9 Ağustos 2007 Perşembe

Sevmek, bağlanmak, vazgeçememek, alışmak...

Vazgeçemediklerimizin nedeni nedir? Alışkanlık mı? Sevgi mi? Bağlılık mı? Tembellik mi? Vazgeçmek işimize mi gelmiyor? Yeni başlangıçlardan mı korkuyoruz? Çaba göstermeye üşendiğimizden belki de... “Ne zor anlatmak kendini yeni birisine”. Bir de üstüne ekle; ne zor alışmak bu yeni yere... bu yeni duruma... onsuzluğa... o; bir iş olabilir, bir insan, bir yastık hatta... Tabii sigara... İçki bazen. Aşk bazen...

Yeni yaşamlar kurmak nasıl da zordur. Bazen size en yakın olduğunu düşündüğünüz insan ya da yaşamın küçük parçaları, yaşama (bizce) tat katan küçük şeyler bazen. Vazgeçmek, bırakmak, terkedip gitmek ölüm gibi gelebilir insana. Onsuzluğa cesaret edemezsiniz. Kendinizi çıplak hissedersiniz. Bir parçanız kopup gidecektir sanki. Bir türlü eliniz varmaz, diliniz varmaz. Kabul edemezsiniz. Erteledikçe ertelersiniz. Kaybetmeye yaklaştıkça daha çok bağlanırsınız. Daha çok bağlandıkça daha çok korkarsınız. Yaşamınızda o, hep olsun istersiniz. Zarar verdiğini ya da vazgeçmeniz gerektiğini bile bile olsun. Herşeyi göğüslemeye hazırsınız gibi gelir. Onsuzluğu hayal etmeye çalışırsınız. Bir türlü gözünüzün önüne gelmez. Onsuz hiç birşeyden zevk almayacaksınız gibi gelir. Yaşam sürmeyecek gibi. Dedik ya, ölüm gibi.

Sigarasız örneğin; kahve, içki içemeyeceksiniz gibi gelir. Kahvaltıdan sonra şaşkına döneceksiniz, o en sinirli olduğunuz anda, dikkatinizi başka yöne çekecek, sizi rahatlatacak aracınız olmayacaktır. Vapurda arka güvertede otururken, hafif de bir meltemin estiği bahar akşamlarında şöyle demli bir çayın bir zevki kalmayacak, arkadaşlarınızla hararetli muhabbetler olmayacak, karlı günlerde sıcacık evde, kapalı bir yerde olmanın mutluluğu azalacaktır sanki. Sıkışık trafikte arabanın içinde radyo dinleyerek ve sigara içerek avunmak mümkün olmayacaktır. Öğlen yemeklerinde, işten yarım saat olsun uzaklaşmışken bir köpüklü kahvenin tadı kalmayacaktır. Onsuz yaşam nasıl olacaktır?

