir şekilde hikayeye uydurmuşlar, en sevdiklerimden Chiquitita mesela Sophie'nin 3 eski erkek arkadaşından şikayet etmek için kız arkadaşlarına dert yanarken söylediği bu şarkı sırasında annemle ağladık, daha doğrusu annem aaah ah biz Beyoğlu'nda SU ile yürürken bize arkamızdan "Chiquitita" diye bağırırlardı deyince ben ağladım. Çünkü o kadar güzellerdi ki anlatamam, o kadar güzellerdi ki allahım, hala güzeller tabii ama 20'li yaşlar gibi olmuyor işte, itiraf edelim ki. :(
Sonra yine çocukken ayna karşısında söylediğim en önemli şarkılardan olan Gimme Gimme Gimme sırasında dans etmek için ayağa fırlamış olabilirim, muhtemelen.
Gimme gimme gimme a man after midnight / Bana geceyarısından sonra birini ver, ver, ver
Won't somebody help me chase the shadows away / Bu gölgeleri kovalamama yardım edecek birini
Gimme gimme gimme a man after midnight / Bana geceyarısından sonra birini ver, ver, ver
Take me through the darkness to the break of the day / Karanlıklardan gün ışığına beni taşıyacak...
Ah çıkmam gerek, devamını kısa sürede yazmaya çalışacağım...
21 Ekim 2008 Salı
Zaman geçip gidiyor...
Hergün günlüğe yazmadığıma şaşarak ve zamanın kontrol edilemez ritmine kendimi kaptırmış bir halde uçuyorum ben de. 23 Ağustos'tu yeni evimize taşındığımızda. İlk 3 hafta soluksuz ev yerleştirmekle geçti. Taşınmadan önce bütün evi detayları ile ölçüp, Microsoft Visio'da amatör mimar ruhumla planlar çıkartmış, eşyaları uygun gördüğümüz yerlere pıt pıt yerleştirmiştim ama merdiven boşluğunun tepesini ölçmek hiç aklıma gelmediğinden belli bir uzunluğun üzerindeki hiç bir şey çatı katına çıkamadı (anneciğimin aldığı devasa çamaşır makinesi ise allahın yardımı ile ancak geçti bu aralıktan). Böylece özenle yaptığım planlar alt üst oldu, kütüphane alt kattaki arka odaya, çalışma odasının kanepesi yine oraya, gardrop oturma odasına sıkıştı. Çatı katı ise bomboş, huzur dolu bir mekan oldu, aslında bir bakıma iyi bile oldu. Sonuçta 1 haftasonunu ve akşamlarımı binlerce hurç içindeki giysi, yorgan, yastık, yatak takımı, masa örtüsü, mutfak eşyasını, diğer 1 haftasonunu ve akşamlarımı taşımacılardan bol küfür yediğim koli koli kitabı, son haftayı ise genel olarak kalan herşeyi yerleştirmeye ayırıp ancak Eylül ortası adam gibi "hah! yerleştik galiba" diyebildim. Bu arada CC ise elektrikçi, kombici, doğalgazcı, tesisatçı, temizlikçi, İSKİ, İGDAŞ, AYEDAŞ, TELEKOM vs. vs., yok efendim havalandırma kapağı, zırta pırta uyan vidalar, şuraya buraya çekilecek hatlar gibi işlerle uğraşırken çıldırma sınırlarına geldi ama neyse artık hepsi bitti. En güzel hikayemiz Digiturk'le ama onu da (söz veriyorum) ayrı bir yazıda yazacağım...
Yeni evimize çabuk alıştık. Sanki yıllardır burada oturuyormuşuz gibiyiz halbuki daha evleneli bile ancak 8 ay ve (bugün itibari ile) 1 hafta olmuş. Eski evimize yapılan (ve yine CC'yi çıldırtan) ufak tefek tamiratlardan sonra o zavallıcık da kendini kucaklayacak bir kiracı bekliyor şu aralar. Yeni evimizin harika bir terası var, dolunay olduğundan bol bol EE'nin kulaklarını çınlatıyorum, hatta geçen gece tepemizde Levis'ın Moon Bathing reklam filminde olduğu gibi projektörmüşcesine bizi aydınlatan mehtaba şaşkın şaşkın baktık, bakakaldık CC ile. Bu kadar aydınlık ve bize yakın olması büyüleyiciydi. Teras güzel şey vesselam, darısı herkesi başına.
Bizim evin bizi tavlamasında önemli etkenlerden biri olan; benim "garaj" CC'nin ise "ardiye" dediği yer tam terasımızın yanında, çatı arasında. Teras'dan bir kapı ile giriliyor ve sonsuza kadar gidip evin çevresini dolaşıyor bu mekan. Burası aslında tam çocuklara göre, keşfedilecek binlerce ıvır zıvır orada duruyor. Biz ise, eve ilk taşındığımızda dur şurayı bir keşfedelim diyorduk, girdik, gittik gittik, gerçekten çok gittik, baktık, yan dairenin ardiyesinin kapısına geldik!!! Hani demem o ki, komşularımız o anda tesadüfen kendi ardiyelerinin kapısını açmış olsa karşılarında hırsız gibi bizi bulacaktı. Bu duruma hala şaşırıyorum, araya bir duvar yaptıracağız bakalım bir ara ama ne zaman, komik bir durum doğrusu.
Bu kez internet bağlantısını Telcom'dan aldık. Hizmetleri rezalet, kusura bakmasınlar ama hiç tavsiye etmiyorum. Allah için şimdi düzgün çalışıyor ama başta bizi çok sıktılar. Doğru dürüst bir müşteri hizmetleri yok, sorunları ayrı ayrı kişilere bin kere anlat, kimse anlamıyor, birbirlerinden de haberleri yok. İşin en sıkıcı tarafı ben Superonline'dan internet bağlantısı alıyorum sandım, Telcom çıktı. Yani biraz kandırmaca da var, bu da Superonline'a hiç yakışmadı.