Mekanlara da bağlanırız. Evimize, işimize... Binaya, duvarlara, odalara. Renklere, kokulara, seslere. İlişkiler kurarız. İnsanlarla, bitkilerle, çevredeki hayvanlarla bazen. Otoparkçıyla, kapıcıyla, gazeteciyle, yakındaki ayakkabı tamircisiyle, bakkalla, karşıdaki kuaförle, köşedeki tatlıcıyla, manavla, tekel bayisi ile, ekmek fırını ile, karşı komşu ile, alt kattakilerle, muhasebedekilerle, mesai arkadaşlarınızla, çay servisini yapanlarla, şoförlerle... O insanlar hayatınıza girer, sizi bilirler, sizi gülerek karşılarlar. Ya da kavgalısınızdır ama farkınızdadırlar. Yaşadığınızın kanıtıdırlar. Siz onlarla var olursunuz. Bir de mekanın detaylarına alışırsınız. O tuvaleti kullanmaya alışırsınız, o banyoyu, mutfak dolaplarını. Gardrobu gözünüz kapalı açarsınız. Peçetelerin, baharatların, çayın nerede durduğunu bilirsiniz. İş yerinizde masanız sizindir, resimler vardır üstünde, senelerdir sakladığınız bir sürü şey, yazılar, notlar, kalemler. Ataş kutusu, zımba. Elinizi attığınız anda bilirsiniz oradadır. Sabah günaydın diyerek içeri girdiğinizde hangi yüzleri göreceğinizi bilirsiniz. İçerinin rengini, kokusunu tanırsınız. Ne kadar rahatlatıcıdır. Ne kadar güven verir. Seneler geçtikçe daha da bağlanırsınız. Eve gelince anahtar neredeyse sizin kontrolünüz dışında girer kilide. Kopyası vardır bir kaç kişide. Kaybetmeyi dert etmezsiniz. İşten 2-3 saat izin alıp bir işinizi halletmek zor gelmez size. Bilirler sizi, nazınızı çekerler. Nasıl da farkında değilsinizdir orada mutlu olduğunuzun. Nasıl da bilinçsizce bağlanırsınız. Gün gelir ayrılık zamanı geldiğinde, cenaze töreni gibi gelir size. Ölü kimdir? Siz mi? Geride kalan yer, objeler ve insanlar mı? Hele de ani olmuşsa bu ayrılık. Yeni bir yere alışmak. Her gün ağlamak istiyorum diye düşünürsünüz. Nasıl da bilememişim değerini. Ah! Yaşam hep böyle değil midir? Elimizden kaçıp gidince anlarız. Ama çok geçtir. Geçmiştir.

Hele de aşk, arkadaşlık, aile. O insanlar siz’dir. Sizi bilirler, çekinmezsiniz, korkmazsınız (kurtulmayı çok istedikleriniz hariç elbette). Nazınızı çekerler, kaprislerinize katlanırlar. Affederler, anlarlar, dinlerler, özlerler, beklerler, ararlar. Yaşamınızdan çıkıp gittiklerinde, ölümse ayrılığın nedeni alışırsınız çünkü bilirsiniz ki çare yoktur, hepimizin birgün gideceği yer orasıdır. Ölüm yakar, yara kapanır, yapacak birşey yoktur. Ama hele de aşıksanız, hele de o kendi isteği ile gitmişse, ya da siz gitmek zorunda kalmışsanız, o insan size en büyük zararları da vermiş olsa, kokusu gelir burnunuza. Gece boşluğa sarınırsınız. Sabah gözleriniz onu arar. Bir telefon etse dersiniz, bir arasa. Sesini bir duysam. Özledim dese. Gelse, sarılsa, affet dese. Yeniden eski yaşamımıza dönsek... Hiç olmayacağını bildiğiniz şeyleri hayal eder, bunun nasıl olduğunu, nasıl bu hale geldiğinizi sorgular, kendinizi suçlar durursunuz boşyere. Alışkanlıklardan vazgeçmek ölümden de beterdir, yakar, yara kapanmasın diye siz de üstünü kaşır durursunuz. Herşey onu hatırlatır, herşeyin onsuz olması onu biraz daha uzağa taşır.

Sevmek belki alışmaktır, bağlanmaktır, sahiplenmektir. Gerçekten öyle midir? Belki de onsuz olabilmeyi başarabilmektir. Onun karşısında güçlü durabilmektir. İstediğin için onunla olabilmektir. Alıştığın için, muhtaç olduğun için değil. Karşılık beklememektir. Ona saygı duyabilmektir. Olduğu gibi kabullenmektir. Bencilce isyan etmemek, baskı yapmadan içinden geleni yapmasını seyretmektir.

Sevmek, bağlanmak, vazgeçememek, alışmak... Hangisi hangisidir? Hangisi daha çoktur? Bu işin doğrusu var mıdır? Elbette yoktur. En güzeli; doğru ya da yanlış, içimizden gelen sesi dinlemek, bildiğimizi okumak, kendi doğrularımızı takip edip acımızı çekmek ya da mutluluğun keyfine varmaktır.

1 yorum:

Meltem dedi ki...

Çok güzel anlatmış aslında bazı kısımlarda içimden gelenleri hissettiklerimi ne kadar doğru anlatmış demeden geçemedim yalnız sonunu bağlayanmış 😞keşke sonunda bi çıkış yolu da gösterebilseymiş yine bize bırakmış