Aaa, bu kadar anlatmışken psikopat komşumuzdan bahsetmezsem ayıp olur. Taşınırken eşya taşımayacağımıza söz verdiğimiz halde, asansörü kapatıp bizi sürekli 4 kat inip çıkmaya mahkum eden, sonra apartmanın önüne yola araba park ettiğimiz için eleştiren (hatta "sokak lambasının altına park edeceğim, çok hırsızlık var, arabanızı çekin oradan" bile diyebilecek kadar!!!) bu zat, anladığım kadarı ile biraz Bizimkiler dizisinin yöneticisi Sabri Bey gibi birisi. Asansörü de sürekli kendi oturduğu katta tutmak gibi obsesif bir yanı var. Allah ıslah etsin, CC onu tepelemeden kendine gelsin diye sürekli dua etmek zorunda kalıyorum, bakalım sonumuz ne olacak?
Yeni evimize taşındığımızdan beri neredeyse son haftaya kadar sürekli eve bir şeyler taşıyoruz, artık insanların dikkatini çekiyor, manyak olduğumuzu düşünüyor olabilirler, hatta karşımızdaki nalbur "abi sizin ne çok eşyanız varmış yav" demiş CC'ye de "hiç şaşırmadım" dedim ben de, zaten taşınırken de 2 tır eşya ile geldik. 2 ev birleştirmek zor şeymiş vesselam...
Ajansta da bunalmış durumdayız. Bizim ekipten 2 kişi ayrıldı, ben ekibimin odasına taşındım, onların yanında olmak çok güzel. MM ve PT ile yarı neşe, yarı stres idare ediyoruz, artan iş yükümüzü birlikte daha bir rahat taşıyoruz. Arnavutluk, Denizli seyahatleri gırla gidiyor. Anlatacak çok şey var, iş çok zaman az ama bu artık verdiğim araya iyi bir başlangıç oldu, bundan sonra durmam sanırım.
En kısa zamanda bir Mamma Mia yazayım bari de son zamanlarda yaşadığımız bu kadar sorun içinde neşemizi bulalım. :)
8 Ağustos 2008 Cuma
Aşkımın Doğumgünü...
Bugün sevgili eşim CC'nin doğumgünü... Son haftalarımızın koşuşturmacası içinde (yakında yeni evimize taşınacağız da) bugüne yeterince hazırlanamadım, ona büyük sürprizler hazırlayacaktım ama umduğum şeyler olamadı. O yüzden önümüzdeki sene çok daha fazla çalışmam gerek. :)
Canım sevgilime ömür boyu benimle ve mutlu bir yaşam diliyorum, nice yıllara... Yukarıdaki kıza çok bakma, yakarım :)
14 Temmuz 2008 Pazartesi
İşte ben... :)
11 Temmuz 2008 Cuma
Erol Mütercimler'in şu yazısı...
Dengir Mir Mehmet Fırat'ı üç gündür izliyor ve dinliyoruz. "Atatürk devrimleri toplumda travma yarattı" sözlerine gelen tepkilere karşılık vermeyi sürdürdü. Fırat, gazetecilerin soruları üzerine şöyle dedi:
" Devrimler kötü demedim, ama bir gecede tekke ve zaviyeler kapanmadı mı? Şeyhülislamlık sona ermedi mi? Dünyanın her yerinde devrimler böyle yapılıyor. Türkiye'de de bir travmaydı. Bu konuda konuşanlar eğer bunların tamamını okuduysa ben Meclis'in ortasında eşek gibi anıracağım... Okumadan konuşuyoruz" (Taraf, 25.06.08,s.10)
Özellikle, AKP'ye taraf Kemalist cumhuriyete muhalif olanların kendisine taraf seçtiği Taraf gazetesinden alıntı yaptım.
Haklısınız Dengir Bey, okumadan konuşuyorsunuz. Bilgi olmadan fikir üretenlerle ne yazık ki aynı safta yer aldınız.
Eğer Türk devrim tarihini okumuş olsaydınız, şimdi "eşek gibi anırırım" demek zorunda kalmayacaktınız.
Müsaadenizle yanlışlarınızı ben düzelteyim.
Ben kim miyim?
Laik Kemalist cumhuriyetin 30 yıllık öğretmeniyim ve 10 yıldan fazladır da üniversitelerde " Türk Devrim Tarihi" dersi de okutmaktayım! Yani söz söyleme hakkım var!
İçinize sindiremediğiniz Kemalist devrimler bir gecede olmadı. Hepsinin planı projesi vardı ve uzun yıllara dayanan düşüncenin ürünüydü.
Bu nedenle sizin sandığınız gibi, halkın üzerinde travma yaratmadı.Ancak, doğrusu bazılarında yarattı.
Kimlerde mi?
Halife padişahta ve onun çevresindeki İngiliz işbirlikçisi hainlerde.
Başka kimlerde?
Dini kazanç kapısı yapanlarda.
Başka kimlerde?
Laikliği içine sindiremeyenlerde.
Daha Erzurum Kongresi günlerinde (Temmuz 1919). Mazhar Müfit Kansu'ya "yaz çocuk" der. Ve not defterine savaştan sonra, cumhuriyeti kuracağız diye başlar, sırasıyla tüm devrimleri alt alta dizer.
Mazhar Müfit de ona inanmaz! Ama yıllar sonra " kaçıncı maddedeyiz çocuk!" dendiğinde ayıkır. Mahcubiyetten kıpkırmızı olur. Çünkü onda utanma duygusu vardır.
Başka bir öyküyü Sovyet Elçisi Aralov'dan dinleyin; belki, o zaman, kimlerin travma geçirdiğine siz de ayıkırsınız.
"Daha taarruzdan önce yanında bulunduğum sırada Mustafa Kemal Paşa: Kadınların kurtuluşu için bir savaş açacağını, ilk öğretimi geniş ölçüde yayacağını, millî ekonomiyi, sanayii, köy ekonomisini, kültürü geliştireceğini söylemişti..." (S.İ.Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, çev. Hasan Ali Ediz, s.225-226)
Yine Aralov'un anılarıyla sürdürüyorum, asıl travmatik kısmı burası...
Gazi 2 Nisan 1922 tarihinde yanında Sovyet Elçisi Aralov ile birlikte Konya'dadır.
"O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı, canlı hemen hepsi de genceceik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşayı selamladılar. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa'dan, Medrese sayısını artırmasını rica etti. Bu zat, ayrıca, medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti.
Hoca konuşurken Mustafa Kemal'in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama, medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek sesle, sertçe:
'Ne o, dedi. Yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde döğüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!..'
Mustafa Kemal konuşurken gözleri daha korkunç bir hal alıyordu:
'Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!'
Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların yanında hükûmet başkanı onları paylamıştı.Mustafa Kemal Paşa bize dönerek:
'Hadi gidelim, dedi, artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı. Ve şöyle, isteksizce bir selam vererek oradan ayrıldı.'
Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı: 'Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım! Herşeyden önce onların malî dayanaklarından, vakıflardan, yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, neredeyse üçte ikisi, belki daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların yaşam kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.'
Mustafa Kemal, Anadolu topraklarında, şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını sormam üzerine, Mustafa Kemal, bunların askere alınmaları için gerekli emrin verilmiş olduğunu söyledi. Bu devrimci adım, subaylar arasında büyük bir sevinç yaratmış ve bu olay, son günlerin en çok üzerinde durulan bir konusu haline gelmişti." (S.İ.Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, çev. Hasan Ali Ediz, s.104-106)
Travma geçirenler, birinci meclisin muhalifleridir. İskilipli Atıf Hoca ile bugünkü laiklik düşmanlarıdır. Travma geçirenler, kadının çarşaftan, peçe arkasından kurtuluşunu içini sindiremeyenlerdir. Menemen'de Kubilay'ın başını kesen Nakşi şeyhi müridleridir. Başka kimdir? Mustafa Kemal'i idama mahkum eden Şeyhulislam'dır!
İnsanlık tarihinin en önemli komutan ve devlet kurucularından olan Mustafa Kemal'i, ötekilerden ayıran en önemli niteliği aslında devrimciliğidir. İhtilalden devrime evriliş, hem kararlılık hem de olağanüstü cesaret ister. Bu büyük dahîde bu iki niteliğin birleştiğini görmekteyiz.
Türkiye Cumhuriyeti'ni öteki cumhuriyet örneklerinden ayıran temel özellik, "egemenliğin tanrıdan alınıp bireye verilmesi, kuldan vatandaş, ümmetten millet yaratılması; bunun da laik düşünce sistemi üzerine oturtulmasıdır." Yani aklın egemen kılınmasıdır.
Sosyal yaşantıyı düzenleyen devrimler laiklik eksenine oturtulmuştur. Kılıç Ali'nin anılarında okursunuz; Gazi'nin, Meclis kürsüsünden bir milletvekilinin laikliğin tanımını isterken, alaycı üslupla sorduğu soruya verdiği yanıtı belleklerden çıkarmamak gerekiyor: "Adam olmak, demektir, hocam, adam olmak!"
Gazi Mustafa Kemal, kendisinden sonraki meclisler gibi, kararları halkın önünden kaçırarak, gece yarıları almadı. Dengir Fırat burada yanıldı!
Herkes bilgi sahibi olsun, hiç kimse eşek gibi anırmasın insan gibi konuşsun.
Annem yine yollarda...
Gezi aslında bir Moğolistan-Rusya turu. Ama temel özelliği gezinin önemli bir kısmını trende yani Transsibirya Treni'nde yapacak olmaları. Yani trenle, dura dura gidecekler. İlk durakları Vladivostok. Vladivostok; Rusya'nın Güney ucu ve Japonya ile de karşı karşıya, Çin ve Kuzey Kore sınırına yakın bir yer. 6 üniversitesi ile Rusya Uzakdoğusu'nun eğitim ve kültür merkezi olan muhteşem bir şehir, aynı zamanda da donanma ve askeriye limanıymış. Bakalım annem ne düşünecek? Burada Transsibirya Ekspres'ine dahil olduktan sonra; ilk durakları Habarovsk'a uğrayacaklar ve Amur Nehri'ni geçecekler. Habarovsk da Uzak Doğu Rusya'nın Vladivostok'tan sonraki 2. büyük kenti ve Çin Halk Cumhuriyeti sınırına sadece 30 km. uzaklıkta. İnsan dünyayı böylesine geniş bir açıdan görünce ne kadar garipsiyor değil mi? Rusya da inanılmaz büyük bir ülke gerçekten. Kuzey Yarımküre'yi tamamen kaplıyor.
Bundan sonraki durakları Ulan Bator. Bana en çok heyecan veren yerlerden biri Moğolistan. Köklerimizi biraz orada hissetmemizden midir nedir, oraya gidiyor olmayı çok heyecan verici buluyorum, annem çok "cool" duruyor ama. Burada Gobi Çölü'nde bulunan dinazor iskeletlerini de görecekleri bir çok müzeye gidecekler ve en önemlisi Tonyukuk yazıtını ziyaret edecekler. Ertesi gün ise Ulan Ude'ye giriş yapacaklar. Burası Buryat Özerk Cumhuriyeti'nin başkenti, Baykal Gölü de hemen batısında yer alıyor. Buryat'lar Moğol kökenli bir halk, aynı bölgede başka Moğol Cumhuriyetleri de var. Daha doğrusu özerk bölgeler; Aga Buryat Özerk Bölgesi, Ustorda Özerk Bölgesi gibi. Sibirya bir deniz gerçekten ve biz orası ile ilgili ne kadar az şey biliyoruz!
Hazır gelmişken Baykal Gölü'ne de yapılacak geziden sonra ertesi gün Irkutsk'a gidecekler. Bu şehir de Sibirya'nın Paris'i diye biliniyor. (Türkiye'nin Gaziantep'i gibi!) Nedense güzel olan şehirlere hep Paris benzetmesi yapılıyor, ilginç bir şey. Ya da kendine has olanlara mı demeli, tam bilemedim. Bu şehir Sibirya'nın ilk üniversitesini barındırmasının yanısıra; bir de dünyanın en önemli kürk üretim merkezlerinden biriymiş (ne yazık ki!).
Trenle tam gün yolculuklar yaparak ilerleyecekler çünkü mesafeler akıl almaz. Yani başlangıç noktası olan Vladivostok ile bitiş noktaları olan Moskova arası 9.259 km!! ve seyahat 6 gün 5 saat ve 19 dakika sürüyor. Her şey çok dakik olduğundan bu saatler de pek şaşmıyormuş. :) Aynı bizim memleket, allah için...
Bu tam gün yolculuklarda Krasnoyarsk'dan geçecekler mesela. Yenisey Irmağı'nın iki yanına kurulmuş bir şehir. Burası da dağları ve nehirleri ile çok seyirlik ve popülerliği de gittikçe artan bir şehirmiş araştırmalarıma göre. Ayrıca buraların kültürü de pek kimselere benzemediğinden etnik öğeler çok ilgi çekici diye yazıyor kaynaklarda.
Bir sonraki durak olan Novosibirsk de önemli bir şehir. Sibirya bölgesinin en büyük şehri; 1893'de kurulmuş. Moskova ve St. Petersburg'dan sonra Rusya'nın 3. büyük kültür ve bilim şehri olarak tanımlanıyor. Rusların bu şehir kurulma tarihleri de acayip geliyor bana, belki de bizde öyle kesin tarihler bulmanın mümkün olmadığından. Hani insana şöyle geliyor; sanki bundan 200 yıl sonra torunlarımızın torunları şöyle diyecek: Bahçeşehir; 1994'de kurulmuş, hızla gelişmiş, Marmara Bölgesi'nin küçük ama şirin şehirlerinden biridir!!! :) Herneyse; Novosibirsk'ten sonraki durak Yekaterinburg da Urallar'ın en büyük kültür merkezi sayılıyor. Rusya'nın 3. büyük şehri ve maden ve hammadde zenginliği ile çok önemli de bir endüstri kentiymiş.
Son durak Moskova'dan önceki ziyaretleri Kazan kentine olacak. Kazan; Tataristan'ın başkenti ve UNESCO'nun dünya mirası listesindeki kentlerden biri. Büyük İdil Yolu üzerinde. İdil yani Volga nehri de; malum, dünyanın en önemli nehirlerinden biri. İlginç bir kent, yarısı Müslüman yarısı Ortodoks halkı ile biraz doğu batı sentezi olarak algılanan bir yermiş. Tatarlar da Türk kökenli ve geçmişte burada yaşayan İdil Hanlığı da müslümanlığı ilk kabul eden halkmış bu arada.
İşte annemin önümüzdeki 14 gününün kısa özeti. Görmeden ne kadar doğru yazmışımdır ve ben ne zaman gidip oraları görebilirim ama umarım en kısa zamanda bize de gitmek nasip olur. Özeniyorum kendisine ve takdirlerimi bir kez daha belirtiyorum kendini bu kadar dünyayı keşfetmeye adadığı için. Hani çok gezen mi çok okuyan mı bilir derler ya, benim annem ikisini de yaptığından bu konudaki bir münazarayı olanaksız hale getiren bir karakter. :)
İyi yolculuklar dileyeyim ve işime döneyim ben, ne de olsa biz de 1 hafta sonra tatildeyiz ve biz de naçizane Çanakkale-Bozcaada yollarına düşeceğiz. :))
9 Temmuz 2008 Çarşamba
30 olmak...
2 Temmuz 2008 Çarşamba
Mısır'da Kampanya!!!
İlanda iki lolipop var; biri ambalajlı, diğeri değil. Ambalajlı olan başörtülü kadını simgeliyor tabii ki, ambalajsız olanın ise üzerine sinekler konmuş. Mesaj şu: "Onları (erkekleri) durduramazsınız. Ama kendinizi koruyabilirsiniz".
Artık söyleyecek sözcük bulamıyorum. Allah herkesi ıslah etsin ve kendisini saçma sapan şeylere alet edenlerin de müstahakını versin inşallah.
Bunu da koymadan edemedim yani!
Mustafa Kemal, bunlara haber göndertip, gelecek hafta kendileriyle bu konuyu görüşeceğini ancak konuşmalarının bir temeli olarak katılacak olan herkesin Bakara suresini 288. ayetine kadar okumalarını rica eder.
Toplantı günü gelip çattığında, Mustafa Kemal kürsüye çıkar ve sorar: "Arkadaşlar, buraya gelmeden önce hepinizden Bakara suresini 288'e kadar okumanızı rica etmiştim. Kimler okudu Bakara'yi 288'e kadar?" Salondaki bütün eller istisnasiz olarak bu ricayi yerine getirdiklerini belirtmek için havaya kalkar.
Bunu üzerine Mustafa Kemal sözlerine devam eder:"Beyler işte, kuracağımız devletin neden din temeline dayanamayacağının açıklaması: ''Bakara suresi 286 ayettir.''
Bir hatırlatayım dedim!
Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
23 Haziran 2008 Pazartesi
Kim Avrupalı, kim değil?
Ben turnuvanın takımlarını sınıflandırdım, Cenajans/Grey'de biz her yıl ajansın "en"lerini seçerdik, bu da ona benzer bir şey olacak. Bir yıl ben "en çalışkan" seçilmiş, sertifikamı elime almış ve 5 gün sonra MNK tarafından işten çıkarılmıştım. :) 22 gün sonra tekrar işe alındım ama onu da yazayım da hakkını yemiş olmayayım. Tazminatımı almış oldum, allah razı olsun, hatta o para ile de çok sevdiğim Peugeot 306'yı almıştım. Ne güzel arabaydı yahu! Neyse konuyu yine dağıtmayayım, gelelim "en"lere...
En şapşal takım: Yunanistan. Geçen kupada şampiyon ol, bu kupada çeyrek finale bile çıkama. Şapşallık değil de ne yani? Sadece savunma yaparak olmuyor işte bu işler...
En manyak takım: Elbette Türkiye. Bayılıyorum dünya yazarlarının yaptıkları yorumlara. "Maçın sonunda sahaya uzay gemisi inse, şaşırmazdım" demiş birisi Çek maçından sonra. Adam haklı. Bir de bir İngiliz muhabir ölçmüş, tüm turnuva boyunca; uzatmalar, onların uzatmaları, duraklamaları vs. dahil 9 dakika, sadece 9 dakika galip oynamışız. Manyaklık değil de ne yani? Ha bir de Hırvat Teknik Direktör'e bayıldım, Biliç'e; "ben nasıl bir taktikle oynadıklarını çözemedim ki tedbir alayım" demiş. Daha ne diyeyim yani, taktik falan yok ki, kafası kesilmiş tavuk gibi sahada koştur, elinden geleni yap, yabancı antrenörler seni gördüğünde, "haa, bu adamda iş var desin" o arada bizim takım da bir şekilde paçayı yırtsın taktiği, tam bizim kafa. Aptala çevirdik herkesi, helal olsun bize!
En bahtsız deve: Çekoslovakya kalecisi Cech. Sen dünyanın en iyi kalecilerinden biri ol, Chelsea gibi takımın kurtarıcısı diye yorumlar olsun hakkında, üstelik sahaya o karizmatik başlıkla çık, ekstra fark yarat, dikkat çek, sonra da dandik bir golle perişan ol. Bahtsız deve değil de ne?
En sıkıcı takım: Rusya. Yani ne diyeyim? Kusura bakmasınlar ama çok sıkıcılar. Nasıl bir oyun oynadıklarını tam olarak yorumlayamayacağım, kendimi hiç bir şekilde futbol uzmanı görmüyorum ama maçlarında çok sıkıldığım kesin. Arşavin kaldı aklımda bir tek, o da ağlıyordu maçtan sonra yazık, üzüldüm çocuğa. Kastı herhalde kendimi maçta. Ama haksızlık da etmeyeyim Ruslar Hollandalıları aptala çevirdi, hiç oynayamadı çocuklar. Hiddink'i biz 7-8 ayda kovmuştuk değil mi FB olarak? Ya ne bomba takımız ya, vallahi! :)
En sıkıcı maç: Rusya'ya haksızlık olmaması için bunu da yazayım, dün akşamki İspanya -İtalya maçı gerçekten çok çok sıkıcıydı. Sanki oynamamak için sahaya çıkmış iki takım. İtalya sadece defans yaparak ve gol yemeyerek oyunu önce orta sahaya sonra da penaltı atışlarına mahkum etti. Oyun mahalle maçından hallice, İspanya'nın biteviye gol atma çabaları ve beceriksizlikleri ile nihayete erdiğinde ben zaten uyukluyordum. Penaltı atışlarını yarım göz seyrettim ama sonucunu kavrayamadım bile. Çok da önemi yoktu. Biz bu İtalya'yı da, çok gözümüzde büyüttüğümüz İspanya'yı da haklardık zaten. Yani sıkıcısınız oğlum, sıkıcı...
En karizma teknik direktör(ler): Burada seçim yapamadım, o yüzden Joachim Loew ile Frank Rijkaard eşit paylaşıyorlar bu konumu. Teknik direktörden çok Damat&Tween'in beyaz gömlek ilanlarına çıkmış mankenlere benzedikleri için. :)
En her yeri ayrı oynayan teknik direktör: Tabii kiiii Fatih Terim. Ya bu adam beni öldürecek, bir insan bu kadar mı tikli olur? Onunkiler tik de değil bence, o kendine bir havalar yapıyor. Hiç bir şekilde eleştiri kaldıramayan, doğru dürüst bir taktik de ortaya koyamayan ama çok başarılı bir teknik direktör?! Bence kondisyon konusunda yaptıkları ve adamları gazlama şekli çok başarılı dolayısı ile allah için bir şekilde başarılı...
En gıcık hakem: Valla bana Herbert Fandel gibi geldi. Adam İspanya'nın bir çok kere hakkını yedi, penaltılarını vermedi, sanki içinden Almanya'nın karşısına İspanya çıksın finalde istiyor gibiydi, tabii bizi çıtır çıtır yiyeceklerini düşünerek bunu düşünmüş olmalı ama bilemiyorum, bizim işimiz belli olmaz, bu final Rusya-Türkiye bile olabilir. O zaman da artık şampiyonanın adını Avrasya 2008 yaparlar.
En zavallı seyirci: Hırvatistan seyircisi elbette. Sen artık bu iş oldu de, uzatmaların uzatmasının duraklamalarında gol ye, aslında bahtsız deve mi demeliydim bilmiyorum ki. :)
En yok yere prim toplayan karakter: RTE. Helal olsun diyorum yine de. Halkına şirin göründü, her şeyi unutturdu, sempati kazandı, TFF'nun başkanının eşine sarılarak da ekstra prim kazandı, hemen abdest almış mıdır acaba maçtan sonra?..
20 Haziran 2008 Cuma
Nasıl bakacak (afedersiniz) öküz gibi bakıyor!
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doçent Dr. Hülya Uğur Tanrıöver başkanlığındaki ekip "Medyada Kadınların Temsil Biçimleri" konulu bir araştırma yapmış. Sonuçlar elbette hiç birimizi şaşırtacak şeyler değil: Haberler, manşetler, içerikler yapılırken kadınlar, bireysel varlığı olmayan eş ve anne, magazin malzemesi, konu mankeni, cinsel nesne olarak kurgulanıyor ve tamamen yok sayılıyor.
Araştırma; Medya İzleme Grubu’nun (MEDİZ) yürüttüğü "Medyada Cinsiyetçiliğe Son" kampanyası kapsamında hazırlanmış ve sonuçlar, gazeteciler Ferai Tınç, Ayşenur Arslan ve Şirin Payzın’ın da katıldığı basın toplantısında kamuoyuna duyurulmuş.
Doç. Dr. Tanrıöver, araştırmanın bu yılın ocak ayında iki hafta boyunca 10 gazete, 5 radyo, 5 internet sitesi ve 5 televizyon kanalının izlenmesiyle yapıldığını belirtmiş, "Araştırma sonuçları da gösterdi, medya erkeklerin egemenliğinde. Medyanın genelinde kadınların aleyhine cinsiyetçi bir söylem egemen. Haberler, manşetler, içerikler yapılırken kadınlar, bireysel varlığı olmayan eş ve anne, magazin malzemesi, konu mankeni, cinsel nesne olarak kurgulanıyor ve tamamen yok sayılıyor" demiş. Tanrıöver, araştırmanın, üniversitelerde başörtüsü konusunun TBMM’de görüşüldüğü dönemi kapsadığına dikkat çekmiş ve "Başörtüsü gündemin en temel maddelerinden biri olmasına karşın, kadınların örgüt ve eylemlerine ilişkin haberlerin temsil oranının yüzde 2’nin üzerine çıkmaması ilginçtir. Hatta siyasal duruşu ve iktidarla ilişkileri nedeniyle başörtüsü yasasının kaldırılmasından yana olan medyalarda bile, haklarını talep eden kadınların eylemlerinde, konu üzerine fikir yürüten erkek yorumculara yer verilmesi dikkat çekicidir." diye de eklemiş.
Ben artık bunu üzerine ne diyeyim, benden bin kat yetkin birisi zaten söylemiş. Ha, bu bize özgü bir şey mi? Kadınların cinsel obje olarak gösterilmesi hayır değil ama kalanlar sadece bize ve 3. dünya ülkelerine özgü. Eh zaten biz de onlardan biriyiz, eğri oturalım doğru konuşalım. Yoruluyorum bazen, allah biliyor ya, yoruluyorum...
Ben bunu istiyorum!
Evet itiraf ediyorum, marka bağımlısı bir insanım. Özellikle teknolojik aletlerde, mutfak eşyalarında, giyimde; allahım sanırım her şeyde alıştığım, bildiğim markayı kullanmak istiyorum. Reklamcı olduğum ve insanların nasıl marka bağımlısı olduğunu, nasıl yapıldığını detayları ile bildiğim halde böyle olmam sanırım utanç verici ama elimde değil ve ben bunu istiyorum. Sony kullandım, Toshiba da ama yok ben HP'ciyim. Ve bu benim olmalı! :)
Kuşaklara dikiz...
İş Bankası'nın yeni bir kampanyası var. Film aslında mp3 çalar ya da Sony Walkman telefon filmiymiş falan geldi bana ilk başta yani algı için en az 2 kere seyretmek gerekiyor. Normalde bu zaten 3+'dır. Yani hedef kitlenin en az 3 kere filme maruz kalması gerekir ki algı oluşsun. Dolayısı ile normal. Kampanya aslında basit. Karnesini gösteren her çocuğa Alice Harikalar Diyarında kitabı hediye ediliyor. Ama film olağanüstü sıcak, sakin akan, etkileyici bir film. Promosyon fikri de altına imza attığı sosyal durum da (okumayı desteklemek fikri ya da yaz tatili okumak içindir fikri diyebiliriz) takdirimi kazandı, süper bir iş.
Ha, bir de bugünlerde (hani yaz da geldi ya!) İngilizce öğretme kampanyaları moda. Herkes bütçesine göre tabii, anımsayabildiğim kadarı ile Star gazetesi çeviri yapan bir kalem veriyor. Reklam filmi de süper "van, tuu, tirii, foor" diye İbrahim Tatlıses'in şarkısından hallice bir dublaj ve felaket ötesi bir film kalitesi ama kimin umurunda eminim kampanya iş yapacaktır. Yine yanlış hatırlamıyorsam Sabah Gazetesi de İngiltere'de dil kursu promosyonu yapıyor ama mekaniği nasıl tam çözemedim. Filmde ise Avrupa başkentlerinin simgelerini anımsıyorum sanki. İkisi de birbirinden felaket filmler. Bir de çok gazete kampanyası yapmış biri olarak söyleyeyim, artık bu kim ne yaparsa ben de onu yapayım durumu çok komik kaçmaya başladı. Allah aşkına yeter!
Şimdi yaz geldi ya, meyve suyu filmleri de tam gaz. Cappy'nin yeni ambalajı ile çok kısa, mesajı pek de akılda kalmayan bir filmi, Netto'nun Muzaffer Kuşhan'la yaptığı 8 kırmızı meyve (sanırım böyleydi) filmi ve Tamek'in yeni, danslı, eğlenceli filmi ilk aklımda kalanlar. Netto bu sefer iş yapacak sanırım, eğer görünürlüğü sağlarlarsa bu film, ürün farklılaşması da olduğundan şeytanın bacağını kırmalarına neden olacaktır. Tamek ise Cappy'den farklı bir şey söylemiyor, film kalitesi yüksek o kadar. Maksat güzel bir film yapalım, yayına sokalım gibi olmuş bana kalırsa.
Aslında bu milli takım sponsorluğu filmleri için uzun zamandır yazmak istiyordum da fırsat olmamıştı. Benim listem 1. Turkcell, 2. Coca-Cola, 3. Garanti, 4. Ülker, 5. PO. Başka var mıydı, anımsayamıyorum. Turkcell filmi, evet biliyorum eski film, evet şarkısı Lady Darbanville ve çok saçma ama kabul edelim çok güzel iş. Taklit olduğunu söyleyenler de var, bunu araştırma fırsatım olmadı doğrusu ama Leo Burnett güzel iş yapıyor, duygusal bakıyor olabilirim ne de olsa eski ajansım ve çok severim. :) Coca-Cola bence çok çok sıcak, senkron süper, yaratıcı düşünceler var, cansız objelerin hareketi gibi ki bana çok sıcak geldi, hele 3 tane teyzenin tezahüratı süper. Tüketici gözü ile bakınca başarılı bence. Garanti ise ne diyeyim; Amerikan Futbolu, Rugby, bilgisayar oyunları her şey var. O karakterler bana çok korkunç ve uzak geliyor ve hareketleri çok yapay ama asıl hedef kitle gençler ve bilgisayar oyunu manyağı bu kitleye çok yakın gelecektir eminim, hatta oyunu ya da çizgi filmini de yapıyorlarmış galiba. Yalnız kapıdan ilk çıkanın Sabri olması biraz komik kaçıyor. :) Ülker'e yorum yapmıyorum, PO ise neden yani diyorum, neden benzin istasyonunda top oynanıyor, ürün de görünsün diye mi?...
Haftasonu kuşakları biraz daha inceleyelim, yine yorum yapacağım, yorum yapmak bedava nasıl olsa. Bu arada bizim yeni filmlerimiz de yayına girdi; Muhabbet Card için yaptığımız 3 film. Onları da buraya koyayım değerlendirmeleri beklerim. Eleştiri serbest. :)
19 Haziran 2008 Perşembe
İsmine hastayım...
Neyse uzatmayayım; Antalya'dan dönüş yolunda İnsuyu Mağarası'na da uğrayalım dedik, mağara Antalya-Burdur karayolu üzerinde Burdur'a 13 km uzaklıkta. Yoldan içeri girince zaten hemen geniş bir meydan ve otoparka ulaşıyorsunuz, mağaranın girişi de merdivenlerden çıkınca.
Bu kez tedbirli davrandım, ayağımdaki şıpıdık terlikleri çıkarıp spor ayakkabılarımı giydim, çantama ince bir kazak da koydum ve daldık mağaranın içine. Sonra o kazağı hiç giymediğim için dondum ama bunu niye yaptım ya da niye yapmadım sormayın, hiç bir fikrim yok, şu andaki gripli halimi o akılsızlığıma borçlu olabilirim, bu vesile ile kendimi de tebrik edeyim...
Mağarının adının İnsuyu olmasının sebebi şu ki içinde onlarca göl var. 1965'teki keşfinden beri; araştırdığım kadarı ile 1993'te büyük bir araştırma daha yapılmış ve yeni bölümler keşfedilmiş, Atlas dergisi'nde görebildiğim kadarı ile son zamanlarda da yapılmış bazı keşifler var. İlginç olan burada şifalı yer altı suları var ve yıllardır bu suları Burdur ilinin şebeke suyu!!! ve tarım alanlarının sulaması için kullanmışlar, bu da bize özgü saçmalıklardan biri anladığım kadarı ile. Bu yüzden mağarının suları çekilmiş, en büyük gölünün suyu 2 m alçalınca da yeni galeriler çıkmış ortaya. Şimdi onlarda da bilimsel araştırmalar yapılıyormuş, yakında oralar da ziyarete açılabilir. Tabii suların çekilmesi nemin azalmasına ve sarkıt dikit oluşumlarının zarar görmesine neden olmuş biraz da. Elindekini bu kadar hor kullanan millet bir biz varız sanırım, ne diyeyim artık, söyle söyle bitmiyor, her gün yeni bir şey çıkıyor...
Bu arada fotoğrafın solunda gördüğünüz arkadaşlar trabzanlardan atlayıp aşağı göle inen, orada ne yaptıkları belli olmayan (bolca şamata hariç) ve sonra yine tırmanarak yukarı çıkan amaçsız kardeşlerimiz!
Mağaranın içini gayet güzel yapmışlar, gezinti yolları ve ışıklandırma başarılı. Kalabalık da sayılabilir, ziyaretçisi çok, yol üstü olmasının da katkısı var sanırım. Yalnız çok etkileyici bir yer, renk renk kaya oluşumları var, üzerilerine yansıtılan projektörlerle daha da haşmetli görünüyorlar. Bir de bir galeriden bakıp çok daha uzaktaki başka bir galeriyi ve onun trabzanlarını görebiliyorsun, bana biraz Gülün Adı romanındaki kütüphaneyi çağrıştırdı, çok etkileyici bir yer. Bir de dilek gölü var, muhtemelen eskiden içine para atılıp dilek dileniyordu ama artık suyu kalmamış, dolayısı ile anlamı da.
İçeride gezerken aşağıdaki tabelayı görünce bir an şaşırdım, oysa şaşırmam saçmaydı, canım milletim her gittiği yere bir iz bırakmaktan hoşlanır, onları da fotoğrafladım, Hasan allah seni bildiği gibi yapsın Hasan!
İnsuyu Mağarası böyle işte. Gidilip gezilmesi keyifli bir yer, mağaradan çıkınca suratınıza çarpan sıcakla biraz şaşırıyorsunuz, keza içeri girince çarpan serinlikle de. Çıkınca bir çay içmek de keyifli hani...
18 Haziran 2008 Çarşamba
CNN Türk'e gıcık oldum...
17 Haziran 2008 Salı
Patara'nın çiçekleri...
Burası da benim Kalkan'daki en sevdiğim cafe. Cafe del Mar. Harika bir ambiansı var, çok da şeker bir garson kız vardı. CC Latte, ben Türk Kahvesi içerek geleni gideni seyrederek keyif yaptık. Yemekleri de güzele benziyor ama denemedik doğrusu...
16 Haziran 2008 Pazartesi
Tlos diye bir yer mi varmış?!
Tlos'un adını ilk kez duydum doğrusu, utanç verici ama gerçek... CC bahsetti, o da adını unutmuştu, sora sora bağdat bulunur, uydurmayı sever milletimiz sayesinde önce Silos sonra Tlos olduğunu öğrendik buranın :) ve Ölüdeniz dönüşü bir de oraya uğrayalım dedik, nasıl olsa hava da geç kararıyor, hem de gün batımını seyrederiz...
Gün batımı yanında ay doğumu da var, büyüledi beni bu anfitiyatro, güzel fotoğraf çekmişim allah için. :)
Tlos beni çok şaşırttı. Burası yeni keşfedilmiş aslında. 90'lı yılların başına kadar bilinmiyormuş. Anladığımız kadarı ile hala da sistemli bir arkeolojik çalışma sürmüyor, herşey kendi haline bırakılmış, eh benim yanımda nasıl olsa tarihçi bir kocam var, ben de meraklıyım, bizim için çok sorun olmadı tabii ama buranın kendi kaderine terk edilmiş bir yer olması da insanın canını acıtıyor. Bazen hak veriyorum İngilizlere, Almanlara, bizim bütün kültür değerlerini kaçırdıkları için, ne de olsa hiç bir şekilde kıymet vermiyoruz, hele de Osmanlı'da bunlara "bizde taş çok gelin alın" şeklinde bakıldığı için, genetiğimiz böyle ne diyeyim?!
Bu arada yukarı çıkarken yanından yürüdüğümüz bu küçücük dereyi de paylaşayım dedim, minicik zarif çiçekleri ve berrak suyu ile çok tatlıydı. :)
Neyse, lafı uzatmayayım, Tlos'un tarihi M.Ö. 2000'e kadar uzanıyor. Gerçekten çok çok etkileyici bir anfitiyatro, akropol ve birçok yapı var. Kalıntılar Likya döneminden başlıyor, sonra Erken Roma, Bizans hatta Osmanlı'ya kadar uzanıyor. Aslında Tlos inanılmaz stratejik bir noktada, tam bir tepe ve onun eteklerine konumlanmış ve tepedeki kaleden 360 derecelik bir manzara, gözünün alabildiğine ova ve dağlar görünüyor. Yani adamlar öyle bir yere yapmış ki, herhangi bir saldırıda düşmanın gelişini 1 gün önceden görebiliyorlardı sanırım...
Osmanlı'da tabii tarihi mirasın öylesine değeri yokmuş ki, 19. yy'da bölgeye atanan Ali Ağa adlı idareci kendi ve mahiyeti için yaptırdığı binalarda da bu kalıntıların taşlarını kullanmış, acaip yani, gezerken alakasız işlemeli taşları, duvar taşı olarak harcın arasında görüp çok üzüldüm.
Tlos'da muhteşem bir gün batımı yaşadık (fotoğrafa bakar mısınız?), kral mezarlarını, anfitiyatroyu, akropol'ü her yeri kendi malımızcasına gezdik dolaştık, bizden başka neredeyse kimse yoktu. Kalenin en tepesine çıkıp orayı da fethettik, Türk Bayrağı vardı, orada pozlar verdik karşılıklı birbirimize CC ile. :)
Ben Tlos'u çoook sevdim, herkese tavsiye ederim, Fethiye - Kaş yolunda, Saklıkent'e giderken, zaten tabelalar var kesinlikle kaçırmazsınız, mutlaka gidin...
6 Haziran 2008 Cuma
Hem ziyaret hem ticaret...
Dünyanın en güzel güneş batışlarından biri de burada, tepenin adını şimdi unuttum, öğrenip buraya ayrıca yazarım. Burada bayağı zaman geçirdik, doktorların da bir partisi vardı, aralarına karıştık, CC ve AK beni utandırdılar bayağı :) gidip şarap aldılar, doktor numarasına yatıp, şarap içip manzaranın tadını çıkardık, utandım falan ama bayağı da hoşuma gitti. Bir de inanılmaz derecede uzak doğulu kaynıyor burası. Sanki ne kadar Japon, Koreli falan varsa buraya akıyor. Onlarla da hafif Tarzanca bir muhabbete girişmedik değil yani...
Ertesi gün toplantılarla geçtiğinden yazacak pek fazla bir şey yok, yediğimiz sucukları, pastırmaları anlatmak istemiyorum, ayıp olacak. :)
4 Haziran 2008 Çarşamba
Denizli'nin nesi meşhurdu?..
Denizli'nin acaip güzel bir havaalanı var. Tiran'ın havaalanı ile karşılaştırınca örneğin; kat be kat büyük ve güzel bir havaalanı ama çelişki işte günde sadece 2 uçuş var. İkisi de THY ve ikisi de İstanbul. :) Bu yüzden havaalanı çalışanları sabah 05:30 gibi iş başı yapıp, 09:00 gibi bırakıyor sonra akşam 17:00 gibi yeniden iş başı yapıp, 21:00 gibi bırakıyorlarmış. Süper bir çalışma sistemi vallahi ne diyeyim...
Denizli'ye hiç gitmemiştim. Bu yüzden şaşırtıcı oldu benim için çünkü düşündüğümden çok daha modern, çok daha güzel, en önemlisi çok ama çok yeşil bir şehir buldum karşımda. Biraz İzmir, biraz Selanik ve binaların renkliliğine bakınca biraz da Tiran'ı andırıyor. Her yer palmiyelerle dolu, gerçekten çok güzel. İnsanlar çok modern, bütün büyük markalar var. Eh ne de olsa bir sanayi şehri, özellikle de tekstil sektöründe ne kadar güçlü olduğu malum.
Gideceğimiz yerin Acıpayam olduğunu öğrendiğimizde daha önümüzde 75-80 km.lik bir yol olduğunu da öğrenmiş olduk ve araba kiraladık. Acıpayam, Antalya yolu üzerinde, çok şirin bir kasaba. Hemen Denizli çıkışında bu yolun girişinde Teras adında bir yerde kahvaltı ettik. Kahvaltı dediysem, görmeden inanmazsınız, bir kuş sütü eksik. ÜÜ ve ben de yemek yemeyi hiç sevmeyiz, allah için, zevkten dörtköşe olduk, üzerine muhteşem yeşillikler içindeki manzara da eklenince değme keyfimize. Bu iş seyahatleri hiç de fena değil canım. :)
Bu arada menüdeki "mantar teratör"ün ne olduğunu biz çözemedik. Çözebilen varsa beri gelsin. :)
Acıpayam, dolayısı ile Antalya yolu öylesine güzel ki, Toroslar, yemyeşil tarlalar ve gelincikler insanı kucaklıyor. Büyüleyici bir manzara gerçekten, başım döndü, mutluluktan midemde kelebekler uçuştu. Yeşil muhteşem bir şey ve ben doğaya gerçekten aşığım.
Acıpayam'da toplantımızı yaptık, oldukça da uzun sürdü, dolayısı ile Pamukkale'ye zaman kalmadı. Biraz da yüzsüzlük olacaktı zaten, doğrusunu söylemek gerekirse :) ama yine de kuyu kebabı yemeye zaman kaldı. Allahım, vejeteryan olamadığım için beni affet, kendimi çok suçlu hissediyorum ama çok güzel ne yapayım? :) Hele üzerine manzara da eklenince...
Yine aynı yol üzerindeki Serinhisar kasabası da leblebisi ile meşhurmuş. Ben leblebiyi sadece Çorum'a ait bilirdim ama öyle değilmiş, burada onlarca leblebi mağazası var, çikolata kaplısı, şekerlemesi vs. bir çok çeşit de bulunuyor. Ayrıca meşhur buldan bezleri, örtüler, havlular, bornozlar da süper ve fiyatları uygun, yolunuz düşerse faydalanın mutlaka. :) Aynı tekstil ürünleri Denizli'nin içinde meşhur Babadağlılar Çarşısı'nda da çok uygun fiyatlarla var ve esnaf, her zamanki gibi çok sıcak ve yardımcı...
Denizli maceramız da böylece bitti, 300 km'ye yakın yol yaptık, sıkı bir toplantı ama allah için çok yorucu oldu diyemem. Dönüşte yine uçak yolculuğunu hatırlamıyorum. Yolda uyuma yeteneğim olduğu için kendimi takdir ediyorum... :)
Not: "Denizli'nin nesi meşhurdu allah aşkına?" diye bütün gün düşündükten ve ÜÜ'den de (sanırım benimle dalga geçmek için olsa gerek) hiç bir cevap alamadıktan sonra, dönüş yolunda kafama dank etti. Tabii ki "horoz"u meşhur! Etrafta pek horoz göremedim doğrusu, bence buldan bezi meşhur, bu da böyle biline!..